24 Şubat 2025 Pazartesi

Ne kadar farklı düşünsek de, aynı topraklarda, aynı gökyüzü altında yaşıyoruz. Eğer bu ortaklıkları öne çıkarırsak, “sen” ve “ben” değil, “biz” deriz. O “biz” dedikçe mesafeler kapanır, masalar dostlukla dolar.

Barış içinde yaşamak, herkesin aynı fikirde olması değil, farklılıklarla yan yana durabilmek demek. Nefrete değil, meraka ihtiyacımız var. Birinin fikrine katılmasak bile, “Bunu neden böyle görüyorsun?” diye sorabiliriz. Bu, duvarları yıkmasa da bir pencere açar. O pencereden sızan ışık, zamanla her şeyi değiştirebilir.

Medya Okuryazarlığı

Dijital çağın tam ortasındayız ve bilgi, bir nehir gibi çağlayarak üzerimize akıyor. Sabah gözlerimizi açtığımızda telefonlarımızdan gelen bildirimler, sosyal medyada hızla akan başlıklar, WhatsApp gruplarında paylaşılan mesajlar… Hepsi birbiriyle yarışıyor, hepsi dikkatimizi istiyor. Ama bir an durup düşünelim: Bu kadar çok bilginin içinde hangisi gerçek, hangisi yalan? Çoğumuz, bir haber başlığı yeterince etkileyiciyse ya da bir paylaşım merak uyandırıcıysa, hemen inanma eğilimindeyiz. Oysa gerçekle yalan arasındaki o ince çizgi, bir anda kaybolup gidiyor. İşte tam bu noktada, medya okuryazarlığı devreye giriyor ve bize yepyeni bir yolculuğun kapılarını aralıyor. Bu yolculuk, sadece bilgiyle değil; aynı zamanda heyecanla, umutla ve hakikatin peşindeki o eşsiz tatminle dolu.

Medya okuryazarlığı, bir haberin ya da bilginin peşine düşmekten çok daha fazlası; bu, bir bilinç hali, bir duruş. Her haberin, her paylaşımın bir niyeti, bir tonu, bir amacı var. Sana ulaşan o iddia, gerçekten mi geliyor, yoksa birinin kurguladığı bir hikâye mi? “Bu bilginin kaynağı ne? Bana neyi hissettirmeye çalışıyor?” diye sormak, zihnimizi bir süzgeçten geçirmek demek. Bu beceri, adeta bir süper güç gibi; yalanın karmaşasını süpürüp gerçeğin sade yolunu aydınlatıyor. Dijital çağın bilgi çöplüğünde, bu sadece bir yetenek değil, aynı zamanda bir hazine. Bilim bile bunu doğruluyor: Medya okuryazarlığı yüksek olanlar, manipülasyona karşı daha sağlam bir duruş sergiliyor. Bu, yalnızca zihnimizi değil, ruhumuzu da koruyan bir kalkan.

Biraz samimi bir örnekle bu yolculuğu canlandıralım. Diyelim ki geçen hafta sosyal medyada bir paylaşım gördün: “Marketlerdeki ekmekler sağlıksız, sakın almayın!” Yanında da endişe uyandıran bir görsel. İlk anda ne yaptın? Kalbin hızlandı, “Aman Allah’ım, ne yiyeceğiz şimdi?” diye düşündün ve belki de hemen paylaş butonuna bastın. Ama sonra bir arkadaşın sakin bir şekilde, “Dur, bi’ araştıralım” dedi. Durdun, nefes aldın ve hızlıca bir araştırma yaptın. Güvenilir bir kaynaktan uzmanların açıklamasını buldun: “Ekmeklerle ilgili böyle bir sorun yok, bu bir şehir efsanesi.” Bir anda o endişe bulutu dağıldı, yerine rahatlama geldi. İşte medya okuryazarlığı tam da bu: Hakikati bulmak, sadece zihnimizi değil, ruhumuzu da özgürleştiriyor. Bu küçük ama güçlü adım, hepimize tanıdık değil mi? Hepimiz bir noktada böyle bir yalanın tuzağına düşmedik mi? Asıl mesele, bu tuzaktan nasıl kurtulduğumuz. Medya okuryazarlığı, bize bu kurtuluş yolunu gösteriyor ve her adımda heyecanı artırıyor.

