29 Eylül 2009 Salı

Eğitim harcamalarına vergi indirimi avantajı

Şükrü Kızılot'un yazısı


BAYRAM bitti ve ardından okullar da açıldı.


Okulların açılması kitap, defter, kıyafet, servis gibi harcamaların da başladığı anlamına geliyor. Çocuklarını özel okullarda okutanlar, ayrıca okul ücreti de ödüyorlar.


Birkaç gündür veliler de “Çocukların okul harcamaları vergiden indirilebiliyor mu?” diye ısrarla soruyorlar.


Öncelikle, bir noktayı belirtelim.


Okul harcamalarının “vergiden indirilmesi” diye bir olay yok.


Ancak, velilerin bir kısmı çocuklarının eğitim giderlerini, “gelirlerinden düşüp” daha az vergi ödeyebiliyorlar.


HANGİ VELİLER?


Yıllık beyanname veren bütün gelir vergisi mükellefleri, eğitim giderlerini beyan ettikleri gelirden indirebiliyorlar (Gelir Vergisi Kanunu Md. 89/2). Örneğin; bakkal, manav, konfeksiyoncu, lokantacı, mobilyacı, ayakkabıcı, berber, nakliyeci, yedek parçacı, avukat, doktor, mimar, kira geliri elde eden, kâr payı ya da temettü gelirini beyan edenler, “Sadece çocuklarının değil kendisi ve eşinin de eğitim giderlerini gelirlerinden indirebiliyorlar.”


Ancak, indirim olayında bazı koşullar aranıyor. Bunlar;


1) Eğitim harcamalarının Türkiye’de yapılması (örneğin yurtdışında okuyan çocuğun giderleri indirilemiyor).


2) Eğitim harcamalarının, gelir veya kurumlar vergisine tabi mükelleflerden alınan belgelerle (fatura, serbest meslek makbuzu, perakende satış vesikası veya yazar kasa fişi) ile kanıtlanması,


3) Beyan edilen gelirin yüzde 10’unu aşmaması,


gerekiyor. Aşması halinde yüzde 10’u indirilebiliyor.


Örneğin; 80 bin TL gelir beyan eden ve çocuğu için 13 bin TL eğitim harcaması yapan bir avukat, bunun 8 bin TL’sini gelirinden düşebiliyor.


ÜCRETLİLERİN DURUMU


Ücretliler, okul masrafları yönünden de mağdur durumdalar. İşçi ve memurlar ile ücret geliri olan diğer kişiler, eğitim harcamalarını, gelirlerinden indiremiyorlar.


Daha önce, eğitim harcamaları nedeniyle “vergi iadesi” alınıyordu. 1 Ocak 2007 tarihinden itibaren, vergi iadesi kaldırılınca, eğitim masrafları nedeniyle, ücretlilerin vergi iadesi alma avantajları da ortadan kalktı.


Şirket ortakları, kâr payı ya da temettü gelirleri veya başka gelirleri nedeniyle, gelir vergisi beyannamesi verdiklerinde, eğitim masraflarıyla ilgili indirim avantajından yararlanabiliyorlar.


OKUL, KREŞ VE YURTLAR


Eğitim ve öğretim kurumları ile anaokulu, kreş ve dershanelere eğitim amacıyla yapılan ödemeler, kurs ücretleri, her türlü kitap (ders kitabı, hikaye, roman, bilimsel eser vb.) ve kırtasiye alımları, beyan edilen gelirden indirilebiliyor.


Öğrenci yurtları, gelir ya da kurumlar vergisi mükellefi ise yani yurt işletenler bu vergileri ödüyorlarsa, veliler yurda yaptıkları ödemeleri de indirilebiliyorlar.


Üniversitelere gelince, Devlet üniversitelerine yapılan ödemeler kapsam dışı. Vakıflara ait üniversiteler, kurumlar vergisi mükellefi olmadığı için bunlara yapılan ödemeler de indirilemiyor.


Okul aile birliğine ya da okul koruma derneklerine “yapılan bağışlar” eğitim harcaması kapsamında değerlendirilmediği için indirimi kabul edilmiyor.


Eğitimle ilgili harcamalarda, ücretliler aleyhine olan uygulamanın,


ücretlileri de kapsayacak şekilde değiştirilmesinde yarar var.





''Kaybedersek istifa ederim''


Beşiktaş Teknik Direktörü Mustafa Denizli'den şok karar...


Beşiktaş Teknik Direktörü Mustafa Denizli, CSKA maçını kaybetmeleri durumunda istifa edebileceğini açıkladı.


Denizli ve Beşiktaş takımı Lujniki stadyumunda dün incelemelerde bulundu. Burada takımına küçük bir antreman da yaptıran Beşiktaş Teknik Direktörü Denizli Rus basınına ilginç açıklamalarda bulundu.


Denizli, "Kimsenin burada bize üç puan armağan etmeye hazırlanmadığını gayet iyi anlyoruz. Ama bize kesin zafer lazım, çünkü gruptan çıkabilmemiz için önümüze hedef koyduk. Tabii bunu yapmak kolay olmayacak. Türkiye'deki son maçlardaki Beşiktaş'ın oyunlarına baktığımızda bizim siyah çizgide olduğumuzu söyleyebilirim. Şampiyonlar Ligi'nde bir maçı daha kaybedersek, ben istifa etmek zorunda kalacağım. Diğer taraftan ise CSKA'yı yenmemiz Türkiye şampiyonluğunda başarılı şekilde oynamamıza da katkı sağlayacak." dedi.


Rus uzman: CSKA Beşiktaş-Galatasaray maçına "ajan" göndermiş


Rus spor uzmanı Anatoli Bışovets, CSKA takımının Beşiktaş takımını A'dan Z'ye tanıyabilmesi için Türkiye'ye kendi adamını gönderdiğini belirtti. Rus spor uzmanı, CSKA Teknik Direktörü Juande Ramos'un Beşiktaş'la ilgili yeterince bilgisi var. Çünkü futbol ustası sayılan CSKA Başkan Özel Danışmanı Vladimir Salkov "ajan" olarak Beşiktaş-Galatasaray maçına gönderildi. Salkov da Beşiktaş'ın zayıf taraflarını tespit ederek not şeklinde Ramos'a ulaştırmış bulunuyor. CSKA'nın Beşiktaş'ı yeneceğini düşünüyorum." diye konuştu.

En yeni seks numaraları


Sekste doğru bildiğimiz herşey yine tepetaklak oldu.


Seks uzmanları şimdilerde yeni şeyler yazıp çiziyor. Men's Health Dergisi'nde yayınlanan makale yeni numaralar öneriyor.


Eskidi: Eğer hoşlanıyorsa yapmaya devam edin.
En yeni: Yeni şeyler denemekten vazgeçmeyin.


Partnerinizin vücudunun hassasiyeti tahrik oldukça artar. İlişki uzmanı Susan Quilliam şöyle diyor: “Yeni hareketler bulup tekrarlayın. Böylece tek bir noktaya saplanıp kalmak yerine düzenli olarak bazı hassas noktaları ziyaret edersiniz.” ‘Aşağı’ ya da ‘yukarı’ gibi aranızda kullanacağız kısa kodlar sayesinde elinizi nereye götüreceğinizi anlayabilirsiniz. Ya da nasıl hissettiğini 1’den 10’a kadar dürüstçe puanlamasını isteyin.


Eskidi: Fanteziler garip kişiler içindir.
En yeni: Onun da ara sıra eğlenceye ihtiyacı var.


Seks sırasında erkeklerin aklında sadece yaklaşmakta olan orgazm vardır. Kadınların aklı ise dolanır durur (özellikle de fanteziler arasında). Orgazma ulaşmak için zihnini temizlemesi ve beynindeki korku şalterini aşağı indirmesi gerekir. İşte fantezi tam da bu noktada aklını her şeyden koparmak ve korku merkezini etkisiz hale getirmek için en garanti yoldur. İşler henüz kızışmadan önce onu erotik bir fantezi konusunda cesaretlendirin. Sonrasında ise onu iyice kışkırtmak için kulağına gerekli cümleleri fısıldayın. Bu sayede kendini nasıl kaybedeceğini ve kurduğunuz fantezinin akışına bırakacağını göreceksiniz.


Eskidi: Kontrolü eline al.
En yeni: Dizginleri ona verin


Hemen hemen her kültürde seksi erkekler başlatır ve yönlendirir. Ancak bu ataerkil düzeni geride bırakmanın zamanın geldi. Seksin başlangıcını ve yoğunluğunu onun yönlendirmesine izin verin. Bu sayede ikiniz için de en iyisinin hangisi olduğunu kolayca öğrenebilirsiniz. Hem unutmayın o ne kadar çok eğlenirse, siz de o kadar eğlenirsiniz. Özellikle üstte olduğu pozisyonların hâkimiyeti hissetmesi açısından önemli olduğunu da ekleyelim.


Eskidi: Erotik noktaların hepsi bellidir.
En yeni: Farklı dokunuşlar farklı sonuçlar doğurur.


Klitoris, vajina ve rahim birbiriyle bağlantı içindedir ve araştırmacılara göre bunlardan herhangi birini uyarmak tüm vücutta etkili bir uyarılmaya neden olur. Quilliam kimilerince U noktası olarak bilinen noktayla (klitoris ve vajina arasında, rahme girişe yakın bir yer) oynamanızı şiddetle tavsiye ediyor. Parmağınızla yumuşak ve dairesel hareketler yapın. Rahimdeki sinirler çok hassastır ve bu noktaları uyarmak normalden farklı bir tahrik sağlayacaktır. Ancak ellerinizin temiz olduğuna emin olun, zira bu bölge enfeksiyona çok açık.


