29 Nisan 2025 Salı

Güç Oyunları Yeni Bir Dünyayı Doğuruyor

IMF, “Son 80 yıldır çoğu ülkenin faaliyet gösterdiği küresel ekonomik sistem sıfırlanıyor” diyerek tarihi bir kırılmaya işaret ediyor. Dünya sahnesi, II. Dünya Savaşı sonrası kurulan liberal ekonomik düzenin çözülmeye başladığı, güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir döneme giriyor. ABD-Çin ticaret geriliminden Rusya’nın enerji hamlelerine, BRICS’in çok kutuplu dünya vizyonundan Avrupa’nın ekonomik çalkantılarına kadar her gelişme, bu dönüşümün ayak sesleri. Küresel düzen, hem fırsatlar hem de tehditlerle dolu bu yeni dönemin eşiğinde.

Realizmin Sert Yüzü: Güç Mücadeleleri ve Sıfırlanan Dengeler

ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergilerini çekmesi, buna karşılık Çin’in ABD ürünlerine %84’lük tarife getirmesi, realizmin “güç belirleyicidir” anlayışını yeniden sahneye taşıyor. IMF’nin küresel büyümenin %1,5 daralabileceğini öngörmesi, bu sıfırlanan sistemin bedelini yalnızca büyük oyunculara değil, Türkiye gibi ihracat odaklı ekonomilere de yükleyebileceğini gösteriyor. Bu güç mücadelesi, altın fiyatlarını zirveye taşırken dolar endeksini dibe çekiyor. Ticaret savaşları, mevcut sistemin çatırdadığının bir göstergesi. Artık kazan-kazan değil, sıfır toplamlı oyunlar masada.

Liberalizmin İnce Çizgisi: Sıfırlanan Düzenin Yeniden İnşası Mümkün mü?

Liberal teori, devletlerin işbirliğiyle ortak refah yaratabileceğini savunsa da bu fikir, yeni dönemde daha kırılgan. Umman’daki ABD-İran müzakereleri, yaptırımların hafifletilmesi ve nükleer anlaşmaya dönüş ihtimaliyle liberalizmin soluk aldığı anlar yaratıyor. Ancak sıfırlanan sistemin yeniden inşası, realist güç mücadelelerinin gölgesinde gerçekleşiyor. Türkiye’nin olası arabulucu rolü, bu yeni düzende diplomasinin inşa edici etkisini koruyabilir. Ama liberal iyimserlik, tarihsel bir yol ayrımında kendini tekrar kanıtlamak zorunda.

Yapısalcılığın Yükselişi: BRICS ve Yeni Ekonomik Düzen Arayışı

IMF’nin vurguladığı sistem sıfırlaması, BRICS’in “Küresel Güney” adına kuralları yeniden yazma çabasını daha anlamlı kılıyor. Zirvede yerel para birimleriyle ticaret ve yeni üyelerle genişleme planları, Batı merkezli finansal mimariye alternatif yaratma arzusunun işareti. Türkiye’nin BRICS’e “ortak” statüsünde göz kırpması, yapısalcı teorinin “sistem normlarla yeniden şekillenir” anlayışını destekliyor. Ancak mevcut düzenin değişime direnci yüksek; NATO müttefiklerinin Türkiye’nin bu flörtünden rahatsız olması, sistemin sıfırlanırken bile eski kuralları koruma refleksinin sürdüğünü gösteriyor.

Merkantilist Hamleler: Enerji Üzerinden Güç Sıfırlaması

Rusya’nın enerji kozunu kullanarak Avrupa’yı köşeye sıkıştırma çabası, merkantilist teorinin tam anlamıyla vücut bulmuş hali. Ukrayna’nın gaz transit anlaşmasını uzatmama tehdidi ve TürkAkım’la Avrupa’nın enerji güvenliğini tehdit etmesi, sıfırlanan sistemde enerji kaynaklarının bir silaha dönüştüğünü kanıtlıyor. Avrupa’da enerji fiyatlarının %20 artabileceği öngörülürken, Türkiye için enerji merkezi olma fırsatı doğuyor. Ancak bu fırsat, küresel piyasalarda dalgalanmalar yaratmaya devam edecek.

Eleştirel Teori: Avrupa’nın Krizi ve Kapitalizmin Yorgunluğu

Avrupa’da Almanya’nın ekonomik daralması ve ECB’nin sıkı para politikası, kapitalist sistemin içsel krizlerinin yeni dönemde daha da görünür hale geldiğini ortaya koyuyor. Eleştirel teori, bu krizi kapitalizmin eşitsizlik ve istikrarsızlık üreten doğasıyla açıklıyor. IMF’nin “sıfırlanan” sistem vurgusu, belki de kapitalizmin merkezinde bir dönüşüm ihtiyacını işaret ediyor. Avrupa’daki durgunluk, Türkiye gibi ekonomileri de etkileyebilir; ancak Afrika ve Ortadoğu pazarları, Türkiye’ye yeni dönemde bir çıkış kapısı olabilir.

Türkiye’nin Stratejik Duruşu: Yeni Düzenin Eşiğinde

Türkiye, sıfırlanan bu küresel düzende hem riskler hem de fırsatlarla karşı karşıya. S&P’nin kredi notunu artırması ve CDS primlerinin düşmesi, liberal işbirliğinin meyvelerini gösteriyor. Mehmet Şimşek’in “öngörülebilir ekonomi” vurgusu, Türkiye’yi bu yeni düzenin güvenli limanlarından biri haline getirebilir. Öte yandan BRICS’e yakınlaşma, yapısalcı bir yeni düzen arayışını yansıtıyor. Türkiye, realist güç mücadeleleri, liberal işbirlikleri ve yapısalcı alternatifler arasında denge kurarak sıfırlanan sistemde yerini belirlemeye çalışıyor.

Türkiye’nin savunma sanayisindeki atılımları, bu yeni küresel düzende hem ekonomik hem de stratejik iş birliklerine güç katıyor. İHA ve SİHA ihracatıyla 2024’te 5 milyar doları aşan savunma sanayi ihracatı, realizmin “güç, uluslararası arenada söz hakkı getirir” anlayışını pekiştiriyor. Bu ürünlerin Ukrayna’dan Katar’a, Afrika’dan Orta Asya’ya uzanan geniş bir yelpazeye ihraç edilmesi, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak algısını artırıyor. Öte yandan bu gelişmeler, liberalizmin “ekonomik iş birliği barış getirir” teziyle de örtüşüyor; çünkü savunma sanayi ihracatı Türkiye’yi yeni pazarlarla buluşturuyor, ticareti çeşitlendiriyor ve diplomasiyi destekliyor. Realist bir bakışla askeri kapasiteyi artırırken, liberal bir perspektifle uluslararası ekonomik entegrasyonu derinleştiriyor. Türkiye, savunma sanayisiyle yalnızca güvenliğini değil, aynı zamanda diplomatik ve ekonomik esnekliğini de güçlendiriyor.

Sonuç: Sıfırlanan Sistem, Yeniden Yazılan Kurallar

IMF’nin tespiti doğru: Küresel sistem sıfırlanıyor. Bu sıfırlama, yalnızca ekonomik kuralları değil, güç dengelerini, diplomatik ilişkileri ve ideolojik çatışmaları da yeniden şekillendiriyor. Türkiye için bu yeni dönemde dengeyi sağlamak, fırsatları değerlendirmek kadar riskleri yönetmeyi de gerektiriyor. Dünya, eski düzenin enkazı üzerine yeni bir oyun kurmaya hazırlanıyor. Oyunun kuralları ise henüz yazılmadı.


21 Nisan 2025 Pazartesi

Ticaret Savaşları, Faiz Oyunları ve Ekonomik Hamleler


Dünya ekonomisi adeta bir satranç tahtasına döndü. ABD ile Çin arasındaki tarife kavgası, Türkiye’nin faiz hamlesi, Suriye ile yeni ekonomik köprüler ve küresel finans liderlerinin Washington’daki buluşması… Peki, bu gelişmeler ne anlama geliyor? Devletler neden bu hamleleri yapıyor ve bizi nasıl etkiliyor?

Tarife Savaşları: ABD ve Çin’in Güç Gösterisi

Haftanın en büyük gürültüsü, ABD ile Çin arasındaki tarife savaşlarından geldi. ABD Başkanı Donald Trump, Çin hariç birçok ülkeye uyguladığı gümrük vergilerini 90 günlüğüne askıya aldı. Akıllı telefonlar, bilgisayarlar ve çip gibi teknoloji ürünleri bu muafiyetten nasibini aldı; yani bu ürünlerin fiyatları şimdilik artmayacak. Ama Çin durur mu? Hemen misilleme yaptı ve ABD’ye yönelik tarifeleri %84’e fırlattı. Bu, iki devin ekonomik ringde yumruklaşması gibi: Her biri diğerini zayıflatmaya çalışıyor.