Peki, medya okuryazarlığı neden bu kadar kritik? Çünkü her gün, her saat, hatta her dakika dijital dünyada yüzlerce başlık karşına çıkıyor. “Ekonomik kriz geliyor!”, “Bu bitki mucizevi bir tedavi!”, “Ünlü isim şok açıklama yaptı!” Hepsi birbiriyle yarışıyor, hepsi zihnini ele geçirmeye çalışıyor. Hangisi gerçek, hangisi yalan? İşte burada medya okuryazarlığı devreye giriyor ve seni bir dedektif gibi harekete geçiriyor. Bir haberi okuyup hemen inanmak yerine “Dur, bu ne kadar mantıklı?” diye sormak, bir bulmacayı çözmek kadar tatmin edici. Hakikate ulaştığında içindeki o huzuru hissetmiyor musun? Yalanın yarattığı kaotik gürültü, gerçeğin sakinliğiyle yerini dinginliğe bırakıyor. Türk kültüründe de hakikat hep kıymetliydi. Atalarımız boşuna dememiş: “Söz uçar, yazı kalır.” Eskiden bir dede köy kahvesinde bir şey anlattığında, herkes ona güvenirdi; çünkü söz namustu. Ama şimdi? Dijital çağda her şey bir anda uçuşuyor, yalanlar toplumu zehirliyor. Medya okuryazarlığı ise bu yaraları saran bir ilaç. Bize sorgulamayı öğretiyor, umudu ayakta tutuyor ve toplumu bir arada tutan bir tutkal oluyor.

Şimdi kendini bir an o bilgi bombardımanının ortasında hayal et. Ekranda uçuşan başlıklar, bitmeyen yorumlar, çelişkili iddialar… Kalbin hızlanıyor, zihnin bulanıyor, bir endişe dalgası seni yutacak gibi. Ama dur. Medya okuryazarlığı elinden tutuyor. Bir haberi sorguluyorsun, bir iddiayı tartıyorsun, gerçeği buluyorsun. Ve o an, hakikat sana bir dost gibi sarılıyor. Yalanın gölgesi dağılıyor, ruhun özgürleşiyor. Bu, sadece bilgi değil; bu, modern çağın en büyük zaferi. Hakikatle kalmak, sadece zihnini değil, hayatını da kurtarıyor.


23 Şubat 2025 Pazar

TÜİK 2024 verilerini açıkladı! Boşanmalar arttı, evlenen sayısı ise nisbeten arttı

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2024 yılına ilişkin evlenme ve boşanma istatistiklerini yayımladı. Buna göre Türkiye’de evlenen çiftlerin sayısı 2023 yılında 567 bin 11 iken 2024 yılında 568 bin 395 oldu. Boşananların sayısı ise 187 bin 343 oldu.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2024 yılına ilişkin evlenme ve boşanma istatistiklerini yayımladı.

Evlenen çiftlerin sayısı 2023 yılında 567 bin 11 iken 2024 yılında 568 bin 395 oldu.

Bin nüfus başına düşen evlenme sayısını ifade eden kaba evlenme hızı 2024 yılında binde 6,65 olarak gerçekleşti.

Boşanan çiftlerin sayısı 2023 yılında 173 bin 342 iken 2024 yılında 187 bin 343 oldu.

Bin nüfus başına düşen boşanma sayısını ifade eden kaba boşanma hızı 2024 yılında binde 2,19 olarak gerçekleşti.

Ortalama ilk evlenme yaşı arttı

Yıllara göre ortalama ilk evlenme yaşı incelendiğinde, her iki cinsiyette de ilk evlenme yaşının arttığı görüldü. Ortalama ilk evlenme yaşı 2024 yılında erkeklerde 28,3 iken kadınlarda 25,8 oldu. Erkek ile kadın arasındaki ortalama ilk evlenme yaş farkı ise 2,5 yaş olarak gerçekleşti.

Cepteki Yangını Söndürmenin Yolları

Her geçen gün markete girerken cebinizdeki paranın biraz daha eridiğini hissediyorsunuz, değil mi? Asgari ücret artsa da fiyatlar daha da hızlı yükseliyor, mutfaktaki yangın sönmek bilmiyor. Peki, bu ekonomik dalgalanmalar içinde hane halkı olarak ne yapabiliriz? Gelin, rakamların ve gerçeklerin diliyle birlikte bakalım.