Eskidi: Çabuk bir orgazm
En yeni: Yavaşlayın


O doruk noktasına yaklaştığında durmak ve daha sonra kaldığınız yerden devam etmek orgazmın şiddetini artıracaktır. Zira beklemek ve meraklanmak zevk almanın psikolojik seviyesini artırır. Orgazma yakın olduğu zaman sizi uyarmasını isteyin. Öpüşmek ve vücudunun başka noktalarıyla ilgilenmek için birkaç dakikalık bir mola verin. Bunu sık sık tekrar edin. Anı mahvedeceğinizden sakın çekinmeyin, çünkü tahrik olma halinin geçmesi için 5–10 dakika gerekir. O orgazmı kaçırdığını düşünse bile sizin onu tekrar o seviyeye getirmeniz oldukça kolaydır.



27 Eylül 2009 Pazar

26 Eylül 2009 Cumartesi

Portsiklet

http://www.yikebike.com/

DTP ve PKK ve Kürtler/Behiç KILIÇ

Hem PKK hem de DTP, aslında Kürt kimliğini gasp etme çabasındadırlar!.. Hem PKK hem de DTP Kürt kimliği üzerine konarak ayakta durma planları yapıyor ve kendisini “Kürt” olarak tanımlayan vatandaşların tümünün DTP-PKK’lı kabul edilmesini istiyor...
Oysa durum öyle değildir...
Bu köşede defalarca yazdık, PKK ayrı Kürt ayrıdır... Bu ülkenin PKK çetesine karşı verdiği mücadelede şehit olmuş, Kürt kökenli Mehmetçikleri de vardır...
Dahası, sade Kürt vatandaşları PKK elinde adeta rehindir, çoğu kez...
Doğu ve Güneydoğuda, can ve mal tehditlerine karşın vatandaşların önemli bölümü devletine, milletine bağlı kişilerdir..
Bu durum rakamlarla da, kullanılan oy tercihleri ile de, yurt çapında rahatça görülebilir...
Mesela misal... Gene bu köşede, bir süre önce Tunceli kırsalında barınan Şiyar adlı bir terörist ile yapılan röportajdan alıntılar yapmıştım.. Eylem lideri olduğu anlaşılan bu kişi, yerel seçim sonuçlarını aktarırken şöyle diyordu: “AKP’nin Dersim’de(Tunceli’ye teröristler böyle diyor ya!) 3 binin üzerinde oy alması belli bazı çevreleri etkilediklerini gösteriyor. Dersimli yurtsever, demokrat ve sosyalist insanların bu konuda oturup düşünmesi gerekiyor. Bu 3 bin oy sadece asker, polis ve dışarıdan gelen memurların oyları değildir...” Teröristin sözlerine bakınız.. Tunceli belediye başkanlığını ele geçirmeye verdikleri önemi biliyoruz!.. Hangi yöntemlere baş vurulduğu malum.. Doğrultulan namlulara karşın, Ak Partiye sade vatandaşlardan gelen üç bin oy var.. Terörist, o seçim için, “2009 yılına önemli bir çalışma temelinde girdik. Bunun ilk ayağını yerel seçimler oluşturuyordu” diyor..






Hesap ortada...
Rakamlara bakalım...
KONDA isimli araştırma şirketinin verileri şöyle diyor...
2008 yılında yapılan araştırma sonucuna göre Türkiye’de yaşayan Kürtlerin oranı, çocuklar dahil, yüzde 15.7...
Peki, Kürtlerin hepsi aynı siyasi görüşte mi?.. Türkiye genelinde Kürt oranı yüzde 15.7, ama DTP’nin aldığı en yüksek oy ancak yüzde 5.7’dir.
Yine KONDA’nın yaptığı araştırma sonuçlarına göre, İstanbul’da yaşayan Kürtlerin oranı yüzde 15’tir.
Peki, DTP İstanbul’da ne kadar oy alıyor? Yüzde 4...
Bu durumda DTP, bütün Kürtler adına konuşabilir mi?.. Kürtlerin tek temsilcisi olduklarını söyleyebilirler mi?
KONDA’ya göre, Türkiye’de kendisinin Kürt olduğunu ifade edenlerin yüzde 34’ü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin dışında, yani tüm ülkeye yayılmış vaziyette.
Büyük şehirlere göçen seküler Kürtler, Kürt kimliğini öne çıkarıyor ve çoğunlukla DTP’ye oy veriyorlar. Muhafazakâr olanlar ise, etnik kimliği değil, “birlikte yaşama iradesi” ni öne çıkararak, çoğunlukla DTP dışındaki diğer partilere oy veriyorlar.


İllerin durumu
KONDA’ya göre, batı illerine göçen Kürtlerin yarısı bundan memnundur. Kürtlerin Mersin’de yüzde 72’si, İstanbul’da yüzde 22’si varoşlarda yaşıyor. 2009 büyükşehir belediye seçimlerinde DTP Mersin’de iki Kürtten birinin, İstanbul’da ise sadece beş Kürtten birinin oyunu alabilmiştir.
Kürt nüfus oranı, istatistik dilinde “Ortadoğu Anadolu” denilen Hakkari, Van, Tunceli gibi 8 ilimizin bulunduğu yörede yüzde 79’dur. Bu oran; “Güneydoğu Anadolu” denilen Şırnak, Diyarbakır, Mardin gibi 9 ilimizin bulunduğu yörede yüzde 64, “Kuzeydoğu Anadolu” denilen Iğdır, Ağrı, Erzurum gibi 7 ilimizin bulunduğu yörede ise yüzde 32’dir. DTP’nin oyları ise, bu üç istatistiksel bölgeyi kapsayan Doğu Anadolu’da yüzde 22, Güneydoğu Anadolu’da ise yüzde 25’tir. DTP sadece Van, Batman, Diyarbakır, Şırnak ve Hakkâri’de yüzde 45’i geçebilmiştir. DTP dışındaki diğer partilerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki oy oranları yüzde 40 civarındadır.


Refah arzusu...
PKK çetesinin silah tehdidi ile güç kurduğu açık... Bu güç tesisi öncelikle bölge insanı üstünde oldu.. Devletin vatandaşa gereğince sahip çıkamaması, terör ağalarının işine yaradı, hükümran olabildiler..
Şimdi beklenti malum..
Bu açılım işinden çıkacaksa, ilk çıkacak olan devletin gücüdür... PKK yok edilip vatandaş cenderede sıkışmaktan kurtarılmalıdır...
Bir an önce arzulanan iş güç sahibi olabilme, refah yoludur...
Halkın özgür iradesine kavuşması, siyaset ağalarından kurtulması lazımdır...

Bakan Yıldız'a brifing


Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Enerji Bakanlığı'na bağlı tüm kurum ve kuruluşlardan birer brifing alacak. Bu kapsamda ilk brifingi bugün Petrol İşleri Genel Müdürlüğü ile TPAO verecek. Brifingler Bakanlık binasında gerçekleştirilecek.

KALECİK KARASI ÜZÜMÜ


Kalecik Karası, Kızılırmak Vadi’sinin Ankara İli Kalecik ilçesi sınırları içerisindeki yöresel koşullarda gösterdiği üstün performansı ile bugün ülkemizin en önemli kırmızı şaraplık üzüm çeşididir. Orta Anadolu Bölgesinde bağcılık adına 1950’lerden bu yana yaşanan gerileme sürecinde en fazla etkilenerek kaybolmanın eşiğine gelen bu değerli çeşidimiz Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünde yürütülen toplu ve teksel seleksiyon çalışmaları ile yöreye yeniden kazandırılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda 45 adet klon baş omcası arasından seçilen en üstün 3 klon (9, 12 ve 15 no’lu klonlar) belirlenmiştir. Yukarıda sözü edilen yüksek verimli ve kaliteli klonlardan elde edilen şarapların haklı şöhreti Kalecik yöresinde bağcılığın yüksek kazançlı bir sektör olarak yeniden ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bugün kökenini tamamen sözü edilen klonların oluşturduğu Kalecik Karası bağları yörede hızla genişlemektedir.


Kalecik Karası yetiştiriciliğinde ilk aşamada iyi bir kök gelişimi için toprak en az 40 cm. kazılarak dikim yapılmaktadır.Arazinin durumuna göre 1.5x3 mt., 1.25x2.50 mt., 1.5x2.50 mt., 1x2 mt. Olarak aralıklar verilmektedir.Dikim sırasında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinin selekte ettiği klonlar kullanılmaktadır.Hasat işlemi üzümün kendine has rengini aldığı ve kuru madde miktarı %22±2.0 olduğu zaman yapılmaktadır.


Sonuç olarak Kalecik İlçesi’nin Kızılırmak kıyısında gelişme sezonu boyunca 2 sulama yapılarak yetiştirilen Kalecik Karası’nın 12 no’lu klonu için hafif verim üstünlüğü ve nematodlara dayanım özelliğinde dolayı Kober BB anacı üzerinde, 1.5x3 m’ lik dikim sıklığı (222 omca/da ) uygulanarak, duvar şekilli destek sistemi üzerinde Çift Kollu Lenz Moser yada Kordon şeklinin oluşturulması ile fizyolojik denge içinde ve kalite kaybı söz konusu olmaksızın yüksek verim elde edilmesinin mümkün olduğu anlaşılmıştır.