Bu savaş neden önemli? Çünkü küresel ticaretin çarkları yavaşlıyor. Birleşmiş Milletler’e göre, dünya mal ticareti 2025’te %0,2 daralacak. Bu, fabrikaların üretimini kısmak, işçilerin işini kaybetme riskiyle yüzleşmek demek. ABD ve Çin’in bu restleşmesi, sadece onları değil, Türkiye gibi ihracata dayalı ülkeleri de etkiliyor. Mesela, Türkiye’nin Avrupa’ya sattığı tekstil veya otomotiv parçaları, bu ticaret durgunluğundan zarar görebilir.

IMF-Dünya Bankası Toplantıları: Liderler Ne Konuştu?

Washington’da toplanan IMF ve Dünya Bankası’nın Bahar Toplantıları, küresel ekonominin nabzını tuttu. Fed Başkanı Jerome Powell, “Tarifeler beklenenden daha sert vurdu,” diyerek alarm zillerini çaldı. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde ise tarifelerin enflasyonu körükleyebileceğini söyledi. Yani, market sepetinizdeki fiyatlar artabilir, çünkü bu tarifeler malların maliyetini yükseltiyor.

Bu toplantılar, dünya liderlerinin bir araya gelip “Ne yapacağız?” diye kafa yorduğu bir arena. Ama açıkçası, herkes kendi çıkarını kolluyor. ABD, Çin’e karşı üstünlük peşinde; Avrupa, enerji ve gıda fiyatlarıyla boğuşuyor. Türkiye ise bu sahnede hem bölgesel gücünü artırmaya çalışıyor hem de içerdeki enflasyonla mücadele ediyor.

Türkiye’nin Hamleleri

Türkiye, bu haftayı boş geçmedi. Merkez Bankası, politika faizini %46’ya çekti. Bu ne demek? Bankalar paranızı daha yüksek faizle değerlendirecek, ama kredi almak isteyenler için borçlanma pahalılaşacak. Örneğin, 500 bin TL’nizi 32 gün vadeli mevduata yatırırsanız, daha fazla getiri elde edebilirsiniz. Ama bu, aynı zamanda esnafın, küçük işletmelerin borç yükünü artırabilir.

Bir yandan da Ticaret Bakanı Ömer Bolat, Suriye’ye gitti ve yeni hükümetle ekonomik iş birliğini konuştuğu. Bu, Türkiye için hem ticari hem de siyasi bir hamle. Suriye’yle ticaret artarsa, Türk firmaları yeni pazarlar bulabilir; sınır ticareti canlanabilir. Ama bu aynı zamanda Türkiye’nin bölgedeki etkisini artırma planının bir parçası. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in İstanbul’daki Uluslararası Ekonomi Zirvesi’nde “Cari açık vermeden büyüyoruz,” demesi de bu özgüvenin bir göstergesi. Türkiye, ekonomik sorunlarına rağmen dünya sahnesinde “Ben de varım” diyor.

Küresel Piyasalarda Neler Oluyor?

Diğer taraftan İran, ABD ile Roma’da yaptığı görüşmelerin ardından Tahran Borsası’nda rekor kırdı. Bu, İran’ın ekonomik direncini göstermek için bir fırsat yakaladığını gösteriyor. Güney Kore Merkez Bankası faizleri sabit tuttu ama “Gevşeme gelebilir,” sinyali verdi. Yunanistan, mali disipliniyle övünüp kredi notunu yükseltti. Japonya ve ABD, tarife görüşmelerinde ilerleme sağladı. Ama Mersin’de ele geçirilen 5 bin sahte 2 Euro, küresel ekonomideki güven sorunlarını hatırlattı. Sahte para, küçük bir olay gibi görünebilir ama uluslararası ticarette güven sarsılırsa, herkes kaybeder.

Peki, Bizi Ne Bekliyor?

Dünya ekonomisinin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha görüyoruz. ABD ve Çin’in kavgası, küresel ticareti yavaşlatırken, Türkiye gibi ülkeler hem içerdeki sorunlarla mücadele ediyor hem de bölgesel fırsatları kovalıyor. Faiz artışları, enflasyon korkusu ve ticaret savaşları, hepimizin cebini etkileyecek. Market fiyatları artabilir, ihracat yapan firmalar zorlanabilir, ama Suriye gibi yeni pazarlar umut olabilir.

Devletler, bu satranç tahtasında kendi hamlelerini yapıyor. ABD, küresel liderliğini koruma peşinde; Çin, ekonomik gücünü ispatlamaya çalışıyor; Türkiye, hem enflasyonla savaşıyor hem de bölgede söz sahibi olmaya oynuyor. Bizler, bu oyunun seyircisi değil, doğrudan etkilenenleriyiz. Önümüzdeki haftalarda bu hamlelerin sonuçlarını daha net göreceğiz. Ama bir şey kesin: Dünya ekonomisi, bu fırtınalı sularda kolay kolay sakinleşmeyecek.

19 Nisan 2025 Cumartesi

Mesleki Eğitimin Önemi


TÜİK’in Hanehalkı İşgücü Araştırması sonuçlarına göre, mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı %8,2'ye yükselirken, genç nüfusta bu oran %15,0 olarak kaydedildi. İşsizlik oranlarındaki bu yükseliş, özellikle gençler için geleceğe dair endişeleri artırıyor. Ancak, bu tablo aynı zamanda mesleki eğitimin önemini ve gençlerin bu alanda yapması gerekenleri de yeniden gözler önüne seriyor.

Mesleki Eğitimin Önemi

Türkiye'de genç nüfusun işgücü piyasasına katılımı, işsizlik oranlarının düşürülmesi ve nitelikli iş gücünün artırılması açısından kritik bir önem taşıyor. Bu durum, genç iş gücünün iş piyasasına entegrasyonu konusunda ciddi bir boşluk olduğunu gösteriyor.

Mesleki eğitim, gençlerin hızla değişen teknoloji ve iş piyasası taleplerine uygun beceriler edinmelerine yardımcı olabilir. Teknoloji hızla gelişiyor ve buna bağlı olarak da meslekler ve iş yapma biçimleri değişiyor. Özellikle dijitalleşme, yapay zekâ ve otomasyonun iş dünyasında büyük değişimlere neden olduğu bir dönemde, mesleki eğitim, gençlerin bu dönüşüme ayak uydurmasını sağlayacak temel unsurlardan biri olarak öne çıkıyor.

Teknoloji ve Nitelikli İş Gücü

Teknoloji geliştikçe, bazı meslekler ortadan kalkarken yeni meslekler de ortaya çıkıyor. Bu süreç, nitelikli iş gücüne olan ihtiyacı artırıyor. Türkiye'de işsizlik oranlarının yükselmesinin ardında, gençlerin teknolojinin sunduğu yeni fırsatları değerlendirememesi de yatıyor. Örneğin, yazılım geliştirme, veri analizi, siber güvenlik gibi alanlarda nitelikli iş gücüne olan talep artarken, bu alanlarda eğitim alan gençlerin sayısı sınırlı kalıyor.

Hangi Adımlar Öne Çıkıyor?

Mesleki Eğitim ve Sertifika Programlarına Katılım: Gençlerin, özellikle üniversite dışında mesleki eğitim veren kurumlar tarafından sunulan sertifika programlarına katılarak, teknoloji ve dijital becerilerini geliştirmeleri büyük önem taşıyor. Bu tür programlar, gençlerin hem iş bulma olanaklarını artıracak hem de kariyerlerini hızla ilerletmelerine katkı sağlayacaktır.

Girişimcilik ve Yenilikçi Düşünce: Türkiye’de genç işsizliği azaltmanın bir yolu da girişimcilik kültürünün yaygınlaştırılmasıdır. Girişimcilik ekosistemi, gençlerin kendi işlerini kurmalarına ve ekonomiye katkı sağlamalarına olanak tanıyor. Yeni iş fikirleri geliştiren genç girişimciler, aynı zamanda yeni istihdam alanları da yaratabilir.

Teknoloji Okuryazarlığı ve Dijital Yetenekler: Gençlerin, dijital becerilerini artırmak için yazılım dillerini öğrenmeleri, veri analitiği, yapay zekâ ve siber güvenlik gibi konularda eğitim almaları, iş piyasasında rekabet avantajı sağlayacaktır. Teknoloji okuryazarlığını geliştirmek, iş dünyasında başarılı olmanın temel anahtarlarından biridir.

Staj ve İş Deneyimi: Eğitim döneminde staj ve yarı zamanlı iş deneyimleri kazanmak, mezun olduktan sonra iş bulma şansını artırır. Gençlerin, öğrendikleri teorik bilgileri pratikte uygulama imkânı bulmaları, iş piyasasına daha hızlı adapte olmalarını sağlar. Stajlar, gençlere yalnızca mesleki beceriler kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda iş dünyasındaki kurumsal kültürü, iş yapış biçimlerini ve profesyonel etik kuralları da öğretir. Gençler, staj süresince iş yerindeki mentorlerinden doğrudan geri bildirim alarak kendi güçlü ve zayıf yönlerini keşfetme fırsatı bulurlar. Yarı zamanlı işler de öğrencilerin hem finansal bağımsızlık kazanmalarına hem de farklı iş ortamlarını tanıyarak deneyimlerini çeşitlendirmelerine katkı sağlar. Gençlerin kariyerlerini şekillendirmeden önce farklı sektörlerde staj yapmaları, kendilerine en uygun alanı belirlemelerine yardımcı olabilir. Örneğin, mühendislik okuyan bir öğrenci hem üretim hem de araştırma-geliştirme (Ar-Ge) alanlarında staj yaparak hangi sektörde çalışmak istediğine karar verebilir. Bu sayede, mezun olduktan sonra iş arama sürecini daha bilinçli ve hedefe yönelik bir şekilde yürütebilirler.