Paranızı Koruyun: Harcamalarınızı Yeniden Gözden Geçirin

TÜİK verilerine göre enflasyon hâlâ yüksek seviyelerde seyrediyor. Gıda fiyatlarındaki artış, özellikle dar gelirli vatandaşın belini büküyor. Son aylarda kış sebebiyle elektrik ve doğalgaz faturaları da uçuşa geçmiş durumda. Bunun anlamı şu: Eğer gereksiz harcamaları kısmak için bir adım atmadıysanız, artık tam zamanı!

Öncelikle, gelir-giderinizi net bir şekilde belirleyin. Nereden tasarruf edebileceğinizi görün. Haftalık market alışverişlerinizde indirimleri takip edin, gereksiz lüks tüketimi bırakın. Unutmayın, bugün tasarruf etmek yarın daha rahat nefes almak demektir.

Döviz mi, Altın mı, TL mi? Paranızı Nasıl Değerlendirmeli?

Son dönemde vatandaşın en büyük sorularından biri: “Paramı nasıl koruyabilirim?” Bankacılık sektörü raporlarına göre TL mevduat faizleri artmış durumda, ancak enflasyon hâlâ yüksek olduğu için reel getiri konusunda dikkatli olunmalı.

Altın ve döviz, özellikle belirsizlik dönemlerinde güvenli liman olarak görülse de, fiyat dalgalanmalarına dikkat edilmesi gerekiyor. Eğer birikim yapmak istiyorsanız, kısa vadeli alım-satım yerine uzun vadeli düşünerek hareket edin

Gıda Harcamalarını Azaltmanın Yolları

Gıda fiyatlarındaki artış, özellikle dar gelirli haneleri zor durumda bırakıyor. Bunun için alışveriş alışkanlıklarınıza dikkat etmelisiniz. Büyük marketlerde toplu alışveriş yapmak yerine, semt pazarlarından uygun fiyatlı ve taze ürünler alabilirsiniz.

Ayrıca gıda israfını önlemek için ihtiyaç listenizi önceden belirleyin ve indirimleri takip edin. Planlı alışveriş yapmak ve evde yemek pişirme alışkanlığı kazanmak, dışarıda yemek yeme maliyetlerini önemli ölçüde azaltacaktır.

Borçlanırken Dikkatli Olun!

Bankacılık sektöründeki son veriler, bireysel kredi ve kredi kartı borçlarının hızla arttığını gösteriyor. Kredi kartıyla yapılan harcamalar bir anlık rahatlama sağlayabilir, ancak gelecek aylarda sizi daha büyük bir borç yükünün altına sokabilir.

Eğer borçlanmanız gerekiyorsa, düşük maliyetli ve uzun vadeli seçenekleri değerlendirin. Mümkün olduğunca lüks tüketim için kredi kullanmaktan kaçının. Unutmayın, ekonomik belirsizlik dönemlerinde borçlanmak yerine birikim yapmak her zaman daha iyidir.

Özetle: Ayakta Kalmanın Yolları

Gereksiz harcamaları kısın, gelir-gider takibini düzenli yapın.

Paranızı korumak için yatırım seçeneklerini iyi değerlendirin.

Gıda harcamalarınızı planlayın, semt pazarlarını ve indirimleri takip edin.

Borçlanma konusunda dikkatli olun, gereksiz harcamalar için kredi çekmeyin.

Ekonomik sıkıntılar elbette herkesin canını sıkıyor, ancak bilinçli hareket etmek en büyük gücümüz. Paranızın değerini bilin ve geleceğinizi bugünden korumaya başlayın!



Gün içinde kaç kez durup karar verdiğimizi düşünüyoruz? Çay mı kahve mi içeceğimizden, iş değiştirip değiştirmeyeceğimize kadar her seçim, zihnimizde görünmez bir sarkaç gibi sallanır: Mantık mı, duygu mu? İnsan doğasının bu kadim çekişmesi, modern dünyanın karmaşasına rağmen değişmedi. Peki neden mantığımızı dinlemek bu kadar zorken, duygularımız bir anda direksiyonu ele geçiriverir?