Bir fidan 3 yıl içinde ürün vermeye başlar. Bir dekardan yaklaşık 1 ton ürün alınır. 1 kg. üzümden 1 şişe şarap yapılabilir. Firmalar üzümün kilogramını 1.5 dolardan almaktadırlar. Yani Kalecik Karası üretimi çiftçilerimiz için oldukça karlı bir yetiştiriciliktir. Bölgedeki bağ alanlarının son 5 yıl içerisinde 30.000 dekara ulaşacağı tahmin edilmektedir.


Bazı özel sektör kuruluşları tarafından şarap fabrikaları yatırımlarına öncelik verilmiş, ön hazırlık olarak da Kalecik ve civarında bu amaçla kurulmuş bağlar bulunmaktadır. Son yıllarda şarap fabrikaları tarafından alımında öncelik tanınan bu çeşidin şarapları yurtiçi ve yurtdışındaki pazar değerleri oldukça yüksektir. Bu durum yeni bağların kurulmasında etkili olmuştur.


1995 yılından bu yana öncelik Kalecik İlçesinde olmak üzere demonstrasyon nitelikli Kalecik Karası bağları tesis edilmektedir. Bu çalışmalarla bağcılığa daha önce ilgi duymayan çiftçilerimizin bağcılıkla tanışması sağlanmış, özellikle Kalecik Karası çeşidine ilgi giderek artmıştır.


Kalecik karası şarap sektöründe kullanılan bir üzüm türüdür. Bu ürün geçmiş zamanlardan beri yöre ekonomisine büyük katkı sağladığından coğrefi olarak tescili gerekmiştir.


Bu nedenle Kalecik Karası üzümü Kalecik Belediyesi tarafından “KALECİK KARASI ÜZÜMÜ” ibareli coğrafi işaret olarak 89 sayılı tescil belgesi ile tescil edilerek 06.04.2006 gün ve 26131 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Bu tescile ek gerekçenin özetinde de üzümün teknik özellikleri anlatıldıktan sonra şu ibarelere yer verilmiştir.


Kalecik Karası üzümü muhafaza edilememektedir. Toplanan ürünler doğrudan üretici tarafından fabrikalar götürülmekte veya alıca firma bağlardan bizzat almaktadırlar.


Kalecik ilçesi topraklarının büyük bölümü kahverengi veya kırmızı-kahverengi topraklardan oluşmaktadır.Kızılırmak çevresinde yer alan toprakların bir kısmını da alüviyal topraklar oluşturmaktadır.Kalecik Karası çeşidinin kendine özgü bileşimi işte bu birinci grup topraklardan kaynaklanmaktadır.Kahverengi topraklar bol miktarda kalsiyum içerirler.BU tip toprakların ana maddeleri marn, killi şist, kalker veya şist ara tabakalı killerden ibarettir.Ayrıca ince bünyeli alüviyalden ayrışmış bazalt, kireç kayası ve kil taşıdır. Bu tip topraklar kendine göre iklimsel özellik gösteren bölgelerde oluşmaktadır. İlçeyi boydan boya kateden Kızılırmak’ın oluşturduğu özel mikroklima bu toprak özellikleriye birleşerek Kalecik Karasının Türkiyenin en önemli kırmızı şaraplık üzümü özelliğini kazanmasına neden olmaktadır.Şarabın kendine özgü bukesi Kalecik Karasının ancak Kalecik ilçesi ekolojik koşullarında yetişmesi halinde oluşabilmektedir.


KALECİK KARASI KIRMIZI ŞARABI:


Unutulmaması gereken ilk şey coğrafi tescil belgesinin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere KALECİK KARASI ŞARABININ sadece Kalecikte yetişen üzümlerden elde edileceğinin altının çizilmesidir. Başka coğrafi alanlara taşınan üzüm fidesi Kalecik Karası üzümü olma niteliğini kaybetmektedir.


Kalecik Karası şarabı koyu kırmızı renklidir. Üzümü sulu olduğu için kolay içimli, kadifemsi ve aromalıdır.Aromatik olarak Kalecik’e özgü kiraz, kayısı muz çilek gibi meyvelerin ortak tadını damağınızda hissedersiniz ve bu size büyük bir keyif verir. Alkol ve asit oranının dengeleri iyi sağlandığından damak tadına en iyi hitap eden kırmızı şaraptır. Önerilen içme derecesi 15-17 derece olup yatık olarak saklama süresi 5 yıl olarak tavsiye edilmektedir.
Kalecik Karası Şarabını diğer kırmızı şarapların aksine ısrarla kırmızı et veya türevleri ile içmek zorunda değilsiniz. Kalecik Karası her tür Kırmızı et ve salata ile nefis bir ikili oluşturmasının yanı sıra Izgara Balık, kızarmış tavuk ile de inanılmaz başarılı sonuçlar ve damak zevki vermektedir. Çünkü o bir Kalecik Karasıdır.Kalecik Karası şarabınızı uzun süre saklamak isterseniz mahzen ısısında ve yatık olarak 5 yıl saklayabilirsiniz. Genellikle üretildikten hemen sonra tüketilen şarapların dünya ortalaması % 98 dir. Ancak Kalecik Karasını hemen tüketebileceğiniz gibi ilerdeki özel günler için saklama şansına her an sahipsiniz.


KALECİK KARASI VE SAĞLIĞINIZ:


Yapılan araştırmalar özellikle kırmızı şarapların düzenli olarak içilmesi halinde (Günde 1-2 kadeh) kansere karşı doğal antioksidan özelliği nedeniyle tümör oluşumunu engellediği ve kansere karşı koruyucu özellik taşıdığını kanıtlamış bulunuyor. Kalecik Karası üzümünde bulunan resveratrol maddesinin yoğunluğu şaraba daha fazla yansımakta ve erkeklerde afrodizyak etkisi yaptığı gibi prostat kanseri riskini azaltmakta kalp hastalıklarının görülme olayında ciddi bir düşüş sağlamaktadır.


Kırmızı şarap tüketenlerde kemik yoğunluğu daha fazla olduğu gibi kandaki omega 3 asitlerinin dengesi de daha mükemmel.


Kırmızı şarap insanları radyasyonun zararlı etkilerinden koruyor, tip 2 diabet hastalarının şeker seviyelerini düzenlemeye yardımcı oluyor.


Kırmızı şarap metabolizmayı hızlandırıyor, kalbi koruyor, böbrekleri daha iyi çalıştırıyor, diş sağlığını koruyor ve kansere yakalanma riskini %40 azaltıyor.


Kırmızı şarap tüketimi koroner kalp hastalığına yakalanma riskini azaltıyor, ishal vakalarında zehirleri yok ediyor, hücreleri yeniliyor ve yorgunluğu azaltıyor, beyin kanamasını önlüyor, damar sertliğine engel oluyor.


Hücre yaşlanmasını yavaşlattığı için ömrü uzatıyor, bunama ve Alzheimer hastalığına sanki bir ilaç gibi iyi geliyor.


Tabi Kırmızı Şarabınızın Kalecikte üretilen bir KALECİK KARASI olması tüm bunları iki kat etkili kılıyor.Kararınca tüketmek ve düzenli tüketmek koşuluyla tabi.


Uludere Prestige KALECİK KARASI VE Çaybağı KALECİK KARASI ŞARAPLARINI afiyetle ve ağız tadında içiniz.Şifa niyetine…



25 Eylül 2009 Cuma

Geçici İş göremezlik Ödeneği ve Emzirme Yardımı Ödemeleri


Kurumumuza devredilen SSK’na tabi sigortalılarının geçici işgöremezlik ödeneği ile emzirme yardımı ödemelerinin PTT şubelerinden ödenmesine ilişkin “Protokol” Kurumumuz ile PTT Genel Müdürlüğü arasında 09.01.2008 tarihinde imzalanmış ve 18.01.2008 tarihinden itibaren bu ödemelerin sigortalılarımızca T.C.kimlik numaraları üzerinden herhangi bir PTT şubesinden alınmasına yönelik çalışmalar tamamlanmıştır.


Diğer taraftan,


25/5/2007 tarih, 26532 sayılı mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Uygulama Tebliğinin;


“İstirahat raporları” başlıklı (3.3) numaralı maddesinin dördüncü fıkrasının son cümlesi çıkarılarak yerine “Sağlık kurulu raporu iki nüsha düzenlenecek olup, ikinci nüshası işyerlerine ibraz edilmesi için sigortalılara verilecektir.” cümlesi konulmuş, beşinci fıkrasındaki “belgesinin üçüncü (son) nüshası” ibaresi yerine “belgeleri ile sağlık kurulu raporlarının birinci nüshasını, düzenlediği tarihten itibaren üç iş günü içinde” şeklinde,


Aynı Tebliğin eki “İş Göremezlik Belgesi”(Ek-11/B) açıklama bölümünde yer alan “B” paragrafı, “Kontrollü istirahat verilirse, birinci nüsha sigorta il/sigorta müdürlüğüne gönderilecek, ikinci ve üçüncü nüsha kontrol muayenesine gelirken getirmesi için sigortalıya verilecek, sigortalı kontrol için geldiğinde istirahatı uzatılması gerekiyor ise, belgenin ikinci nüshası sigorta il/sigorta müdürlüğüne gönderilecek üçüncü nüshası sigortalıya verilecektir.


Kontrolsüz on güne kadar istirahat verilmiş ise, doldurulmadan birinci nüshası imha edilip, kalan iki nüshasının birinci nüshası sigorta il/sigorta müdürlüğüne gönderilecek, ikinci kopya nüshası sigortalıya verilecektir.