Networking Geliştirme: İş dünyasında başarılı olmanın en önemli unsurlarından biri de doğru kişilerle iletişim kurmaktır. Gençlerin alanlarıyla ilgili konferanslara, seminerlere ve workshoplara katılması, sektördeki güncel gelişmeleri takip etmelerine ve önemli bağlantılar kurmalarına olanak tanır. Bu tür etkinlikler, profesyonel ağ oluşturmanın yanı sıra sektörde tanınan ve saygı duyulan kişilerle doğrudan iletişim kurma fırsatı da sunar. Böylece gençler, ilgi alanlarına yönelik yeni fırsatları ve trendleri keşfedebilirler. Mentorluk programları, gençlerin kariyer yolculuklarında deneyimli profesyonellerden rehberlik almalarına olanak tanır. Mentörler, gençlere sektörde karşılaşabilecekleri zorluklar hakkında bilgi verir ve kariyer planlarını oluştururken stratejik kararlar almalarına yardımcı olur. Ayrıca, mentorluk süreci, gençlerin iş dünyasında kalıcı bağlantılar kurmalarını ve güvenilir bir sosyal çevre oluşturmalarını sağlar.


Kişiliğin gücü güç müdür?

Kadın ve erkek bütün insanlar, bir kişiliğe sahip olmak için çalışırlar. Kişilik, doğuştan getirilen bir durum değil, sonradan çabayla elde edilen bir olgudur. İnsanın hayatında sahip olduğu şey, aslında malı, mülkü, makamı, şöhreti veya parası değildir. İnsanın aslında sahibi olarak görülebileceği tek şey, kişiliğidir. Kişiliğimiz, insanlarla, malla, makamla, şöhretle ilişkimizi belirleyen ana dinamiktir. Birçok insan,  kişiliğini  oluşturmaktan kendini aciz hissettiği için,  sahip olduğu malı, makamı, arabayı, arsayı veya gücü  kişiliğinin kendisi haline getirmektedir. Bu tipler, kendine özgü bir kişiliğe sahip olmaktan ziyade daha fazla güce, mala ve paraya sahip olmanın  kişiliksizlik problemini çözeceğini vehmetmektedirler.

Sahip olduğu  malın, makamın ve gücün  esir aldığı kadınlar ve erkekler için aklın, adaletin ve ahlakın hiçbir anlamı, değeri ve işlevi yoktur. Çok güce ve mala sahip olmanın    kendilerine zalim, küstah ve hoyrat olma imtiyazı verdiği yanılsaması içinde olan insanların her alanda çoğalması, ciddi bir insanlık krizi içinde olduğumuzu göstermektedir.

Bir erkeğin veya kadının  kendisine ait özgün ve özgür bir kişiliğe sahip olması,  herkesin önünde duran çetin bir meydan okumadır. Ataerkilizme, geleneklere, cinsiyetçiliğe, ayırımcılığa ve fanatizme teslim olmuş kadın ve erkeklerin sembolleri, yaşam tarzları, güç ilişkileri, makam ve şöhret bağımlılıkları, aslında insanın  esaret durumu anlamına gelmektedir. Daha çok gücün, şöhretin, ayırımcılığın ve maddiyatın insanı özgürleştirmediği  gerçeğiyle yüzleşmek çok önemli bir ihtiyaçtır. Kendisine özgü bir kişiliğe sahip olmak için akıl, ahlak ve adalet açısından aciz olan erkeklerin ve kadınların kişiliksizlik durumları  hürriyetsizliğe, onursuzluğa ve sahteliğe neden olmaktadır.

Güç, makam ve para  sahibi olmayı  her türlü  ahlaksızlığı, akılsızlığı ve adaletsizliği yapma  imtiyazına sahip olmak  olarak anlayanlar,  hayatın her alanında her türlü kötülüğü, kabalığı, akılsızlığı ve çılgınlığı yapabilmektedirler. Kişiliksizlik ve güce  bağımlı olma, hayatı çölleştirmektedir. Kişiliksizlik ve güçperestlik, kötülüğü sıradanlaştırmaktadır. Güce sahip olmanın, kişiye her türlü kötülüğü yapma ve sıradanlaştırma imtiyazı  verdiği illüzyonu içinde küstahlaşan kişiliksiz kişi örneklerine maruz kalmak, hayatımızı çölleştirmekte ve tüketmektedir.

Güç, para, şöhret ve makam, insanı kişiliksizleştirmektedir. Güç, para ve makam herkesi bozabilmektedir. Gücün, şöhretin ve paranın  cinsiyeti ve dini yoktur. Güç, şöhret ve para, kadın ve erkek her insanı yozlaştırabilmektedir.

Özgür ve onurlu bir kişiliğe sahip olmak, aklı, ahlakı ve adaleti gerektirmektedir. Özgür ve onurlu bir kişiliğe sahip olmak, insanın insanı istismar etmesi anlamına gelecek her türlü yolu reddetmek demektir. İnsan olmak, amaca ulaşmak için  her türlü aracı mubah görmek demek değildir. Akıldan, ahlaktan ve adaletten soyutlanan insan, aslında insanlığından soyutlanmıştır. Akılsız, ahlaksız ve adaletsiz bir hayat, vahşetten ve barbarlıktan  başka bir şey değildir. İnsanın hayatını onurlu ve özgür bir şekilde tamamlamasının yolu, adalet, akıl ve ahlak çerçevesinde yaşamaktan geçmektedir. Güç, makam ve şöhret gibi unsurların asli değer haline gelmesi, insanın   her esen rüzgara savrulmasına yol açmaktadır. Kişilik, insana bir yön ve yöntem belirlemektedir. Kişilik yerine güç ve şöhret gibi yapay unsurların  öne çıkması, kişinin  hep dıştan güçlerin ve faktörlerin müdahalesine maruz kalması  durumunun  ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Güç, şöhret veya mal sahibi olmanın, iyiyle, güzellikle ve doğrulukla ilişkisi yoktur. Çok sözün yalansız, çok malın haramsız olmadığı sözü, aslında  bu gerçeği ifade etmektedir. Hayatlarında iyi kişilik sahip olmayı amaç olmaktan çıkaran insanlar ve gruplar, diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için güç sahibi olmayı en yüce  değer ve amaç haline getirebilirler. Güçlü olmak, her şey olmak olarak algılanmaktadır. Sahip olunan güç sayesinde başkalarının duyguları, düşünceleri, kavrayışları ve değerleriyle kolayca oynanacağını düşünenler, kendilerini hiçbir ahlaki ve insani değerle kayıtlı görmemektedirler. Sorunları çözmenin yolu, mutlak güç, maddiyat ve şöhret sahibi olmaktan geçmemektedir. Varoluşunu  akıl, ahlak ve  adalet üzerine oluşturmaya çalışan kişilik sahipleri, sorunları çözen, insana ve hayata katkı sunan  perspektifler, girişimler ve pratikler ortaya koyabilirler. Kişiliğin gücü, güç değildir. Kişiliğin gücü, akıl, ahlak ve adalettir.

Baharla gelen yorgunluk

Değerli dostlar, eden ve ruh sağlığımızı olumsuz etkileyen yaşanmışlıklar yetmiyormuş gibi birde baharla birlikte atmosferde yaşanılan doğal değişimlere uyum sağlamakla karşı karşıyayız.

Baharla birlikte yaşamaya başladığımız değişik yakınmalara karşı alınacak bazı tedbirlerden bahsedeceğim.

Bu günlerde hissedilmeye başlanan yorgunluk, uyku düzensizliği, uyuşukluk, vücutta yaygın ve gezen ağrılar ve mizaç değişiklikleri ile seyreden yakınmaların bir kısmını bahar yorgunluğu ile açıklamak mümkün olabilir.

Bahar mevsimi ile atmosferdeki ısı, elektrik dengesi değişimleri ile birlikte değişen pozitif ve negatif enerji düzenine hemen uyum sağlamamız mümkün olamamaktadır.

Bu uyumsuzluk çok hassas olan hücrelerimizde de küçük çaplı olumsuzlukların gelişmesi ile mevsimsel değişime uyumu zorlaştırarak bahar yorgunluğu olarak bilinen şikâyetlerin başlatılmasına sebep olmaktadır.

Başlangıçta pek önemsenmeyen yorgunluk bitkinlik ve halsizlik giderek artar ve yaygın kas eklem ağrıları ve mizaç değişiklikleri ile de yaşam kalitesini bozmaya başlar.

Uyku düzenindeki bozulma ile etkisini daha da artırarak iş verimini ve sosyal yaşam da sorunlarla karşılaşılır.