Bir arkadaşınız size beklenmedik bir şekilde sert çıkıştığında, içinizde kabaran öfkeyle verdiğiniz tepkiyi hatırlayın. Ya da sevdiğiniz bir ürün indirime girdiğinde, ihtiyacınız olmadığı halde cüzdanınızı açtığınız o anı… Duygular, karar verme sürecimize hızla sızar. Bilim bunu şöyle açıklıyor: Beynimizin amigdala adlı bölgesi, tehditleri veya ödülleri algıladığında, mantıksal düşünceden sorumlu prefrontal korteksi devre dışı bırakabilir. Yani, "kaç ya da savaş" refleksiyle hareket ettiğimiz anlarda, aslında binlerce yıllık bir hayatta kalma mekanizması devrededir. Modern hayatta bu durum, trafikte korna çalmak veya anlık tüketim çılgınlığı gibi farklı biçimlerde tezahür eder.

Peki ya mantık? O, sabır isteyen bir dansçı gibidir. Bir projeyi uzun vadeli sonuçlarına göre değerlendirmek, ilişkilerde iletişim kurarken önyargılardan kaçınmak gibi durumlarda devreye girer. Ancak bu süreç, duygusal tepkiler kadar "hızlı" ve "cezbedici" değildir. Örneğin, bir tartışmada haklı olduğunuzu bilseniz bile, karşınızdakinin ses tonu sizi savunmaya geçmeye itebilir. İşte bu noktada, duygusal tepki ile mantıksal analiz arasındaki boşluk belirginleşir.

Günlük hayat, bu çekişmenin en net gözlemlendiği laboratuvardır. Bir mağaza vitrininde gördüğünüz kırmızı elbise, sizi aniden geçmişteki bir mutluluğa götürüp satın alma dürtüsü yaratabilir. Ya da bir iş görüşmesinde, "Burada çalışamayacağım" hissine kapılıp kendinizi geri çekmenize neden olan bir detay… Bu örnekler, duyguların kararlarımızı nasıl gölgelediğini gösterir. Ancak bu gölge, her zaman kötü değildir. Örneğin, sezgisel kararlar bazen mantığın ötesinde bir bilgelik taşıyabilir. Bir çocuğun güvenliği için içgüdüsel olarak harekete geçmek gibi.

Peki bu ikilemin ortasında dengeyi nasıl bulacağız? Akıl ve duygu arasında bir savaş değil, bir dans vardır. Önemli olan, hangisinin liderlik edeceğini bilmektir. Bir karar öncesinde şu soruları sormak işe yarayabilir: "Bu seçimi yaparken bedenim nasıl tepki veriyor?" Kalp atışının hızlanması, avuç içlerinin terlemesi gibi fiziksel sinyaller, duygusal tetiklenmelerin ipuçlarıdır. Bir de şunu ekleyin: "Bu kararın 1 yıl sonraki bana etkisi ne olur?" Zaman perspektifi, mantığın sesini duymak için güçlü bir araçtır.

19 Şubat 2025 Çarşamba

 18.02.2025 tarihi itibariyle; Kurulu güç 116.632 MW oldu. Santral Sayısı: 34.190 adet oldu. 31 Temmuz 2024 ile 18 Şubat 2025 tarihleri arasında toplam 7.134 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güçte 5.438 MW artış kaydedildi. Yılbaşından (01.01.2025) bu yana kurulu güç değerinde 1.278 MW artış kaydedildi. 

18 Şubat 2025 Salı

Bilginin özgürleşmesi, yalnızca teknolojik gelişmelerle değil, aynı zamanda bilginin paylaşılma biçimiyle de ilgilidir. Tarih, baskılanan fikirlerin er ya da geç hak ettiği yeri bulduğunu gösteriyor. Ancak bugün, bilgi üzerindeki denetim, geçmişten çok daha ince ve algılanması zor bir hale geldi. Dijital dünyada hangi fikirlerin öne çıkacağına, hangilerinin geri plana atılacağına artık bireyler değil, kodlar ve veri akışları karar veriyor.