Her iki durumda da asıl nüsha, düzenlendiği tarihten itibaren üç iş günü içinde sigorta il / sigorta müdürlüğüne gönderilecektir.


Sigortalı geçici iş göremezlik belgesini, işyerinde “çalışmamıştır belgesini” düzenlemesi için işverene ibraz edecektir.” şeklinde,


değiştirilmiştir.


Sağlık Uygulama Tebliğinde yapılan bu değişiklik gereğince;


Üç nüsha olan iş göremezlik belgeleri, kontrollü istirahat verilmesi halinde, asıl düzenlenen nüsha sağlık tesislerince ünitelerimize gönderilmek üzere alınacak, ikinci ve üçüncü nüsha kontrol muayenesine gelirken getirilmesi için sigortalılara verilecektir. Sigortalılar kontrol için geldiklerinde istirahatlarının uzatılması gerekiyor ise, belgenin ikinci nüshası sağlık tesislerince ünitelerimize gönderilecek, üçüncü nüshası sigortalılara verilecektir.


Kontrolsüz on güne kadar istirahat verilmiş ise, belgenin doldurulmadan önce bir nüshası imha edilip, iki nüshası kullanılacak, doldurulan asıl nüshası ünitelerimize gönderilmek üzere alınacak, ikinci nüshası sigortalılara verilecektir.


Sigortalılar kendilerine verilen iş göremezlik belgelerinin nüshasını, işyerinde çalışmadığına ilişkin belgenin düzenlenmesi için işverenlerine ibraz edeceklerdir.


Sağlık kurulu raporları iki nüsha düzenlenecektir. Asıl nüshası sağlık tesislerince ünitelerimize gönderilerek, ikinci nüshası işyerlerine ibraz edilmesi için sigortalılara verilecektir.


Sağlık tesislerince, ünitelerimize gönderilmek üzere aldıkları iş göremezlik belgeleri ve sağlık kurulu raporlarını vizite kağıtlarıyla birlikte listeli olarak üst yazı ekinde en geç üç iş günü içinde, işyeri sicil numarasının il-ilçe kodu ile işyerinin adresi göz önünde bulundurularak, işyerinin bağlı bulunduğu Sigorta İl/Sigorta Müdürlüklerine gönderilecektir.


Buna göre;


İş kazası ve meslek hastalığı, hastalık ve analık sigortalarından ödenen geçici iş göremezlik ödenekleri ile analık sigortasından yapılan emzirme yardımlarının ödenmesine ilişkin usul ve esaslar aşağıdaki şekilde yeniden belirlenmiştir.


1.Geçici İş Göremezlik Ödeneği Ödemeleri


Halen geçici iş göremezlik ödeneğine hak kazanmış veya işlemleri devam eden sigortalılarımız ile birlikte uygulama değişikliğinden sigortalılar, işverenler ve sağlık tesislerinin bilgilendirilmeleri bakımından genelgenin yayımından itibaren iki hafta süreyle, gerek sağlık tesislerince yazı ekinde gönderilen ödemeye esas belgeler, gerekse sigortalılarımız tarafından getirilen belgelerin inceleme ve kontrolü yapılarak geçici iş göremezlik programına giriş işlemleri gerçekleştirilecek ve sigortalılarımızın ödeneklerini takip eden iş günü herhangi bir PTT şubesinden alabilecekleri konusunda bilgilendirilmeleri sağlanacaktır.


Bu süre içerisinde sigortalılar ve işverenler ile mahalli kamu ve özel sağlık tesisleri aşağıda açıklanan uygulama değişikliği konusunda bilgilendirilecekler ve uygulama bu şekilde devam ettirilecektir.


Sağlık tesislerine gitmek isteyen sigortalıların işverenleri vizite kağıdını düzenleyip kaşeleyip imzalamak suretiyle onaylayarak sigortalılara verecekler, sigortalıların sağlık tesislerine müracaatlarını müteakip, istirahat verilmesi halinde iş göremezlik belgeleri veya sağlık kurulu raporlarının asıl nüshası ile vizite kâğıtları listelenerek üst yazı ekinde en geç üç iş günü içinde, işyeri sicil numarasının il-ilçe kodu ile işyerinin adresi göz önünde bulundurularak, işyerinin bağlı bulunduğu Sigorta İl/Sigorta Müdürlüklerine gönderilecektir.


Sigortalıların aldıkları iş göremezlik belgesi veya sağlık kurulu raporlarının nüshalarını işverenlerine ibraz etmeleri üzerine işverenlerce, istirahatın başlangıç ve bitim tarihini göz önünde bulundurularak, “sigortalının istirahatlı olduğu sürede çalışmadığına ilişkin belgeyi” düzenleyerek e-bildirge sistemi üzerinden Kuruma bildirilecektir.


Sağlık tesislerince yazı ekinde vizite kağıtlarıyla birlikte gönderilen iş göremezlik belgeleri veya sağlık kurulu raporlarının ünitelerimiz ilgili servislerine gelmesi akabinde ilgili sigortalıların işverenlerince e-bildirge üzerinden çalışmadıklarına dair belgenin gelip gelmediği kontrol edilerek gecikmeye mahal verilmeksizin programa giriş işlemleri yapılacaktır.İş göremezlik belgeleri veya sağlık kurulu raporları geldiği ve istirahatları sona erdiği halde işverenlerince çalışmadığına ilişkin belge gönderilmediği anlaşılan sigortalıların işverenleriyle telefonla irtibat kurularak anılan belgenin e-bildirge ortamında gönderilmesi sağlanacaktır.


E-bildirge kapsamı dışındaki işverenler tarafından sigortalıların çalışmadıklarına ilişkin belgeler manuel düzenlenmesine ve ünitelere getirilmesindeki uygulamaya devam edilecektir.Bu işyerlerinde çalışan sigortalıların da iş göremezlik ödenekleri PTT şubelerinden ödenecektir.


2- Emzirme Yardımı Ödemeleri


Emzirme yardımı ödemelerine ilişkin müstahaklığın tespitine yönelik işlemler, bu güne kadarki uygulamada olduğu gibi, ünitelerimiz kısa vadeli sigorta servislerince gerçekleştirilecektir. Servis personeli müstahaklığını tespit ettiği sigortalılara, emzirme yardımı ödemelerini PTT şubeleri ödeme sistemi üzerinden 18.01.2008 tarihinden itibaren yapılmasını sağlayacaklardır.


3- Listelerin Gönderilmesi ve Ödeme İşlemleri


Ünitelerimizce günlük oluşturulan geçici iş göremezlik ödeneği ile emzirme yardımı ödemelerine ilişkin program bazındaki listeler, yine bu amaçla hazırlanan program aracılığıyla manyetik ortamda her iş günü saat 17.00’e kadar gerçekleştirme yetkililerince düzenlenecek ödeme emri belgesi ile T.C. kimlik numarası bazında açılacak yardımcı hesaplarla ünite emanet kayıtlarına alınırken Bilişim Hizmetleri Daire Başkanlığına iletilecek, anılan Daire Başkanlığınca da ödemelerin yapılmasını teminen PTT Genel Müdürlüğüne data transferi sağlanacaktır.


Bilişim Hizmetleri Daire Başkanlığından Bütçe ve Muhasebe Daire Başkanlığına aktarılan datalara istinaden ödenecek tutarlar merkezden PTT hesabına aktarılırken sistemce düzenlenecek otomatik dekontla ünitelerin emanet hesapları ters kayıtla tasfiye edilecektir.


Sigortalılarımızın başvuracakları PTT şubelerince, sigortalıların kendilerine veya veli, vasi, kayyum veya vekillerine kimlik tespiti (T.C. kimlik numaralı nüfus cüzdanı, sürücü belgesi, evlenme cüzdanı veya pasaport gibi soğuk damgalı belgeler) yapıldıktan sonra T.C. kimlik numarası sorgulanarak, geçici iş göremezlik ödenekleri ile emzirme yardımlarının ödemeleri yapılacaktır.


Sigortalılarımızca talep edilmeyen tutarların, PTT tarafından manyetik ortamda Bilişim Hizmetleri Daire Başkanlığına geri gönderilmesi halinde ise söz konusu meblağlar ünitelerimizce emanet hesaplarına tekrar alınmak üzere Bütçe ve Muhasebe Daire Başkanlığımızca ilgili ünitelerine dekont edilecektir.


4-Duyurma


Geçici iş göremezlik ödenekleri ile emzirme yardımı ödemelerine ilişkin uygulamada yapılan değişikliğe ait ekteki duyuru örneği ünitelerimize asılarak sigortalılarımızın, işverenlerimizin bilgilendirilmeleri sağlanacak ve ayrıca sağlık tesislerine de duyuru örneği gönderilerek bu konuda bilgilendirilmeleri temin edilecektir.


Bilgi edinilmesini ve gereğince işlem yapılmasını rica ederim.

Özkan’ın televizyonu kapandı


BİZ TV bugün itibari ile yayın hayatına son verdi, televizyonda sadece 3 kişi kaldı.


Ergenekon soruşturması kapsamında bir yıl önce tutuklanan gazeteci Tuncay Özkan’ın sahip olduğu BİZ TV bugün öğle saatleri itibariyle yayınlarına son verdi. Çalışanlara bundan böyle sadece bant yayını yapılacağı bilgisi verildi.