Vücut direncimiz ortamdaki enerji dengesizliğinden dış ortamdaki ani ısı farklılaşmasından veya iyon akışındaki bozulmadan dolayı düşer. Bu düşüş çeşitli fırsatçı mikrop ve virüslerin hücrelerimize saldırmasına ve vücut savunmamızın zayıflamasından dolayı hastalıklara yatkın hale gelmemize sebep olarak yorgunluğun daha da artmasına zemin hazırlar.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım sorunlara özellikle kalabalık ve gürültülü şehir hayatını, hava kirliliği araba ve teknoloji gürültüsünü kattığımızda hatta stres faktörlerinin üzerimize yükledikleri ile birlikte değerlendirdiğimizde mücadele etmek zorunda olduğumuz önemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuz gerçeği ile hemen karşılaşırız.

Bu mücadeleyi kazanmak ve şikâyetleri en az düzeyde hissetmek istiyorsak dikkat etmemiz gereken hususlar var.

Özellikle mevsim değişikleri dönemine mahsus dış ortam ısı değişikliklerine karşı koruyucu giysilerle korunmalıyız. Terlemeye karşı pamuklu giysiler gün içi ani ısı değişiklerini de göz önünde bulundurmamız gerekir.

Kahvaltı öncelikli ve önemli bir başlangıçtır dengeli hatta birazda zenginleştirilmelidir.

Özellikle kalp astım romatizmalı hastalıklarda mevsimsel yorgunluk daha bariz hissedildiği için bu hastaların beslenme ve bakımları daha titiz olmalıdır. Tedavileri aksatılmamalıdır.

Bahar mevsiminde hücre yenilenmesi vücudun tamir ihtiyaçlarındaki artma nedeni ile özellikle B ve C vitaminlerini doğal yollardan almaya dikkat etmeliyiz. Bunun içinde baharla birlikte bollaşan yeşil sebzelerle sofraları zenginleştirmeliyiz.

Vücudumuzun ve hücrelerimizin olmazsa olmaz doğal gıdası olan uyku çok önemli bir mücadele metodudur. Her insana göre süresi farklı olmakla birlikte 6-8 saat uyku gıdasını zamanında alarak bahar yorgunluğu ile mücadelemizi güçlendirebiliriz.

Günlük almamız gereken sıvı miktarını ihmal edemeyiz, özellikle bu mevsimlerde yeterli miktarda sıvı almaya çalışarak halsizlik ve yorgunluğa sebep olan çeşitli toksinlerin vücudumuzdan atılışlarını hızlandırmalıyız.

Her türlü hastalığın ve olumsuzluğun kaynağı olan stres ile mücadele önemlidir. Dengeli beslenerek yürüyüş eksersiz yaparak güzel hobilerimizle, sorunlarımızı paylaşacağımız arkadaşlar seçerek bu mücadelede başarılı olabiliriz.

Çivi çiviyi söker mantığı ile yorgunluk ve bitkinliğe karşı yürüyüş, yüzme gibi aktiviteler her zaman tavsiye edebileceğim önerilerdir.

Kısaca özetlemeye çalıştığım tedbirlerin alınması genellikle yeterli olmakla birlikte bazen hekim ve tedavi desteği de gerektirebilir.

Sağlık ve mutluluk dileklerimle.

16 Nisan 2025 Çarşamba

KÖTÜLÜĞÜ YAYMAMAK ERDEMİNİ UNUTTUK

Anadolu’da temel bir öğretidir; kötülük anlatılmaz ve yayılmaz. Bu demek değildir ki kötülüğü yapan kişi cezasız kalacak… ‘Kötü kişi’ en şedit biçimde cezalandırılır ve fakat toplum içinde hikâyesi dilden dile aktarılmaz. Aktaran kişi de hoş görülmez.

Bakınız, bu ahlakı en vurucu şekilde aktaran bir hikâye vardır. Onu yazıma dâhil etmek isterim.

Bedevinin birisi sıcak bir yaz günü devesinin üzerinde ıssız çöllerde yolculuk yapar.  Yorgunluğu atmak için devesini kenara çekip dinlenmek ister. Biraz sonra uzaklardan kendisine doğru yürüyen bir adamı görür. Adamın hâli perişandır, ayakta duracak dermanı da yoktur. Adam hâlsiz ve güçsüz bir şekilde yaklaşır ve bedeviye “Ne olur biraz su. Uzun süredir yoldayım ve çok susadım.” diyerek serzenişte bulunur. Bedevi, adamın hâline bakar, acır ve merhamet eder. Bedevi hemen su kabını alıp o adama uzatır. Adam suyu kana kana içer, gözleri açılır, âdeta kendine gelir. Birkaç dakika geçmemiştir ki o yorgun adam beklenmedik bir hareketle bedeviye bir yumruk atar ve yere düşürür. Sonra da devenin üzerine atlayıp kaçmaya başlar. Bedevi neye uğradığını şaşırır. İyilik yaptığı adamdan kötülük görmüştür. Şaşkın bir vaziyette donup kalır. Ne yapacağını bilemeden yerden kalkıp hırsızın peşinden koşmaya başlar. Fakat hırsız deveyi koşturur ve uzaklaşır. Çaresiz kalan bedeviyse olanca gücüyle sesini duyurmaya çalışır. Ve der ki; “Ey hırsız, tamam!.. Deveyi al git ama sakın bu olayı kimselere anlatma.” Bu sözleri duyan hırsız duraksar ve “Niçin kimseye anlatmayayım?” diye sorar. Bedevi ibretlik bir cevap verir; “Eğer sen bu hadiseyi insanlara anlatırsan, bu yaptığın yanlış hareket her yere yayılır. İnsanlarda iyilik yapma, yardım etme duyguları körelir. O zaman insanlar bir daha çölde ve yolda kalmış kimselere yardım etmek istemezler. Issız çöllerde yolculuk yapan, susuzluktan kıvranan bir yolcu görseler hiç ilgilenmezler. O yüzden kimseye anlatma.”

Hikâyede verilen mesaj sarsıcı ve düşündürücü…

Kadim doğrular, değişmez kanunlardır.

Toplumsal doğrular, çağlar üstüdür.

Kötüyü yaymak, kötülüğü işleyen kadar yanlış ve dehşet bir hatadır.

O nedenle kitlelere bilgiyi, haberleri ve olayları aktaran medyanın hangi konuları, hangi içeriklerle topluma taşıdığı çok önemli ve kritiktir.

“HANİ MARJİNAL BİZDİK?” DİYENLER KİME MESAJ VERİYOR?

Konuyu siyasi malzeme hâline getirenleri de not düşmek elzem.

Ekrana yansıtılan bu saçma sapan tipleri “Anadolu irfanı” diyerek etiketleyen ve bu kötü örneklerin tamamının iktidar yanlısı olduğunu ima edip ortaya konan çirkin yaşantılara yönelik de “Hani marjinal bizdik?” diye manşet atarak particilik yapanları da kınıyorum. Fırsatçılık yaparak halkımıza bühtan atacaklarına keşke derde deva olmaya çalışsalar!

MEDYA POLİTİKALARIMIZI GÜNCELLEMELİYİZ

Şu sorular önemli; Türkiye’de medya halka ne sunuyor?

Sunduklarıyla halkı aşağı mı çekiyor, seviyeyi yükseltiyor mu?

Bu soruların cevabını okuyucularım çok iyi biliyor.

Bakınız, Avrupa basınında ve TV kanallarında bu denli seviyesiz yayınlar ve kadın cinayetleri göremezsiniz. Çarpık ilişkiler Avrupa’da yok mu veya kadın cinayetleri işlenmiyor mu? Türkiye’den çok daha fazla kötü örnek var Avrupa’da. Fakat yayın politikası olarak bu örnekleri öne çıkarmıyorlar. Hem ülkelerinin imajını daha iyi tanzim edip hem de toplumu yozlaşmaktan korumaya çalışıyorlar. Çünkü aile mefhumu her devlet için önem arz eder.

Bir diğer tezadı ifade etmek isterim. Televizyon kanallarından savunma isteseniz bu programların çok izlendiğini, halkın tercih ettiğini ve o nedenle kaldırmak istemediklerini ifade ederler. İşte tam da bu nedenle kaldırılmalı. Çünkü çok fazla izleniyor ve reyting rekorları kırıyorlar. Her gün bir “kötü hikâye” gündem oluyor. Bu kadar kötülüğü toplum bünyemiz hazmedemez.

Toplumu bu şekilde zehirleyemeyiz. Topluma “iyi ve güzele dair her şeyi” en cazip şekilde sunacak program formatları üretilmeli ve bu kötü gidişe bir son verilmeli.

‘Aile Yılı’nda yapılacak en güzel iş; aileyi, toplum değerlerini, erdemleri zehirleyen bu gidişatı durdurmak ve süreci kaliteli yayınlarla tersine çevirmek olacaktır


Dijital çağda ruh inşası

Sabahın ilk ışığı pencereden süzülürken telefonlarımız "haber"le çınlıyor. Peki ya ruhumuzun haberi var mı bu koşturmadan? Sokaklar algoritmaların çizdiği sanal hatlarla dolarken, insanın içindeki merhameti, sabrı, ümidi işaret eden kadim pusula sessizce paslanıyor. Nasreddin Hoca göle maya çalmıştı belki, ama biz dijital göletlerde boğuluyoruz. Oysa Yunus Emre’nin sözü kulaklarımızda bir nida: “İlim, kendin bilmektir.” Bizse kendimizi veri tabanlarına hapsederek “bilme”yi Google’a havale ettik.