Dijital oyun bağımlılığı ve gerçekliğin yitimi

Teknoloji, insanın doğayı ve zamanı kontrol altına almak için ürettiği en büyük araçlardan biri. Ancak ironik bir şekilde, teknolojiye olan bağımlılığımız zamanı kontrol etmek yerine, onu kaybetmemize neden oluyor. Dijital oyunlar, sosyal medya, kısa videolar ve sonsuz kaydırma mekanizmaları bizi ekrana kilitliyor, günlerimizi eritiyor ve farkında olmadan gerçek dünyadan koparıyor. Bu yeni bağımlılık biçimi, yalnızca fiziksel ve ruhsal sağlığımızı değil, aynı zamanda özsaygımızı, zaman algımızı ve toplumsal ilişkilerimizi de çökertiyor. Peki, ekrana bakarken neyi kaçırıyoruz?

Zaman Algısının Çöküşü ve "Dijital Mağara"

Platon’un meşhur "Mağara Alegorisi" gerçeklikle olan ilişkimizi anlatır. İnsanlar, bir mağarada zincirlenmiş gibi gölgeleri izlerken, dışarıda bambaşka bir gerçeklik vardır. Dijital çağda, ekranlar bizim yeni mağaramız oldu. Sonsuz içerik akışı içinde kaybolurken zamanı, deneyimi ve en önemlisi kendimizi unutuyoruz. Oyunlar, sosyal medya ve kısa videolar, beyni dopamin bombardımanına tutarak sürekli bir ödül döngüsü yaratıyor. Bu yüzden bir oyun bitince hemen yenisi başlıyor, bir TikTok videosu izlenince diğeri otomatik oynatılıyor. Bilinçli bir tercih yapmadan saatlerce ekrana hapsoluyoruz.

Günümüz sosyal medya platformları ve dijital oyunları, yapay zekâ tarafından şekillendirilmiş dikkat tuzaklarıyla dolu. YouTube, TikTok ve Instagram gibi platformlar, her bir hareketimizi analiz edip ilgimizi en uzun süre neyin çekeceğini belirliyor. Daha fazla içerik, daha fazla dopamin, daha az kontrol!

Bedenin ve Ruhun Unutuluşu

Teknoloji bağımlılığı yalnızca zihnimizi değil, bedenimizi de unutmamıza neden oluyor. Sürekli ekran başında geçirilen zaman, uyku düzenini bozuyor ve biyolojik saatin kaybolmasına yol açıyor. Gece sabaha kadar oyun oynayan veya video izleyen bireyler, gündüz saatlerinde yorgun ve verimsiz hale geliyor. Göz sağlığı mavi ışığın etkisiyle bozulurken, uzun süre hareketsiz oturmak kas ve iskelet sistemine zarar veriyor. Ancak fiziksel etkilerin ötesinde, bu durum ruhsal çöküntüye de neden oluyor. Dijital bağımlılık, bireyin özsaygısını ve özgüvenini düşürüyor, dikkat süresini kısaltıyor, anksiyete ve depresyon riskini artırıyor. Gerçek dünyada bir şey üretmek ve başarmak zaman alır. Ancak sanal dünyada her şey anında elde ediliyor. Bu da bireyin sabır ve özdenetim mekanizmasını zayıflatıyor.

Dijital bağımlılığın en görünmez zararlarından biri de aile içi iletişimi çökertmesi. Ev içinde gerçek sohbetlerin yerini ekranlar alıyor, ebeveynler ve çocuklar arasında bir tür görünmez duvar oluşuyor. Dijital dünyada kendi kurallarını oluşturan bireyler, gerçek hayatta otoriteye ve düzene karşı tahammülsüzleşiyor. Aile içi çatışmalar artarken, ebeveynlerin cezalandırıcı tutumları bağımlılığı daha da derinleştiriyor. Aynı zamanda bu bağımlılık, sosyal ilişkileri de zayıflatıyor. Ekrana bağımlı bireyler, yüz yüze iletişim kurma yetisini kaybediyor, empati kurmakta zorlanıyor ve yalnızlaşıyor. Sanal dünyada her şey hızlı, renkli ve ilgi çekici olduğu için gerçek hayat sıradan ve sıkıcı gelmeye başlıyor. Bu da bireyin dış dünyaya karşı ilgisini azaltarak içine kapanmasına sebep oluyor.