Kanal Türk televizyonunu sattıktan sonra BİZ TV’yi kuran Tuncay Özkan’ın cezaevine girmesinden sonra televizyonu da zor günler geçirmeye başladı. Televizyon merkezini kısa süre önce Ankara’ya taşıyan BİZ TV yönetimi Digitürk’ten de para ödeyemediği için ayrılmıştı.


Sadece uydu yayını kalan televizyonda dün de tüm çalışanlara televizyonun artık kapandığı bilgisi verildi. 20 çalışandan sadece 3’ü dışında diğerlerine artık gelmemeleri söylendi. Çalışanlar binayı gözyaşları içinde terk ettiler.


Ankara temsilcisi İsmail Dükel televizyonun bundan sonra vizyonu ve fonksiyonunu yerine getiremeyeceğini ve haberlerin yayınlanamayacağını , kendisinin de diğer arkadaşlarıyla birlikte iş aramaya başladığını bildirdi.


Saygı ÖZTÜRK/Hürriyet

Einstein'ın Atatürk'e Mektubu


Einstein'ın Atatürk'e Mektubu




Ekselansları (Atatürk),


OSE Dünya Birliği'nin şeref başkanı olarak, Almanya'dan 40 profesörle
doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye'de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler , Almanya'da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe , bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler , yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.


Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için
izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve
seçkin akademisyen olan bu 40 kişi , birliğimize yapılan çok sayıda müracaat
arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları , hükümetinizin talimatları
doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir
karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.


Bu başvuruya destek vermek maksadıyla , hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etmek cüretini buluyorum.


Ekselanslarının sadık hizmetkarı olmaktan şeref duyan


Prof. Albert Einstein

24 Eylül 2009 Perşembe



Hayattır; özenle ellerinde derin izler bıraktıran,
Ölümdür; en derin izleri günü geldiğinde unutturan,
Zamandır; yavaş yavaş hayatı ölüme yaklaştıran,
Aşktır; sadece ve tek, hayatı ölümden uzaklaştıran...

Münevver kesilirken kameralar kayıttaydı


Münevver Karabulut cinayeti sonrası iki aile arası arabuluculuk yapan Cemil Baran yeni iddialarda bulundu. Baran, Münevver Karabulut'un kesildiği sırada kameraların kayıtta olduğunu, Cem Garipoğlu'nun Ermenistan'da yakalandığını ileri sürdü.


Gaziantep Demokrasi Meydanı'nda basın açıklaması yapan Baran, Cem Garipoğlu'nun Türkiye'de yakalandığının ispat edilmesi halinde, Taksim Meydanı'nda anıracağını ve kollarını keseceğini söyledi. Dün yakalanan 7 kişiye ek süre alındığını belirten Baran, "Bugün itibariyle Garipoğlu'nun şirketlerinde çalışan herkes gözaltına alınacak. Daha önce 50-60 kişi gözaltına alınacak diyordum. Orada yanıldım, 250-300 kişi gözaltına alınacak. Çürük elmalar da gözaltına alınacak. Adli Tıp, Emniyet ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki çürük elmalar da yakalanacak. İşin sonunda aklınız duracak" diye konuştu.


Yakalanacak Ahmetlerin birincisinin, 1999 yılında Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesinde başrol oynayan Ahmet olduğunu söyleyen Baran, ikincisinin Garipoğlu şirketlerinde muhasebecilik yapan Ahmet, üçüncüsünün ise başçavuş Ahmet olduğunu ileri sürdü. Cemil Baran şöyle devam etti:


"Sayın İstanbul Emniyet Müdürüm Hüseyin Çapkın, bugün itibariyle, Münevver Karabulut'un kesilirken görüntüleri elinde olan Alarmnet firmasına baskın düzenleyin. Bu ev, 24 saat IP üzerinden izleniyordu. Bu görüntüleri izleyen ve 5 dakikada silmeye giden Hayyam Garipoğlu'nun oğlu Fatih Garipoğlu'dur. Şirket de ona aittir. O görüntüler ondadır. Sayın Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, Okmeydanı Mecidiyeköy Alarmnet firmasına baskın düzenleyin. Daha önce aile yemin ediyordu. Kardeşim sen bilmiyordun, cezaevinden avukatına mektup yazıyorsun 'oğluma bunu teslim, bununla birlikte teslim olsun' diyorsun.
Cem Garipoğlu geçen ayın 17'sinde yakalandı. Ben bunu açıkladım. Ve Gayrettepe Karakolu'nda misafir oldum. Bu iş bittiğinde öyle şeyler göreceksiniz ki, çok şaşıracaksınız. Bu buzdağının görünen kısmı."


Ermenistan-Rusya sınırında yakalandı
Cem Garipoğlu'nun, Ermenistan-Rusya sınırında sahte kimlikle yakalandığını savunan Baran, "Bürokrasimiz iyi olmadığı için Cem Garipoglu, Rusya ve Suriye'nin teşvikleri ile teslim edildi. Bunu bana çok ünlü bir kaynak, Ermenistan'dan bir kaynak, emekli ataşe Tufan abi söyledi. Tufan abinin soyismini bilmiyorum. Tufan abi, senin gibi bilgili, paranın kandıramadığı adamlara Türkiye'nin ihtiyacı vardır. Sen de benim sesimi duyuyorsan, Cemil'e ben bunlara söyledim de. Çıkıp açık oturum yapalım" dedi.

Bakanlık sabun dağıtacak!


Sağlık Bakanlığı domuz gribine karşı kampanya başlatıyor. Ekim ayında başlayacak kampanyanın çağrısı: "Ellerinizi yıkayın !"

Sigarayla mücadelede olduğu gibi ciddi bir kampanya hazırlamayı hedefleyen Sağlık Bakanlığı, domuz gribini yok etmek için kamuoyunu bilgilendirmek istiyor. Bu amaçla bilboardlar hazırlanıyor, reklam filmleri çekiliyor.

Özel bir logo tasarlandı. Kampanyanın adı: "Ellerinizi yıkayın !"
Doktorlardan oluşan özel bir ekip 81 ilde eğitim ve bilinçlendirme çalışması yapacak.

Ekim ayında başlayacak kampanya için bir tiyatro oyunu da hazırlanıyor.

Sağlık Bakanlığı'nın kampanyasına Milli Eğitim Bakanlığı da destek verecek. Okullarda el yıkamanın ne kadar önemli olduğu anlatılacak. Önemli bir destek de sabun üreticilerinden. Milyonlarca sabun dağıtılacak.

Ünlüler bu kampanyanın filminde rol alıp ellerini yıkayacak.


Doğu-Batı


Dogu ve Batı kültürlerinin karsılastırması


Blue --> Westerner - Mavi : batılılar
Red --> Asian - Kırmızı : asyalılar

Dünyayı baş aşağı getirecek kriz!



Dünya su kaynaklarından en çok ve en kaliteli suyu tüketen kesimin bireysel tüketiciler değil, endüstri olduğunu söyleyen Gaye Yılmaz, “suyu üretimde hem ücretsiz kullanıp, hem de doğayı tahrip ederek su kaynaklarını kirleten mekanizmanın, şimdi de suyu metalaştırarak yoksulların suya erişimini imkansızlaştırdığını söylüyor.


İktisatçı ve antikapitalist mücadelenin uluslar arası arenasında tanınan aktivistlerinden Gaye Yılmaz’ın doktora tezi olan çalışması “Suyun metalaşması: Kıtlığın nedeni kıtlığa çare olabilir mi?” geçtiğimiz günlerde SAV Yayınları’ndan çıktı.


Susuzluğun dünyayı etkileyeceği süreci ekonomik-politik olarak bize özetleyen Yılmaz, susuzlukla birlikte topraktan men edilen çiftçi kitlelerinin zorunlu işçileşmesini ve bunun da kentlere göçü ve yoksulluğun artacağı anlamına geldiğini söyleyerek, mevcut su kaynaklarının çok daha hızlı biçimde kirleneceğini dile getirdi.


Öncelikle dünyadaki su krizi neye bağlı? Niçin bu kadar gündemde son zamanlarda? Öngörülebilir miydi?


İki türlü kriz yaşanıyor. Biri küresel ısınmaya bağlı olarak su kaynaklarındaki kuruma, diğeri de buna dayandığı iddia edilen bir proje: suyun metalaşması. Kimi analistlere göre su krizi sadece bir söylemden ibaret. Suyu özelleştirmek için kullanılan bir şey bu. Ama araştırdığınız zaman görüyorsunuz ki ciddi bir sorun su kıtlığı. Üstelik bir üçüncü dünya sorunu değil. Yani sular sadece Güney yarıkürede, yoksul ülkelerde kurumuyor. Suların çok büyük bir hızla kirleniyor olmasından dolayı Kanada, Almanya gibi su zengini ülkelerde de su krizi var bugün. Aslında suyu bol, ama kullanılabilir değil. Çünkü kirli. Bunun giderilmesi ise çok yüksek enerji ve maliyet gerektiriyor. Üstelik kirlilik giderildiğinde de aynı alanlarda (eskiden kullanılan) tekrar kullanılamıyor. Su talebi üç ana yerde var: bir tanesi evsel kullanım, bütün dünyada evsel kullanım tüketilen su miktarının en minimal kısmı. Ama son zamanlarda bu “tasarruf propagandalarının” tekabül ettiği gerçeklik şu ki: su gerçekten son derece kıtlaşmış durumda. Artık minimal alandan bile yapılacak tasarrufun kapitalizm için ciddi bir önemi var. Diğer alan tarım. Tarım ve sanayi arasında su kullanımı açısından müthiş bir çekişme var. Endüstrinin savı; en fazla suyu tarımın tükettiği ve bunun azaltılmasının yegane yolunun da tarımda modernizasyona gidilmesi gerektiği yönünde. Dünya Su Konseyi, Dünya Su Forumu gibi yapılar bunu vurguluyor. Ama bir başka okumayla da şunu söyleyebiliriz; yıllardan beri uluslar arası ticaret müzakereleri tarım sorunu yüzünden tıkanıyor. Yoksul güneye “tarımınızı liberalize edin ve tam piyasaya açın” deniyor. Onlar da “Tamam, yaparız. Ama siz de tarıma verdiğiniz sübvansiyonları kaldırın” diyor. Yani yoksul ülkeler de kendi sermayedarlarının çıkarına odaklanmış. Ama şimdi su kriziyle birlikte bu sıkıntıyı aşmanın olanakları da belirdi. Çünkü su yok, çok az sonuçta. Bölüşülmesi lazım. Bu bölüşümün esastan iki sektör arasında bölüşüleceğini öngörmek çok zor değil.