Yaratıcılık, toprağa düşen bir tohumun karanlıkta filizlenme azmidir. Ne zaman yeşereceğini bilmez; sadece yaratılış gayesine inanır. Çocukken duvarları karalayan ellerimiz, şimdi kusursuz filtrelerle süslü ekranlara mahkûm. Oysa Mevlânâ’nın dediği gibi: “Kusur bulmak için bakma, bir şey bulacaksan özüne bak.” Bir kilim dokur gibi… Her düğümde sabır, her ilmekte dua. Albert Camus’nün “Yaratmak, iki kere yaşamaktır” sözünü unuttuk; tek bir hayatı bile sanal âleme taksim ettik.

Bir bakır atölyesi düşünün, çekiç sesleri, çarşının nabzıyla atan bir kalp gibi. O vazo eğri de olsa, içine su değil, emek dolar. Fabrikasyon mükemmeliyet ise ruhsuz bir tekrar. Mevlânâ’nın “Hamdım, piştim, yandım” sırlı yolculuğu, bugün “İndirdim, tıkladım, sildim”e dönüştü. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sındaki Raif Efendi, Maria’ya duygularını yapay zekâya mı emanet etti? “Aşk, satırlara değil, satırların arasına gizlenir” derdi belki. Bizse aşkı bile dijital avatarlara sıkıştırdık.

Dijital hafıza, ninemin sandığındaki yazmalar gibi anı biriktirmez. O sandıkta her kırışık, bir vefanın iziydi. Şimdi fotoğraflar bulutta, hatıralar algoritmaların insafında. Bir annenin çocuğuna yaktığı ninni, Spotify listelerinde kayboluyor. Yahya Kemal’in “Kendi gök kubbemiz” dediği iç âlem, ekran ışığına yenik düşüyor. Cemal Süreya’nın “Hayat kısa, kuşlar uçuyor” mısrası, bir tweet’e sığar mı?

Peki ya direniş? Tıpkı Çanakkale’nin sularında yüzen bir çınar dalı gibi… Kök salmak, her şeye rağmen. Üretmek de öyle, dijital fırtınalara inat, insanın özüne tutunmak. Necip Fazıl’ın “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış…” sözü, bugün bir manifesto. Kafka’nın böceği, Dali’nin saatleri, Mehmet Âkif’in İstiklal Marşı’ndaki “iman” çığlığı… Hepsi bir şehadetti: Yaratmak, Yaradan’ın emanetine sadakattir.

Şimdi, bir çocuk saflığıyla kâğıda sarılma vakti… Kelimeleri yan yana getir; cümleler kırık dökük olsun. Resim yap ve bulutları yeşil, ağaçları mavi çiz. Sokaklarda kaybol; navigasyonu değil, rüzgârın fısıltısını dinle. Unutma sayın okur:Teknoloji, insanı değil, makineyi yüceltir. İnsan ise ancak üretebilecek bir ilim ile yücelir.

Yaradan’ın verdiği cevheri, sanatla işleyebilenlerden olabilmek ümidiyle…


Yaşam boyu siber güvenlik tedbirleri

 

Dünyanın nabzı, dijital iletişim ağlarının ritmiyle atıyor. Siber uzay, artık yalnızca bir "mekân" değil, insanlığın kolektif bilincini, ekonomisini ve hatta kimliğini şekillendiren bir meta-gerçeklik. Platon'un mağara alegorisindeki gölgeler gibi: Görünenin ardında, karmaşık ve tehlikeli bir gerçeklik gizli. Siber güvenlik tedbirleri, işte tam da bu noktada, yalnızca teknik bir zorunluluk olmaktan çıkıp varoluşsal bir sorumluluğa dönüşüyor. Kriptografi kâşifi Bruce Schneier'in dediği gibi: "Güvenlik bir süreçtir, bir ürün değil. İnsanlar, süreçler ve teknoloji arasındaki dansı anlamadan, bu savaşta zafer şansınız yok."

Teknolojik savunma mekanizmaları, elbette ilk akla gelen. Güvenlik duvarları, şifreleme protokolleri, çok faktörlü kimlik doğrulama… Tüm bunlar, bir Orta Çağ kalesinin surları kadar görkemli. Fakat unutulmamalıdır ki, en sağlam kale bile insan hatasına dayanamazSosyal mühendislik saldırıları, siber suçluların en kadim silahı. Bir çalışanın masumca tıkladığı e-posta eki, Truva Atı misali, bir ülkenin kritik altyapısını çökertmeye yetebilir. Bu nedenle, siber tedbirlerin merkezine insan faktörünü yerleştirmek şart. Siber güvenliğin babası olarak anılan Eugene Spafford, bu gerçeği şu sözlerle vurgular: "Bilgisayar güvenliği, insanların davranışlarını anlamadan çözülebilecek bir problem değil. Teknoloji, ancak insan zafiyetlerini kabul ettiğimizde anlam kazanır." Eğitimler, simülasyonlar ve farkındalık kampanyaları, teknolojik yatırımlarla eş değer tutulmalı.

Ancak, siber güvenlik denkleminin bir de etik ve hukuki boyutu var. Veri gizliliği yasaları, uluslararası düzenlemeler ve siber suçlarla mücadele protokolleri, bu alanın görünmez çerçevesini çiziyor. GDPR, gibi veri koruma tüzüklerindeki düzenlemeler, yalnızca cezai yaptırımlar getirmekle kalmıyor; aynı zamanda kurumları insan onuruna saygılı bir dijital kültür inşa etmeye zorluyor. Tedbir, salt teknik bir kalkan değil, ahlaki bir duruş. Bu duruşu anlamak için, filozof Luciano Floridi'nin "Bilgi Etiği" teorisine başvurmak gerek: "Dijital çağda, veri kırıntıları insanın dijital bedenidir. Onları korumak, insan onurunu korumaktır." Bu anlayışı benimsemek yararımıza olacaktır.

Peki ya gelecek? Yapay zekâ, kuantum bilgisayarlar ve nesnelerin interneti… Teknoloji, her gün bir adım öteye savuruyor insanlığı. Siber güvenlikte statik tedbirler, dinamik tehditler karşısında işlevsiz kalır. Bu yüzden, proaktif bir zihniyet şart. Tehdit istihbaratı, kapsamlı pentest güvenlik senaryoları ve açık kaynaklı iş birlikleri, siber savunmanın yeni cepheleri. Finli siber tehdit avcısı Mikko Hypponen'in uyarısı, bu mücadelenin özünü özetliyor: "Siber suçlular asla uyumaz. Onların uykusuzluğuna karşı, bizim öğrenme açlığımız tek kalkanımız." Ancak asıl mesele, öğrenmenin sürekliliği. Bir siber güvenlik uzmanı, Herakleitos'un "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz" felsefesi benimsemeli, hatta dilerseniz Peygamber Efendimizin (s.a.v) “Mü'min aynı delikten iki defa sokulmaz” hadis-i şerifini de benimseyebiliriz, çünkü değişen sulara ayak uydurmak, ancak akıntıyı anlamakla mümkün.

Son sözlere gelirken, siber tedbir bir "nokta" değil, bir süreç. İnsanın kırılganlığını kabul edip, teknolojinin gücüne saygı duyarak ilerlemek… Belki de siber uzayda ayakta kalmanın tek yolu bu. Unutmayalım, her tuş vuruşu, bir iz; her iz, bir hikâye. Ve bu hikâyeyi güvenle yazmak, hepimizin elinde.

14 Nisan 2025 Pazartesi

Ticaretin Ötesinde

ABD ile Çin arasında yıllardır süregelen ve her geçen gün şiddetini artıran ticaret savaşı, artık yalnızca bir gümrük tarifeleri meselesi olmaktan çıkmış durumda. Bu mücadele, ekonomik boyutunun ötesinde; normatif değerler, teknolojik üstünlük, stratejik ittifaklar ve ideolojik hegemonya üzerinden yürüyen sistemsel bir çatışmanın habercisi. Küresel düzenin yeniden şekillendiği bu dönemde, karşılıklı hamleler adeta satranç tahtasında oynanan kritik hamleleri andırıyor. ABD-Çin mücadelesi, dünya siyasetinde yeni bir çağın kapılarını aralarken, Türkiye gibi yükselen güçlerin pozisyonları da bu karmaşık denklemde her zamankinden daha önemli hale geliyor.

Ekonomi mi, Hegemonya mı? Ticaret Savaşlarının Teorik Arka Planı

Merkantilist Perspektif: Devlet Gücünün Ekonomik Yansıması

Merkantilist teori, uluslararası ticareti sıfır toplamlı bir oyun olarak görür. Bu bağlamda Trump yönetiminin Çin’e karşı başlattığı gümrük vergileri hamlesi, yalnızca ekonomik değil; stratejik bir güç mücadelesidir. Çin’in teknolojik atılımları ve "Made in China 2025" gibi projeleri, ABD’nin küresel hegemonyası için doğrudan bir tehdit olarak algılandı. Artan tarifeler, üretim zincirlerini yeniden şekillendirme ve Çin’in yükselişini frenleme çabasının bir parçası olarak okunabilir.