Teknolojinin Efendisi Olmak

Teknolojiyi suçlamak kolay, ama unutulmaması gereken şu: Teknoloji, onu nasıl kullandığımıza bağlı olarak ya bir araç olur ya da bir kelepçe. Burada önemli olan, bilinçli bir dijital kullanım alışkanlığı geliştirmek. Dijital bağımlılıkla mücadele edebilmek için öncelikle zaman yönetimini öğrenmek gerekiyor. Gün içinde ekran karşısında geçirilen sürenin farkında olmak ve belirli sınırlar koymak, zihinsel ve fiziksel sağlığı korumanın ilk adımıdır. Dijital dünyanın dışına çıkıp gerçek hayatla bağ kurmak, spor yapmak, kitap okumak ve yüz yüze iletişimi artırmak bu dengeyi sağlamak için gereklidir.

Ailelerin ve eğitimcilerin bilinçli bir dijital kültür oluşturması da büyük önem taşıyor. Çocuklara ve gençlere ekran süresini yönetmeyi öğretmek, onlara alternatif aktiviteler sunmak ve dijital dünyanın sunduğu içerikleri eleştirel bir gözle değerlendirmelerini sağlamak gerekiyor. Yasaklar ve cezalar yerine, bilinçli kullanım konusunda ortak bir anlayış geliştirilmeli.

Platon’un mağarasından çıkıp gerçek dünyayı görmenin zamanı geldi. Gerçek hayat, ekrana sığmaz. Zamanımızı geri kazanalım.

Ortadoğu’nun teknoloji hamlesi Türkiye için tehdit mi, fırsat mı?

Ortadoğu'daki önde gelen ülkeler, enerjiye dayalı ekonomilerini dönüştürmek adına teknolojiye büyük yatırımlar yapmaya başladı. Son yıllarda bölge çapında yapay zekâ, veri merkezleri ve ileri üretim alanlarında dev projeler hayata geçiriliyor. Bu gelişmeler, sadece yerel ekonomileri değil, aynı zamanda yakın coğrafyalardaki ülkeleri de etkileyebilir. Peki, Türkiye bu dönüşümden nasıl etkilenebilir?

Bölgesel Teknoloji Yarışı ve Türkiye'nin Konumu

Bölgede oluşan yeni teknoloji ekosistemleri, rekabeti de beraberinde getiriyor. Önde gelen oyuncular, dijital altyapı, yapay zekâ destekli çözümler ve ileri üretim alanlarında büyük fonlarla yatırımlar yaparken, Türkiye de hem teknoloji geliştirme kapasitesi hem de stratejik konumu itibariyle bu dinamiğin içinde yer alabilir. Türkiye, yenilikçi çözümler ve geliştirilen bölgesel iş birlikleri ile kendi teknoloji altyapısını güçlendirerek bu rekabete adapte olabilir. Yerli teknoloji firmalarının bölgeye açılması, yeni ortaklıklar kurarak daha büyük pazar payı elde etmesini sağlayabilir. Bölgedeki dev teknoloji hamleleri, Türkiye için hem riskler hem de yeni fırsatlar yaratabilir.

Teknoloji odaklı projelerde yeni ortaklıklar kurmak, bölgedeki yatırım fonlarından pay almayı mümkün kılabilir. Teknoloji odaklı girişimlerin yurt dışına açılma süreci bu gelişmelere bağlı olarak hızlanabilir. Bulut bilişim ve veri merkezi projelerinde bölge çapında rol almak, Türkiye'yi bir veri hub'ına dönüştürebilir ve Türkiye de barındırdığı potansiyel açısından bu dönüşüme imkan sağlayacak insan gücüne de sahiptir.

Jeopolitik Riskler ve Denge Politikaları

Bölgedeki bu teknoloji girişimleri, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda politik etkiler de yaratacak. Yüksek teknoloji geliştirme yarışı, büyük güçler arasındaki dengeyi değiştirme potansiyeline sahip. Büyük ekonomilerin teknoloji tedariğini yönlendirmesi, bölge ülkelerinin yeni tedarikçiler aramasına neden olabilir. Bu noktada Türkiye, dış politika stratejisini belirlerken teknoloji alanında yeni ittifakları değerlendirebilir.