ÇİFTÇİLER İÇİN DEHŞET SENARYOSU 2006’DA YAZILDI


Çiftçi örgütlenmeleri direniyor buna. Ama benzer çıkarlar orada da söz konusu. Sulama birlikleri var Türkiye’de, Dünya Bankası modelidir. Daha önce Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından organize edilen kamusal yapılarken, kurulduğu günden başlayarak en yakın zamanda çiftçilere devredilmek üzere yapılmış. Ve Türkiye’de yüzde 90 oranında özelleştirilmiş. Büyük toprak sahiplerinin ellerinde. Ama geçimlik tarım yapan çiftçilerin suya erişimi giderek zorlaşıyor. Dünya Su Forumu’nun 3 yılda bir yaptığı toplantılardan Meksika Forumu sonrası çıkan tarımla ilgili bir rapor var. Baktığınızda dehşet projeyi görüyorsunuz. Yani tarlalara verilecek suya bile kontörlü sayaçların takılması gündemde. Bu eve takılan sayaca benzemez. Çünkü bir tarlayı sulamak için ihtiyaç duyulan su, evde sizin ihtiyaç duyacağınızdan kat be kat fazladır. Bunun paralılaşması küçük çiftçiliğin (geçimlik çiftçiliğin) tümden tasfiyesi anlamına gelir. Türkiye’de tarımla iştigal eden nüfusun ezici çoğunluğu bu grupta. Bu insanlar neyle yaşayacak? İşçileşmek zorunda. Ya kendi köylerine yakın sanayi merkezlerinde, yani tarıma dayalı endüstride. Ya da yakın büyük kentlere göç ederek orada yedek işgücü havuzuna eklemlenmek zorundalar. İkisinin bir arada olacağını varsayarsak, milyonlarca insan çıkıyor karşımıza. Bunun yarısının bile kentlere göç edeceğini düşündüğümüzde –tabii ki yoksulluklarıyla birlikte göç edecekler- işsizler ordusuna katılacaklar. Kentlerin dışında, altyapının en kötü olduğu alanlarda, suların en fazla kirlenmeye müsait olduğu alanlara yerleşecekler. Çünkü altyapı olmadığı için suya yakın olmak zorundalar. Bu mevcut kaynakların ve havzaların çok daha hızlı şekilde kirlenmesi demek. Başka şey de işsiz nüfusa eklendikleri için işsizlik oranlarında (çünkü daha önce tarımda çalıştıkları için işsiz görünmezken) birden bire artışlar olacak. İşsizliğin artması, çalışan işgücünün kazanımlarını geriletecek.




Tarımın bitmesi ne tüketeceğiz, ne yiyeceğiz sorununu da beraberinde getiriyor?


Ona çözüm bulmuşlar. Suyu bol olan su zengini ülkeler üretsin, siz ithal edin diyorlar. Adı da var: Virtual Water Use - Sanal Su Kullanımı. Hesap şöyle: Bir dilim biftek soframıza gelene kadar gerekli su miktarı şu kadar ton. Bir büyükbaş hayvanın doğumundan öldürülmesine kadar geçen süreçte beslenmesi ve içmesi için gereken su hesaba katılıyor. Bunların hepsi oranlanıyor ve tonlarla ifade ediliyor. En sonunda bir dilim bifteğe düşen su oranı tonlarca olarak karşımıza çıkıyor.


Bu nasıl bir veri?


Her şeyi böyle düşünmemizi istiyorlar. Ne kadar çok su tüketildiğini göstermek için yapıyorlar. Su kullanımının etkinleştirilmesi yani suyun daha az kullanılması. Çıplak gözle baktığında kapitalizmin yapısal işleyişine aykırı bir taleptir bu. Bir yandan daha fazla üretelim diyorlar, ama daha fazla satmayalım. Bu bir çelişki. Daha fazla satmayalım demek zorunda çünkü su gerçekten kıt. Bölüşüm sorunu kapitalistler arasında da var. Daha fazla üretelim demek zorunda çünkü bütün metalarda aşırı üretimin söz konusu olması gerek. Şuan ikisi aynı anda söyleniyor.


Aslında çuvallamış durumdalar demek ki…


İnanılmaz! Kendi içlerinde tutarsız ve çelişkili oldukları başka hiçbir bir alan yok. Su kıtlığını metalaştırarak önleyeceklerini söylüyorlar. İmkansız. Su kıtlığını çok kronikleştirecek bu. Bir kere herhangi bir ürünün değerinin piyasada belirlenmesi için o ürünün bir talebi ve arzının oluşması lazım. Ancak bu arz ve talep piyasada kesiştiği noktada bir değer (fiyat) oluşur. Şimdi suyun talebi belli: endüstri, evsel kullanım, tarım. Ama su için bir arzın oluşturulması gerekiyor. İşte bu arz en kritik nokta. “Suyun arzı” dediğimiz zaman kendi halinde akan bir nehir, kendi başına duran bir göl, yer altı suları şu andaki durumlarında ekonomik anlamda bir arzı temsil edemez. Ne zaman ki bu su kaynaklarına “canlı emek” ve “sermaye” ilavesi yapılır, ancak öyle “su arzı” anlamına gelir. Zaten sektöre tekil kapitalistler girecek. Her biri “ben bu alanda varım” diyerek girecek. Bu benim su arzım diyebilmesi için bir nehrin belli bir bölümüne bir baraj yapacak, bir miktar suyu orada hapsedecek. Ve işte benim su arzım şu kadar metreküp diyecek. Akan bir nehirde bunu söylemek mümkün değil. Nehirlere bir sürü kapitalist sahip olacak. Her biri başka bir yerine…


BİR NEHRE SEKİZ BARAJ


Bu en başta tarımı bitirecek gibi görünüyor…


Bitirir. Suyun doğal çevrimi var. Sosyal Bilimler ve Fen Bilimlerinin kesiştiği yer burası.


İstanbul’daki geçtiğimiz Dünya Su Forumunda şöyle bir örnek geçti. Su kıtlığı sebebiyle çıkarılan yasalara ilginç bir örnekti. Colorado’da yağmur suyu biriktirmek yasal suç dedi konuşmacı. Yağmur yağarken, örneğin bir kova koyup, orada suyu biriktirip mesela bahçemi sulayayım diyemiyorsunuz. Bunu da çok hararetle şöyle savunuyorlar: Çünkü o su yer altı sularına karışması gereken su ve o kişi diğer insanların su hakkını çalıyor… Bu örnek herhalde gelinen noktayı özetliyor…


Aynen öyle. Hindistan’da çok büyük bir nehrin üzerine sekiz baraj yapıldı. Sekizinci barajın inşaatı bittiğinde nehir diye bir şey yok, kuru bir nehir yatağı ve barajlar kaldı. Su çevrimi bitiyor çünkü. Artık kendi kendini yenileyemez hale geliyor nehir ve kuruyor. Sadece baraj göletleri kalıyor. Bu yeni metalaşma sürecinde Hindistan’daki bir örnek bunu bize söyleyen. Çok cazip bir sektör, çünkü talebi garanti. Kimse pahalı ya da zor bulunuyor diye sudan vazgeçemez; ne çiftçi ne de kapitalist. Ve hiç gündeme gelmeyen konu da endüstrinin su ihtiyacı. Sanayide suyun dahil olmadığı tek bir sektör yok. Hizmetler dahil. Üstelik hepsinin kaliteli suya ihtiyacı var. Kendi kullandığı suyu kirletiyor, arıtıyor ama aynı suyu kullanamıyor tekrar. Gene temiz su çekmesi lazım ve en değerli suyu, yer altı suyunu çıkarıyor. Ve bu hiç kayda da girmiyor. Türkiye endüstrisinin su kullanımı o yüzden çok düşük görünüyor. Atığını da şebekeye vermiyor, doğaya boşaltıyor. Dolayısıyla yakalamak imkansız. Yani kardeşim sen 10 ton su kullandım diyorsun ama şebekeye elli ton vermişsin? Bu nasıl oluyor demenin olanakları çok yok. Yakınındaki dereden ya da yeraltından kaçak su kullanıyor. Bir ikinci örnek, çektiğini de doğadan çekiyor, atığını da doğaya atıyor. Hiç su kullanmıyor gibi görünüyor ama müthiş su kullanıyor aslında. Kalan su kaynağını da yok ediyor.