Liberal Teori: Karşılıklı Bağımlılığın Krizi

Liberallerin pozitif toplamlı sistemine göre bu savaş, ekonomik rasyonaliteye aykırıdır. ABD ve Çin’in birbirine bağımlı ekonomileri, aslında iş birliğinden daha fazla kazanç sağlayabilirken; artan korumacılık, küresel yatırım akışlarını sekteye uğratıyor. Dünya Ticaret Örgütü gibi çok taraflı kurumlar zayıflarken, liberal düzenin dayandığı normatif çerçeve de aşınıyor. Ancak bu teorik çöküş, pratikte çok daha geniş sonuçlara yol açıyor: belirsizlik, enflasyonist baskılar, tedarik zincirlerinde kırılmalar.

Yapısalcı Görüş: Kapitalist Dönüşümün Çatışması

Yapısalcı yaklaşım, bu savaşı sermayenin küresel yeniden yapılanma süreci olarak değerlendiriyor. Çin’in üretim merkezi haline gelmesi ve sermaye birikimindeki rolü, merkez-çevre dengesini sarsıyor. ABD’nin tepkisi, aslında sistemin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanıyor. Çatışma yalnızca devletler arasında değil; sermaye ile emek, çok uluslu şirketlerle ulus-devletler arasında da yaşanıyor.

Neo-Gramsciyen Bakış: Hegemonya, Rıza ve Normlar

Hegemonya yalnızca silahla değil; fikirlerle, değerlerle kurulur. ABD'nin "adil ticaret", "fikri mülkiyet hakları" gibi söylemleri, normatif üstünlük arayışının bir parçasıdır. Buna karşılık Çin; Asya Altyapı Yatırım Bankası, BRICS ve Kuşak-Yol Girişimi gibi platformlarla kendi hegemonik modelini inşa etmeye çalışıyor. Bu savaş, normlar savaşıdır; hangi değerlerin küresel sistemi şekillendireceği sorusu bu çatışmanın merkezinde yer alıyor.

Ticaretin Rauntları: Gümrük Tarifeleri Üzerinden Güç Gösterisi

1. Raunt: ABD yüzde 34 ile başladı. Çin sessiz kaldı.

2. Raunt: Çin aynı oranla karşılık verdi.

3-7. Raunt: Vergi oranları karşılıklı olarak tırmandı. ABD %145’e kadar çıkarken, Çin de %125’e yükseltti.

  • Bu rakamlar, yalnızca ekonomi değil; güç gösterisinin de aracı haline geldi. Gümrük tarifeleri üzerinden yürüyen bu mücadele, aslında çok daha büyük bir güç rekabetinin simgesel yüzü.
  • Realizm Sahada: Trump ve Yeni Dönem Stratejisi
  • Donald Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturma ihtimali, realizmin uluslararası sistemde yeniden sahneye çıkışı anlamına geliyor. “Önce Amerika” doktrini, ittifakları bile çıkara endeksli hale getiren bir yaklaşımı temsil ediyor. Realist bakış, güç mücadelesinin kaçınılmaz olduğu varsayımıyla hareket ederken, ABD’nin korumacı politikaları bu anlayışın somut göstergesi.
  • Ortadoğu’da Yeni Kartlar: İsrail-İran, DAEŞ ve Türkiye
  • Ortadoğu’da Hizbullah’ın çöküşü ve İran’ın zayıflaması, bölgesel dengeleri sarsarken; DAEŞ’in etkisiz hale gelmesi, ABD’nin askeri varlığına yeni meşruiyet alanları sunuyor. Türkiye’nin terörle mücadelesi ve bölgedeki diplomatik girişimleri, bölgesel liderliğini pekiştiriyor. PKK’nın silah bırakma süreci, Türkiye’nin kararlılığının ürünü olarak yorumlanabilir. ABD-Türkiye ilişkileri ise, özellikle Suriye bağlamında yeni bir sınavdan geçiyor.
  • Enerji, Silah ve Çıkarlar: ABD'nin Bölgesel Kazanımı
  • Rusya-Ukrayna savaşı, ABD’ye enerji ihracatı açısından fırsatlar sunarken, Avrupa’yı daha bağımlı hale getiriyor. İsrail’in Arap ülkeleriyle normalleşme süreci, İran karşıtı bloklaşmayı güçlendiriyor. Bu tabloda Trump’ın tercihleri; baskı mı, müzakere mi sorusunu gündeme getiriyor.
  • Türkiye’nin Rolü: Yeni Dönemde Küresel Aktörlük
  • Türkiye, sadece terörle mücadeleyle değil; diplomatik girişimleri, ekonomik dayanıklılığı ve bölgesel vizyonuyla yeni düzenin kurucu aktörlerinden biri olmaya aday. NATO’daki konumu, Avrasya ile kurduğu dengeli ilişkiler ve savunma sanayisindeki yükseliş, Türkiye’yi küresel denklemde vazgeçilmez kılıyor.
  • Sonuç: Hegemonya Savaşlarının Yeni Evresi
  • Ticaret savaşları, artık sadece ekonomik değil; jeopolitik, ideolojik ve teknolojik bir güç mücadelesinin tezahürüdür. ABD-Çin ekseninde gelişen bu yeni soğuk savaşın, çok kutuplu bir dünya sistemine evrildiği aşikâr. Teoriler arasında seçim yapmak yerine, her birinin sunduğu açıklayıcı çerçeveleri birlikte düşünmek, bu karmaşık yapıyı daha iyi anlamamızı sağlar.
  • Dünya yeni bir düzene hazırlanırken, güç dengeleri yeniden yazılıyor. Türkiye ise bu yeni oyunun sadece izleyicisi değil; aktif oyuncusu olma yolunda güçlü adımlarla ilerliyor.

7 Nisan 2025 Pazartesi

Birey ve açık zihinlilik

 

Birey, kendi hayatını nasıl devam ettireceğine aklıyla, emeğiyle ve bilgisiyle kararlar veren, tercihler yapabilen ve sorumluluklar yüklenen kişidir. Birey olmak, insan olmaktır. Ailenin, kültürün, geleneğin ve toplumun din, kimlik,  tarih ve insan hakkında kendisine standart paket olarak dayattığı kurguları kayıtsız şartsız, şekilsiz şüphesiz alan kişi, birey değildir. Birey, açık bir zihinle ve akılla kültür ve toplumun kendisine dayattığı kurguları, kabulleri ve kalıpları sorgulayan, eleştiren ve değiştiren, nihayetinde kendisine özgü bir yaşam stili oluşturmayı başaran kişidir.

Kişinin kapalı bir zihin dünyasına sahip olmasında geleneğin, kültürün, dinin, ailenin ve toplumun büyük payı vardır. Kapalı zihinliliğe karşı açık zihne dayanan bireysel bir duygu, duyarlılık ve düşünme dünyası inşa etmek kolay bir iş değildir. Birey olmak, açık zihinli olmaktır.  Kapalı zihinliliğin dayattığı sınırların ötesinde yeni bir birey ve zihin dünyası inşa etmek için kişinin sürekli bir çaba içerisinde olması gerekmektedir.

Bireyin açık zihinli olarak kendisini oluşturması için, açık bir ahlaki bilince sahip olması gerekmektedir. Ahlak, kişiye dışarıdan dayatılan kalıplar değildir. Ahlak adı altında bireye dışarıdan dayatılan kalıplar, kişiyi kapalılaştırmakta ve katılaştırmaktadır. İnsanın ahlaki bir düşünmeye sahip olması için, açıklığa ve akla ihtiyacı vardır. İnsan, açıklıkla ve akılla kendi ahlakını oluşturabilir. Başkalarının oluşturduğu ahlaki paketler, kişinin birey olmasına katkı sunmadığı gibi, onun ahlaklı olmasına da katkı sunmamaktadır. Bireyin dışında bireye rağmen oluşturulan ahlak paketleri, bireyi ahlaksız, akılsız ve kapalı yapmaktadır.

Bütün ideolojiler, dogmatizmler, kimlikler ve formalizmler, bir şekilde insanın zihnini kapalı ve katı hale getirmektedirler. Kişiyi belirli bir kimliğe, kalıba ve çerçeveye sokmaya çalışan bütün kurgular,  kapalı ve katı bir zihin dünyası inşa etmeyi amaçlarlar. Kişinin kendini birey olarak oluşturması için, sürekli olarak ideolojilerin, dogmatizmlerin, fanatizmlerin ve formalizmlerin dışında, ötesinde ve üstünde nefes alacağı yaşam alanları oluşturmasına ihtiyaç vardır. Hakikat, insan, doğa ve tarih üstünde tekel kurduğunu, hakikatin tek temsilcisi ve sahibi olduğunu iddia eden ve en mükemmel olduğunu sanan bir dogmatizmin dünyasında akla, özgürlüğe ve çoğulculuğa yer olmadığı gibi birey olmaya da imkân yoktur.