Bölgedeki teknoloji odaklı dönüşüm, tüm ekonomik dengeleri değiştirme potansiyeline sahip. Türkiye için bu süreç, hem yeni fırsatlar hem de rekabet anlamına geliyor. Bölgedeki bu teknoloji ekosisteminin içinde aktif bir rol oynamak, gelecekteki ekonomik ve siyasi dengenin belirlenmesinde kritik bir faktör olacak. Elbette, ülke içinde huzur ve birlikteliğin sağlanması, toplumsal barışın ve adaletin güçlenmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu noktada Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” söylemi, sadece bir motto olmaktan öteye geçerek barışın ekonomik ve teknolojik etkileri başta olmak üzere her alanda ne kadar önemli olduğunun da unutulmaması gerektiğini göstermektedir.

Doğa, antropoloji, teoloji

Teoloji, insanın   kutsala dair tecrübesinin yorumlanması ve açıklanmasıdır. Teoloji, insanın kutsal tecrübesini açıklarken dayandığı kaynak doğadır. İnsan, doğayı ve kendisini sürekli olarak araştırmak, anlamak, açıklamak arayışındadır. İnsan, kutsal ve doğa tecrübesi içinde sürekli olarak kendisini aramaktadır. Maneviyat ve doğaya ait söylenilen açıklamalar ve anlayışlar, aslında insan tarafından insan için söylenilenlerdir.

İnsan, kutsal ve doğa olarak nitelenen konulara ve kavramlara dair   söz söylemektedir, insanın insan olma özelliğini kaybetmemesi için bu alanlarda söz söylemeye devam etmesi lazımdır. Teoloji, insan hakkındadır. İnsan, kutsal denilen  şeyleri tecrübe etme yeteneğine sahiptir. İnsan, doğayı araştırma, anlama ve açıklama yeteneğini ve gücünü kendinde bulundurmaktadır. İnsanın doğayı araştırması ve  kendini manevi olarak tecrübe etmesi  için kendi dışında, üstünde ve ötesinde hiçbir kaynağa, kurguya ve kişiye ihtiyaç duymamaktadır. İnsanın doğayı ve kendini manevi olarak tecrübe etmesi için tek güvenilir, geçerli ve gerekli olan kaynak kendisidir.

Biz doğayı ve kendimizi, aklımızla, bilgimizle ve birikimimizle biliyoruz. Teoloji, antropoloji ve doğa,  insanın değişik kişilik boyutlarını, işlerini, ilgilerini ve  ilişkilerini  göstermekte ve açıklamaktadır. Teoloji ve antropoloji, insani gerçekliği  araştırdıkları ve açıkladıkları sürece verimlidirler ve gereklidirler.

Teoloji ve antropoloji, insanı çalışmaktır. İnsanın, kendi dışında, üstünde ve ötesinde olduğu vehmedilen kurguları çalışması mümkün değildir, buna da gerek yoktur. Akıl dışı, bilim dışı ve  insan dışı olan anlamsızlıkları  çalışmakla vakit geçirmek, insanın kendi kendini israf etmesidir. İnsan, kendi üstünde kurguladığı bazı hipotezlere dair  spekülasyonlarda bulunabilir. İnsan tarafından yapılan spekülasyonların, hiçbir şekilde insanın üstünde ve ötesine yüce hakikatler haline getirilmemesi önemlidir. Teoloji, antropoloji ve doğaya dair her şey insan tarafından  imal ve icat edilmiştir. İnsan, kendisini ve doğayı analiz etmek için sürekli olarak akletmekte, düşünmekte, kurgulamakta, uydurmakta ve icat etmektedir.

Teoloji, insani bir faaliyet ve disiplindir. Teolojinin hiçbir unsuru, kaynağı, konusu ve kişiyi, insana inmemiş ve indirilmemiştir. Teoloji, felsefenin gelişmesi sayesinde var olan bir faaliyettir. Felsefenin olmadığı bir yerde sahici anlamda teolojinin olması mümkün değildir. Felsefe, insana ve doğaya dair derin ve sahici sorular sormakta, cevaplar aramakta ve açıklamalarda bulunmaktadır. Varlık, bilgi, değer ve doğaya dair sorulan sorular sayesinde felsefe, teolojinin kendi birikimi üzerinde doğmasına ve gelişmesine kaynaklık etmektedir. Felsefe ve teolojinin, sistematik ve sürekli bir şekilde var olduğu çevre, kadim Yunan kültüründen günümüze kadar devam eden Batı kültür ve medeniyetidir.