40 YIL İÇİNDE BÜYÜK ARTIŞ!


Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, OECD ülkelerinde 1960 yılında tüketilen toplam temiz suyun sadece yüzde 12’si endüstri tarafından çekilmiş. 2000 yılına gelindiğinde bu rakam yüzde 59’a çıkmış. Yani kapitalist ülkelerde toplam su tüketiminin yüzde 59’u tek başına endüstriye gidiyor. Ve bu örtbas ediliyor. Şu anda gündemde olan bireysel tüketimler ve tarım. Şuanda çiftlikler ve fabrikalar arasında anlaşmalar yapılıyor. Şimdilik bu gerilimi sanayi ve tarım ittifakla hafifletmiş durumda. Ama çok kısa bir süre sonra bunun çatışmalara döneceğini görmek mümkün.


Bu uzlaşı hali ne kadar gider gibi görünüyor?


İklimsel olarak kuraklık kendini çok daha yakıcı hissettirdiğinde bu ittifakların çatışmaya döndüğünü hep birlikte görebiliriz. Mesela geçen yıl çok kuraktı tüm dünyada. Bu yıl nispeten daha iyi. Global bakmak gerekiyor su kıtlığı gibi bir meseleye. Türkiye bu sene böyle bir iklimde demek bütün dünyada öyle demek değil.


Evet şu anda Dünya Su Forumu toplantılarındaki oturumlara da baktığımızda bir “Entegre Su Yönetimi” politikası hakim diyebiliriz…


Public Private Partnership (PPP) - Kamu-özel işbirliği ortaklık projeleri, en büyük stratejileri şu anda. Halkın katılımı önemli onlar için en çok. Nedeni de yaptıklarına bir meşruiyet kılıfı bulmak. Bizim gibi ülkelerde bu daha kolay. Çünkü bizde suya erişimi olmayan kesimler de var. Bu insanlara suyu metalaştırıyorlar ama kapınıza kadar su gelecek dediğinizde, tamam, diyor. Çünkü 25 yıldır su kıtlığı yaşamış. Musluğumu açıp kullanabilecek miyim su metalaştığında diyemiyor. Yeter ki su o musluğa kadar gelsin. Burada üçüncü “P”, “Partnership” çok önemli. Suya erişimi olmayan yani yoksulların onları destekleyeceklerinden çok eminler. Bir de kimse bilmiyor ki, “suyun değerinin piyasada belirlenmesi” ne demek!


Suyun ticarileşmesini biraz açalım, bunun değerini nasıl belirleyecekler peki?


Şimdiye kadar da suya ödeme yapıyorduk, ne değişiyor ki diyorlar. Dışarıdan, marketten aldığımız pet şişe içme suları değil konu. O zaten bir meta. Ama evde musluğu açtığımızda gelen su henüz bir meta değil. Metalaşma demek, suyun aşırı miktarlarda yeraltından yerüstüne çıkarılması demek. Yani çevrime müdahale demek. Metalaşmadığı koşullarda parayla bile veriliyor olsa devlet bize sadece ihtiyaç duyduğumuz kadarını veriyor. Bir arz oluşturmak zorunda değil devlet. Kimin ihtiyacı ne kadarsa o kadar veriyor. Bu değişecek. Farklı kapitalistlerin su arzları oluşacak, bu eskisinden farklı. “O dere benim”, “Bu göl senin” anlayışı. Dünya Su Konseyi metinlerinde bu aynen yazıyor. İhtiyaç duyulandan fazla suyun depolanmasının doğa üzerinde gelecek dönemde açacağı tahribatı da düşünmek gerek diye cümleler var metinlerinde.


Suyun diğer metalardan farkı ne?


Kapitalizmde bütün metalar aşırı üretime konudur. İhtiyaçtan bağımsız, sürekli olarak aşırı miktarlarda üretilir. Bu yüzden de metaların fiyatları zaman içinde geriler. İlk bilgisayarı düşün; çok pahalıydı. Zamanla bir sürü üretici aynı sektöre girdi, emek ehilleşti, niteliği arttı. Ve artık bir bilgisayarı üretmek için gerekli emek zamanı azaldı. 20 yıl sonra muazzam bir düşüş oldu fiyatta. Suda bunu yapmak mümkün değildir. Çünkü su doğanın tüm canlılara armağanıdır ve oranı bellidir; istediğin kadar aşırı üretime tabi kıl, yeraltındakini yerüstüne çıkar. Dünyadaki temiz suyun miktarını artıramazsın. Toplamı aynıdır, ister yerüstüne çıkar, ister yerlatında tut. Ama sen yeraltındakini yerüstüne çıkardıkça, nehirleri bentlerle bölüp kapitalistlere dağıttıkça su kendini üretemez hale geleceği için kıtlaşma, kuraklık çok daha hissedilir olacak. Suyun piyasa fiyatı da kaçınılmaz olarak aşırı yükselecek. Kapitalist üretimin kendisi suyu kıtlaştıran bir nedenken şimdi bir de suyun kendisinin metalaşması suyu çok daha fazla kıtlaştıracak.


Şu anda özel mülkiyete geçmiş olan su kaynakları var mı dünyada?


Hindistan, Meksika, Gana ve birkaç Afrika ülkesinde var. Merkez kapitalist ülkelerde su kıtlaşan bir kaynak olduğu ve bütün kapitalistlerin çıkarı olan bir alan olduğu için, devlette kalmasına dikkat ediliyor. Tek bir kapitaliste vermek işlerine gelmiyor. Çünkü diğerlerinin aleyhine olabilir. Bizim gibi ya da Gana gibi daha geri ülkelerde ilk anda bir çare gibi görülerek su kaynağı doğrudan mülkiyet olarak satılıyor. Aynı hatayı -2007 temmuzuydu galiba- Tayyip Erdoğan bir açıklamasında yaptı. “Nehirleri, gölleri, bütün akarsuları satacağız. Biz o kadar aptal değiliz, nehirlerimizin boşu boşuna denize akmasına göz yumamayız.” demişti. Ama hemen geri adım atıp gelişmiş ülkeleri örnek aldılar. Kullanım hakkını veriyorlar, mülkiyetini değil. Çünkü bu tüm kapitalistlerin çıkarına değil. Ama ne kadar sürer tüm mülkiyetin devredilmesi süreci bilinmez. OECD suyun metalaşması için firmalara geçmesi şart değil, devlette kalabilir, diyor.


Zaten öyle de kar sağlayacak gibiler…


Bir kere sermaye birikimine kesinlikle pozitif etkisi olan bir süreç. Nedeni, suya ödenen bedel, üretilen metaın değerine dahil olmuyor. Çünkü metaın değeri piyasada belirleniyor. O değere dahil olan tek şey o metaın üretimine girmiş, kendisi de meta olan girdiler. Bütün metalarda değerler üretim sürecinde yaratılır, fakat bu değerin ne kadar olduğu dolaşım sürecinde belirlenir. Ne zaman ki suyu devletten değil, piyasadan satın alır bir meta olarak sermaye. O zaman sermaye yatırımı miktarı da değişmiş olur. Su da bir sermaye haline gelmiş olacağı için.


“KAPİTALİZM KRİZİ ATLATMANIN YOLLARINDAN BİRİ OLARAK SUYUN METALAŞMASINI GÖRÜYOR ”


Aynı zamanda başka bir çıkış yolu da şu; şu anda muazzam bir para-sermaye birikimi var dünyada. Ve bu yüzden 2008 Kasım krizi yaşandı. Finans piyasaları bu aşırı para-sermayeden dolayı çöktü. Kökeni sermayenin aşırı üretimine dayanıyor. Aşırı üretilen metalar dolaşımda bir sorunla karşılaşmadığı sürece para-sermayeye dönüşüyor. Fakat para-sermayenin tekrar hızla üretken sermaye oluşması lazım. Bunu yapamıyorlar. Çünkü bütün sektörlerde çok yüksek rekabet var, kar oranları çok düşmüş. Yeni metalar lazım: Su gibi, sağlık, eğitim gibi! Bunların metalaşması yeni yatırımlar, paranın değersizleşmesinin önlenmesi demek. Su muazzam altyapı gerektiren bir alan. Çünkü şebekeler kurmak, barajlar inşa etmek zorundasınız. Bu başıboş, hızla değersizleşen parayı çekeceksiniz.


Bunun yasal altyapısını oluşturmak için ne gibi çalışmalar var? Mesela bir nehir Türkiye’de doğuyor, Irak’tan da geçiyor ve İran’da bir göle akıyor diyelim. Bu suyu kim yönetecek? Bu sudan kim kar sağlayacak?


Türkiye’de su yasası taslağı çıkmış durumda. Bir Su Bakanlığı kurulması gündemde. Yanı sıra bir Su Yönetişim Kurulunun oluşması gündemde. Bu TÜSİAD’ın önerisi. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu sık sık Bakanlığın ve Su Yasasının çıkmak üzere olduğunu, bunun neden gerektiğini anlatıyor. Ama ciddi çelişkiler var. Bir yandan kültürel ve tabiat varlıklarını korunması misyonu olan bir Çevre Bakanlığı gibi bir kurumun altında bu konu. Bir yandan su gibi temel bir tabiat varlığının metalaşmasının bu kurumun altında yürütülmesi büyük çatışmalara yol açıyor. Dolaysıyla Çevre Bakanlığından çıkartmak gerekiyor konuyu. Ki kendiyle çelişmesin! Onun yerine bağımsız çalışacak, doğrudan başbakanlığa bağlı bir yapı olsun deniyor. Mesela Karadeniz’de 500 baraj projesi var. Selden yıkılan bir bölgede 500 baraj niye diyorsunuz? (Elektrik enerjisi için) diyorlar. (Sanayi de yok) diyorsunuz. (İhraç edeceğiz) diyorlar. Metalaşma için hep bir bahaneleri var.