Kapalı zihne sahip bir kişinin düşünme dünyası gelişmediği gibi, duygu dünyası da elementer, çocuksu ve yetersiz düzeydedir. Kapalı zihne sahip bir kişinin duygu dünyasına korku hâkimdir, merak ve öğrenme unsurları yoktur. Kapalı zihne sahip bir kişi,  hep korkar. Kapalı zihnin en nefret ettiği şey, yeni, farklı ve özgün olan her şeydir. Yeniyle karşılaştığında değişmekten, etkilenmekten ve ilgilenmekten korkar. Yeniyle karşılaşmamak için kapalı zihin, merakı öldürür. Merak etmemek, kapalı zihnin en önemli özelliğidir. Kapalı zihin,  doğrunun, iyinin ve güzelin en mükemmel şekli benim,  bütün sorulara en mükemmel cevapları zaten vermişimdir, ben zaten kendi kendime yeterimdir şeklindeki yanılsamalar ve yanılgılar dünyası içindedir. Hatasız, kusursuz, eksiksiz ve yanlışsız olduğunu sanan bütün kalıplar, kurumlar, kaynaklar ve kurgular,  kapalı zihin dünyasında sahteliklerini ve yapaylıklarını devam ettirirler.

Açık zihinliliğin ve birey olmanın en büyük düşmanları,  cehalet ve kibirdir. Ben kendi kendime yeterim, benim felsefeye, edebiyata, sanata ve düşünmeye ihtiyacım yok, ben zaten mükemmel bir şekilde tamamlanmışım gibi tepeden bakan cahil ve kibirli yaklaşımlar,  kişinin birey olma imkânlarını ortadan kaldırarak onu kapalı bir duygu, düşünme ve davranışa mahkûm etmektedirler. Açık zihinli birey olmak için cehaletin ve kibrin her türlü biçimiyle aramıza mesafe koymak lazımdır.

Hepimiz narsistiz!

Moda… Her dönemin hatta her mevsimin bir modası var. Moda renkler, moda olan saç kesimleri, moda kıyafetler, aksesuarlar. Moda olan meslekler. Pek tabii psikoloji bilimi de özellikle sosyal medya platformlarının da desteğiyle moda akımlarının bir parçası oldu ve moda hastalıklarımız türedi.

Şüphesiz ki son yılların en moda hastalığı narsisizm. Sosyal medyaya giriyoruz “sevgilinizin narsist olduğunu nasıl anlarsınız?” Etrafımıza bakıyoruz “kocam kesin narsist”, iş yerindeki üsleri için “kesin narsist bu adam” söylemlerini duyuyoruz. Kısaca hepimiz narsistiz.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak…

Arama motoruna birkaç şikayetini yazarak kendisine kanser teşhisi koyabilen bireyler olarak yine arama motoruna birkaç davranış şekli yazarak kişilik bozukluğu tanısı koymamız çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Bir konu hakkında bilgi sahibi olmadan o konu hakkında fikir üretmekten vazgeçmemiz gerekli.

Narsist Kişilik Bozukluğu sanıldığı gibi elini atsan çarpılan bir kişilik bozukluğu değildir. Son zamanlarda özellikle çiftlerde birbirlerine yönelik narsist olduğuna dair söylemlerle çok sık karşılaşıyoruz. Biraz daha daha derinlemesine sorguladığımızda bireyin kendi istediğine uyum sağlanmadığı, karşısındaki bireyin sınırını kabul etmek istemediği noktalarda da bu kişiyi narsist olmayla suçlaması ile karşılaşıyoruz.

Kısaca kişi kendi isteklerini karşısındaki bireye diretemediği yerde karşı tarafı suçlamayı tercih ediyor. Tabii bunda sosyal medyanın da etkisi çok fazla. Tıp doktorlarının yıllarca aldıkları eğitim ve derinlemesine incelemeler sonucu koydukları tanıyı, sosyal medya sayesinde 5 saniyede koyabilir hale geldik.

Her bireyde biraz narsistik yan, bencillik, benmerkezcilik, faydacılık vardır. Hepimiz zaman zaman aynı bir deniz gibi yükselip alçalabiliriz. Dalgalar kış aylarında daha şiddetli yaz aylarında daha dingindir. İnsanlar da içinde bulunduğu şartlar, dönem ve bağlamlar sonucu farklı davranışlar sergileyebilir. Geçişler yaşayabilir. Ancak özellikle duygusal ilişkilerimizde partnerimizi narsist olmakla suçlamadan önce kendimizi de sorgulamalıyız. Onun narsist olarak tanımadığımız davranışlarının oluşmasında peki siz ne yaptınız? Değişen ne oldu? Bu değişime sizin katkınız nasıl oldu?

Ya da en önemlisi onun narsist diye tanımladığınız davranışında aslında o kişi kendi sınırını sizden korumaya çalışıyor olabilir mi?

Her Ülke Kendi Başının Çaresine mi Bakacak?

 

Uluslararası Politik Ekonomide Trump’ın Yeni Yönü Üzerine

ABD Başkanı Donald Trump’ın 2 Nisan 2025’teki “Artık her ülke kendi başının çaresine baksın” ifadesi ve ardından 3 Nisan’da açıkladığı “Karşılıklı Gümrük Vergileri” politikası, yalnızca Amerikan iç siyaseti açısından değil, küresel ekonomik düzen açısından da sarsıcı bir dönüm noktası olabilir. Bu söylem ve politikalar, “Önce Amerika” doktrininin son ve belki de en sert yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu çıkış, sadece Amerikan seçmenine verilmiş popülist bir mesaj değil; aynı zamanda uluslararası politik ekonominin temel ilkelerini sorgulayan bir meydan okuma.

Merkantilizm: Geri Dönüş Mü, Yeniden Yorum mu?

Trump’ın duyurduğu gümrük vergileri, klasik merkantilist anlayışa oldukça yakın duruyor. İthalatı kısıtla, ihracatı teşvik et, yerli üretimi koru… Bu çizgi, 17. yüzyılın sıfır toplamlı oyun mantığını yeniden sahneye taşıyor. ABD’nin Vietnam’dan Çin’e, Avrupa Birliği’nden Hindistan’a kadar birçok ülkeye uyguladığı gümrük oranları, bu merkantilist niyetin göstergesi. Ancak unutulmamalı: Dünya artık 18. yüzyıl değil. Bugünün ekonomisi, çok katmanlı tedarik zincirleriyle, karşılıklı bağımlılıklar üzerine kurulu.

Korumacılığın kısa vadede bazı yerli sektörleri (örneğin otomotiv veya çelik) rahatlatacağı aşikâr. Ancak bu durum, uzun vadede ticaret ortaklarının misillemeleriyle büyüyen bir ticaret savaşını da tetikleyebilir. Türkiye gibi denge politikası izleyen ülkeler bu fırtınadan görece az etkilenebilir; ancak küresel durgunluk, Türkiye'nin ihracat pazarlarını daraltabilir.

Liberalizm: Küresel Refaha Darbe

Liberal ekonomik teori, serbest ticaretin ve iş birliğinin refahı artıracağına inanır. David Ricardo’dan bu yana, karşılaştırmalı üstünlükler üzerinden inşa edilen küresel ticaret sistemi, Trump’ın bu politikalarıyla ciddi bir tehdit altında. “Her ülke kendi başının çaresine baksın” anlayışı, çok taraflı iş birliği mekanizmalarını ve kurumlarını (örneğin Dünya Ticaret Örgütü) devre dışı bırakıyor.

Bu durum yalnızca ticareti değil, güvenlik iş birliğini de etkiliyor. NATO gibi ittifakların sorgulanması, sadece askeri değil, ekonomik güvenliği de tehdit ediyor. Trump’ın Ukrayna-Rusya savaşında ABD’nin rolünü sınırlandırma eğilimi, liberalizmin savunduğu ortak sorumluluk ilkesini zayıflatıyor. Bu da başta Avrupa olmak üzere birçok müttefik ülkede endişeye neden oluyor.

Bağımlılık Teorisi: Eşitsizlik Derinleşiyor

Trump’ın politikalarını, özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından analiz ettiğimizde, bağımlılık teorisi devreye giriyor. ABD’nin uyguladığı yüksek oranlı vergiler, birçok çevre ülkenin Amerikan pazarına erişimini zorlaştırıyor. Bu da bu ülkelerin büyüme potansiyelini kısıtlıyor ve onları daha da bağımlı hale getiriyor.

Özellikle Güneydoğu Asya ve Afrika ülkeleri için bu, büyük bir darbe. Kendi pazarlarını korumak adına yüksek vergiler uygulayan bu ülkeler, Trump’ın “karşılıklılık” söylemi altında yeni bir baskı mekanizmasıyla karşı karşıya. Türkiye gibi orta gelirli ülkeler ise bu denklemde hem tehdit hem de fırsatlarla baş başa: Yeni pazarlar aramak, ticaret rotalarını çeşitlendirmek artık daha hayati.

ABD’nin Hegemonyası: Bir Geri Çekilme mi?