ULUSLAR ARASI SULAR KİMİN SUYUDUR?


Uluslar arası sular konusunda çeşitli doktrinler var. Türkiye bu konuda “mutlak egemenci” yaklaşımı benimsiyor. Yani yukarı havza ülkelerinin çıkarlarını koruyan yaklaşım. İlk ABD’den çıkmış. Su kimin ülkesinden çıkıyorsa sahibi odur diye bakılan yaklaşım. Mesela, Fırat-Dicle Türkiye’den doğuyor, ama Suriye, Irak’a geçiyor. Suriye ve Irak aşağı havza ülkesi oluyor. Ama dünyada terkedilmiş olmasına rağmen bunu savunuyor Türkiye. Avrupa Birliği’nin (AB) desteklediği ise yalnızca “aşağı havza ülkelerinin çıkarını savunan” yaklaşım.




TÜSİAD İLK DEFA AB’DEN AYRI DÜŞTÜ


Niçin?


Çünkü aşağıdaki ülkelerin birikimini de korumanın yolu bu. Kaldı ki AB’nin genişleme süreçlerinin ve emperyalist yapısının durumunu düşündüğünüzde, suyu kıt olan yerlerin çıkarlarını savunması gerekiyor ki oralarda da sermaye birikim süreçleri yürütebilsin. BM de bu yaklaşımı savunuyor gitgide. BM’de 70’lerin sonlarından itibaren yaklaşım değişikliği var deniyor ulusal çevrelerce. Şimdiye kadar “sınır aşan sular”a BM, 77’den beri “uluslar arası sular” demekte. Bu ciddi bir politika değişikliğine işaret eder deniyor. Türkiye hala “sınır aşan sular” diyor, suyu kendine ait gördüğü için. Ama iki söylemde de kapitalist çıkarlar var. “Uluslar arası sular” diyenler kendi kapitalist çıkarlarına odaklı olarak zengin ülkelerden kendilerine su akışının kesileceği kaygısıyla böyle diyor. “Sınır aşan sular” diyenler, su benimdir diyen mutlak egemenci yaklaşım. Burada bana en ilginç gelen duruş TÜSİAD’ın duruşu. Son 20 yıldır pek çok liberalleşme alanında TÜSİAD, AB ile birebir örtüşüyor, istisnasız. Bu konuya dair hiçbir tarafta yer almıyor, ama AB’yi desteklemiyor. “Bu konuda gerekenleri Dışişleri Bakanlığımız yapmaktadır” diyor sadece. Devasa bir raporu var su konusunda, ama uluslar arası sular konusu hiç yok. Bakanlık tarafından yapılıyor dediği mutlak egemenci yaklaşım. Su bizimdir, kimseye veremeyiz yaklaşımı. Suyun metalaşmasını söylüyor, binlerce baraj yapılmalı, tamamen özel sektöre kontrolü verilmeli diyor. Bunların hepsi tamam. Bu bana bir tek şey söylüyor: Su kıtlığı bir retorik değildir. Bu bir gerçektir. Ve gerçek anlamda da sermaye sahiplerince bir bölüşüm çatışması gündemdedir. AB entegre su yönetimini savunuyor, çünkü bunda çıkarı var. Ama TÜSİAD’ın çıkarı çok net görülüyor ki bunda değil.


Yani Türkiye su kaynakları açısında yeterli durumda?


Türkiye mevcut su potansiyelinin sadece yüzde 33-34’ünü kullanan bir ülke. “Türkiye’de su sorunu var”, “Türkiye kıtlığa aday ülkelerden” söylemlerinin sebebi bu. Türkiye’ye gözlerin dikilmesinin nedeni de bu. Çünkü geriye kalan yüzde 65 sermaye yatırımı bekliyor. Bu sermaye Batı’da var, hem de başıboş, yatırım yapacak alan arayan bir sermaye. Türkiye’nin sunduğu cazibeyi bir düşünsene! Yüzde 65 su kaynağı yerin altında veya akar durumda ve yatırım bekliyor. Yanı sıra tarımda su kullanımının etkinleştirilmesini bekliyor. Sistemin krizini aşmaya yardım edecek şeyler bunlar.


Peki eşikteki su kıtlığı en çok hangi bölgelerde olacak?


En kötü durumda olanlar metalaşmış suyu ithal etmek zorunda olan kuraklaşmış ülkeler olacak. Endüstride son 20 yıldaki patlamayla, su kaynaklarını muazzam tüketen ve nüfusu da çok olan Asya ülkeleri kötü durumda. Ve tabii Afrika. Ülkeler dışında sınıflar (ekonomik) açısından bakmak lazım. Her ülkede en büyük zararı emekçi sınıflar görecek. En ileri aşamada suyun değeri dünya piyasasında belirlenecek ve tabii o zaman yoksul katmanlarda gelirlerinin satın alma gücü önemli olacak. Suyun dünya piyasasında belirlenmesi tek bir fiyatı getirecek ve Kanada’daki işçinin aylık kazancının satın alma gücüyle, Gana’daki işçininki bir değil. Ve aynı düzeyde etkilenmeyecekler. Reel ücretlerinde hepsinin bir azalma olacak. İşveren su metalaştı ve bu da su ücreti diye bir ücret vermeyeceği için!


5. Dünya Su Forumu İstanbul’da oldu ve burada sizin de içinde bulunduğunuz alternatif bir birlik oluştu. Şu anda bu birlik ne durumda politik olarak?


“Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu” duruyor. Ama aynı momentumda değiliz. Antikapitalist bir yapıyız. Burada “nasıl bir mücadele” sorusu bence önemli. Bana göre suyun metalaşmasına karşı yürütülecek mücadele kaçınılmaz olarak sistem karşıtı olmak zorunda.


Su kıt bir kaynak nihayetinde. Sermayenin suyu bu kadar pervasız kullanımı, eninde sonunda bu zaten kıt olan kaynağı çok kıtlaştıracağı için baş gösterecek olan kuraklık en sonunda suya erişimi herkes için imkansız kılacak bir dünyaya doğru götürmüyor mu herkesi?


Çok doğru! Sadece o da değil. Su bütün üretimlerde vazgeçilmez bir girdiyse, metalaşma yoluyla temiz su giderek azalıp yok olacaksa, gün gelecek kapitalistler üretimini sürdürmek için ihtiyacı olan suyu bulamayacaklar. Bu Marks’ın bir öngörüsüyle o kadar güzel örtüşüyor ki; “Kapitalist üretim belli bir aşamaya geldiğinde” diyor Marks, “Artık o üretimin kendisi, üretim süreçlerinin önünde bir engel haline gelmeye başlar.” Gerçekten de meta üretimine dayalı bu sistem, meta üretimine dayalı olmaktan dolayı su kaynaklarının sonuna kadar tüketilmesine ve su bulamadığı için üretim yapamamasına sebep olacak. İşte suyun diğer metalardan farkı bu!


Acaba kapitalizmi su meselesi mi çökertir!


Neden olmasın? Eğer Bolivya’da –çok örgütlü olmayan bir biçimde başlamış- bir su mücadelesi bir iktidarı yerinden edip, bir sosyalist iktidarı başa getirdiyse... Toplumsal süreçlerin hangi olaylarla, ne zaman patlak vereceğini hiç kimse öngöremez. Bir sigara yasağı bile buna yol açabilir. Önemli olan bunun örgütlü bir tepkiye dönüşmesi.


İklim değişikliğine karşı mücadeleyle örtüşecek gibi de duruyor su mücadelesi?


Örtüşmesi lazım, fakat iklim değişikliğine karşı hareketlerin sistem karşıtı olduğunu söylemek çok kolay değil. Bu istem içinde çözüm arıyor gibiler. Rıza mekanizmaları üzerinden olacak şeyler değil bunlar.




Doktora tezi olarak su meselesini ele almanızın sebebi neydi?


Benim kafama takılan konu şuydu; su kapitalist üretimde bir girdiyse, nasıl oluyor da tek tek kapitalistler suyun metalaşmasına karşı çıkmıyor? Buradan yola çıktım ben. Böyle öngörüyordum. Ama ancak analiz ettiğimde bundan kar sağlayabileceklerini gördüm. Devletten bedava almanın onların çok avantajına olduğunu düşünüyordum. Bunun onlar için dezavantaj olduğunu bu tez çalışması bana gösterdi. Bir de ben sosyal bilimler alanında bir tez yazdım. Ama fen bilimleri alanında da, özellikle iklim, ekosistem, tarım konusunda ciddi okumalar yapmamı zorladı. Tezi o anlamda ilginç kılan bu iki disiplini; sosyal bilimler ve fen bilimlerini kesiştiren ve ortaklaştıran bir konu olması. Fen bilimciler saf bir ekosistem meselesi gibi ele alıyor konuyu. En fazla sistem karşıtlığı gözleniyor metinlerinde. –özellikle coğrafyacılar- kapitalist sistem yüzünden su kıtlaşmıştır, çözümü de sistemin aşılmasıdır diyerek doğru tespit ediyorlar. Ama bunu değer teorisi üzerinden birebir somutlayarak gösteren bir çalışma dünyada yoktu. Bu anlamda bu çalışma bir ilk. Ve tek yol göstericim Marks’ın teorisiydi. SAV Yayınları’ndan kitap olarak da basıldı. “Suyun metalaşması: Kıtlığın nedeni kıtlığa çare olabilir mi?”