“Her ülke kendi başının çaresine baksın” söylemi, aynı zamanda ABD’nin küresel liderlik pozisyonundan bilinçli bir geri çekilişi gibi okunabilir. Realist bir perspektiften bakıldığında, bu yaklaşım, ekonomik gücü yeniden inşa etme ve rakipleri dengeleme stratejisinin bir parçası olabilir. Ancak hegemonya sadece askeri veya ekonomik güçle değil, aynı zamanda iş birliğiyle sağlanır.

Trump’ın çekilmesiyle oluşan boşluğu Çin gibi yükselen güçlerin doldurması kaçınılmaz. Kuşak ve Yol Girişimi gibi projeler, gelişmekte olan ülkelerin yönünü ABD’den Çin’e çevirmesine neden olabilir.

Peki, Nereye Gidiyoruz?

Trump’ın yaklaşımı, belki de yeni bir küresel düzenin habercisi: Daha az iş birliği, daha çok rekabet ve artan eşitsizlik. Ancak bu düzen sürdürülebilir mi? Cevap hâlâ belirsiz.

Türkiye gibi ülkeler için bu dönem, hem dikkatli manevralar hem de stratejik fırsatlar anlamına geliyor. Ticaretin yön değiştirdiği, ittifakların yeniden şekillendiği bu süreçte, dengede kalmak her zamankinden daha önemli.

Dünya, Trump’ın ağzından çıkan tek bir cümleyle yeni bir paradigma tartışmasına girdi: “Her ülke kendi başının çaresine baksın.” Ama dünya sorunları, ülkeler tek başına çözebilecek kadar basit değil. Sorunlar küresel, çözümler de öyle olmak zorunda.

4 Nisan 2025 Cuma

 Trump neden ticaret savaşını başlattı?

1945'te dünya GSMH'sinin yarısını üreten ABD'nin payı 2024'te %14'e gerileyerek küresel ekonomik hegemonyasını kaybetmesi ve "çöküş" dönemine girmesidir. Yahudi sermayesi ülkeyi terk etmiş, imalat istihdamı büyük düşüş yaşamış ve borç yükü katlanarak artmıştır. Küresel borç stoku rekor seviyelere ulaşırken, dünya silahlanmaya milyarlarca dolar harcamış, milyonlarca insan açlıktan ölmüştür. Trump, bu durumdan çıkış yolu olarak ithalata vergi koymayı, üretimi ABD'ye çekmeyi, enerji kaynaklarına ve savunmasız ülkelere yönelmeyi ve Çin'in büyümesini durdurmayı hedeflemektedir. ABD'nin İsrail'e desteğinin arkasında da enerji kaynaklarına erişim isteği yatmaktadır.
Ancak ABD ekonomisi, devasa askeri varlığını ve savaşları finanse etmekte zorlanmaktadır. Bu durum, küresel bir savaşa ve ABD'nin dağılmasına yol açabilecek bir süreci tetikleyebilir.

3 Nisan 2025 Perşembe

Türkiye Elektrik İletim A.Ş. (TEİAŞ) tarafından 31 Mart 2025 tarihinde açıklanan verilere göre, Türkiye’nin toplam elektrik kurulu gücü 117 bin 881 MW’a ulaştı. Bu kapasite içinde yenilenebilir enerji kaynaklarının önemi giderek artarken, güneş enerjisi kurulu gücü 21 bin 624 MW’a yükselerek dikkat çekti.

Güneş enerjisi kapasitesinin detaylarına bakıldığında, kurulu gücün büyük bir kısmının lisanssız santrallerden oluştuğu görülüyor. TEİAŞ verilerine göre, güneş enerjisi kurulu gücünün 19 bin 533 MW’ı lisanssız santrallerden, 2 bin 091 MW’ı ise lisanslı santrallerden sağlanıyor. Lisanssız güneş enerjisi santrallerinin bu denli yüksek paya sahip olması, bireysel ve küçük ölçekli üreticilerin yenilenebilir enerjiye olan ilgisini ortaya koyuyor. Türkiye’nin enerji politikalarında temiz ve sürdürülebilir kaynaklara yönelim son yıllarda hız kazanmış durumda. Güneş enerjisinin toplam kurulu güç içindeki payının yüzde 18,35’e ulaşması, ülkenin bu alandaki potansiyelini ve yatırımlarını gözler önüne seriyor. Uzmanlar, güneş enerjisinin hem çevresel faydaları hem de enerji bağımsızlığı açısından Türkiye için stratejik bir önem taşıdığını vurguluyor.

 31.03.2025 tarihi itibariyle;

2023 yılı Aralık ayı sonunda 106.556 MW olan toplam kurulu güç değeri 1.260 MW’lık artışla 2024 yılı Mart ayı sonunda 107.816 MW olarak kaydedilmiştir. 31 Mayıs 2024 tarihi itibariyle; Santral Sayısı: 25.548 adet oldu. 31 Mayıs 2024 tarihi itibariyle kurulu güç 110.056 MW olmuştur. Toplam yılbaşından bu yana 3.500 MW'lık artış kaydedilmişti. 30 Haziran 2024 tarihi itibariyle; Santral Sayısı: 25.871 adet oldu. 30 Haziran 2024 tarihi itibariyle kurulu güç 110.355 MW olmuştur. Mayıs ayı sonundan 30 Haziran 2024 tarihine kadar  toplam 323 adet santral devreye girdi. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 299 MW artış kaydedildi. 

Yılbaşından bu yana kurulu güç artışı 4.637 MW oldu. 31.07.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 111.193 MW oldu. Santral Sayısı: 27.038 adet oldu. 30 Haziran ile 31 Temmuz 2024 tarihleri arasında toplam 1.167 adet santral devreye girmiştir. 11.08.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 112.111 MW oldu. Santral Sayısı: 28.714 adet oldu. 31 Temmuz ile 11 Ağustos 2024 tarihleri arasında toplam 1.676 adet santral devreye girmiştir.  Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 918 MW artış kaydedildi

31.03.2025 tarihi itibariyle kurulu güç 117.881 MW oldu. Santral Sayısı: 34.957 adet oldu. 31 Temmuz 2024 ile 31 Mart 2025 tarihleri arasında toplam 7.901 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arası kurulu güçte 6.637 MW artış kaydedildi. Yılbaşından (01.01.2025) bu yana kurulu güç değerinde 2.527 MW artış kaydedildi.  

31.03.2025 tarihi itibarıyla ülkemiz kurulu gücü 117.881 MW’a ulaşmıştır. 31.03.2025 tarihi itibarıyla kurulu gücümüzün kaynaklara göre dağılımı; % 27,33'ü hidrolik enerji, % 20.87'si doğal gaz, % 18,61'i kömür, % 11,11'i rüzgâr, % 18,34'ü güneş, % 1,47'si jeotermal ve % 2,27'si ise diğer kaynaklar şeklindedir. Toplam kurulu güçte ilk sırayı yine doğalgaz aldı ve geçen aya göre biraz düşerek 24.603 MW seviyesine indi. Toplam yenilenebilir kurulu gücü de 71.106 MW’a yükseldi. Lisanssız güneş kurulu gücü 31.03.2025 tarihi itibariyle 19.533 MW’a ulaşırken, lisanslı güneş kurulu gücü 2.091 MW seviyesine yükseldi.

Ayrıca Ülkemizde elektrik enerjisi üretim santrali sayısı, 31.03.2025 tarihi itibarıyla 34.957'e (Lisanssız santraller dâhil) yükselmiştir. Mevcut santrallerin 767 adedi hidroelektrik, 72 adedi kömür, 376 adedi rüzgâr, 66 adedi jeotermal, 333 adedi doğal gaz, 32.885 adedi güneş, 458 adedi ise diğer kaynaklı santrallerdir. 

31.03.2025 tarihi itibariyle (Mart ayı içinde) elektrik üretimimizin, % 33,09'u kömürden, % 18,55'i doğal gazdan, % 19,20'si hidrolik enerjiden, % 12,34'ü rüzgardan, % 10,32'si güneşten, % 3,45'i jeotermal enerjiden ve % 3,05'i diğer kaynaklardan elde edilmiştir.

31.03.2025 tarihi itibariyle Ülkemizin Birincil Kaynaklara göre Kurulu Güç Verileri

 

BİRİNCİL KAYNAKLARA GÖRE SANTRAL ADETLERİ VE KURULU GÜÇ VERİLERİ

BİRİNCİL KAYNAK

SANTRAL ADEDİ

KURULU GÜÇ (MW)

AKARSU

620

8.358

ASFALTİT KÖMÜR

1

405

ATIK ISI

72

313

BARAJLI

147

23.863

BİYOKÜTLE

376

2,116

DOĞALGAZ

332

24,601

FUEL OİL

8

230

GÜNEŞ

32.885

21.624

İTHAL KÖMÜR

16

10,456

JEOTERMAL

66

1.734

LİNYİT

51

10,234

LNG

1

2

MOTORİN

1

1

NAFTA

1

5

RÜZGAR

376

13.098

TAŞKÖMÜR

4

841

TOPLAM

34.957

117.881

* TEİAŞ KURULU GÜÇ RAPORU - 31.03.2025