İnsan, kendi ortaya koyduğu hipotezleri bilinmez diye mutlak doğru haline getirme yanılgısına düşmemelidir. Tam olarak bilinmez olan, insan ve doğanın kendisidir. Bilinmezlik, insanın ve doğanın sürekli olarak keşfedilmesi, araştırılması ve açıklanması için gerekli olan sınırsız imkanları ve alanları ifade eden bir metafordur. Teolojinin görevi hukuk olmak değildir. Teolojinin görevi, antropoloji olmaktır. Kendisini legalizme dönüştüren   doğmalar, aslında teoloji, felsefe ve antropolojiyi inkar eden sahtelikler ve sığlıklardır.

Teoloji ve antropoloji, insan olmakla ilgilidir ve ilişkilidir. İnsanın felsefi, bilimsel, ahlaki, sanatsal, sosyal  ve doğal boyutları gibi  birbiriyle çelişkili boyutlarının  oluşu ve bu zıtların insanın bireyselliğinde nasıl bir birliğe dönüştüğü, büyük ve çetin bir sorudur. İnsan kendisiyle ilgili özellikleri, kendi dışındaki hipotezlere ve kurgulara atfetmemelidir. İnsana ve doğaya dair bütün gerçeklikleri kapsayan hiçbir teori, kaynak ve kişi yoktur. Esas soru insandır ve doğadır. İnsana ve doğaya dair verilen cevaplar, ikincil derecede önemlidirler ve geçicidirler. İnsan ve doğa doktrini, insanın ortaya koyduğu bütün kaynaklar ve  kavramlar ışığında analiz edilmelidir. İnsan, ortaya koyduğu kaynaklarla sadece kendisini analiz edebilir ve açıklayabilir. İnsanın, insan dışında bir açıklayıcısı yoktur. İnsan, her şeyin kaynağıdır ve kendisini gene en iyi kendisi açıklayabilir. İnsan kendi kendisiyle iletişim halinde olduğu zaman, kendisini açıklayabilir. Yeryüzü, insanın kendisine ve doğaya dair yaptığı açıklamalarla, eserlerle ve işlerle doludur. İnsan ve doğanın sürekli olarak asli sorular olarak korunması, büyük önem taşımaktadır. Bireyin  birçok  zıt boyutu kendinde barındırması, bu zıt özellikleriyle  birlikte insanlığını yitirmeden insan olma çabasını  devam ettirmesi için teolojik ve antropolojik açıklamalarda bulunmak insani bir ihtiyaçtır.

Unutmayalım: Türkiye’nin en büyük gücü, zorlukları birlikte aşma iradesidir. Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi, “Hamaset ve nostaljiyle değil, stratejik akıl ve sabırla hareket ediyoruz.” Bugün enerjide yakaladığımız ivme, yarın sosyal adalette de filizlenecek. Yeter ki, gerçek başarının sokak lambalarının altında çalışan emekçinin alnındaki terdepazar tezgâhında domates tartan kadının tebessümünde saklı olduğunu unutmayalım. Çünkü Anadolu’nun kaderi, tarladaki tohum kadar narin, Gökbey helikopteri kadar güçlü ellerimizde…

Çünkü Anadolu’nun kaderihepimizin ellerinde…

Kırılgan Denge

Türkiye ekonomisi hâlâ birçok iç ve dış faktörün etkisi altında yön bulmaya çalışıyor. Sanayi üretiminden enflasyona, istihdamdan faiz oranlarına, döviz kurlarından enerji maliyetlerine kadar geniş bir yelpazede şekillenen ekonomik veriler, büyük bir yapbozun parçaları gibi. Ancak bu tabloya son yıllarda eklenen yeni bir etken var ki, onun etkilerini hâlâ hissetmeye devam ediyoruz: 6 Şubat 2023 depremleri. Ekonominin tüm göstergeleri birbiriyle iç içe geçmiş durumda ve bu karmaşık sistemin dengede kalması için kritik kararların alınması gerekiyor.

Sanayi üretimi Türkiye ekonomisinin lokomotiflerinden biri olarak öne çıksa da, 2024 verileri imalat sanayiinde dalgalı bir seyir olduğunu gösteriyor. Özellikle ara malı üretiminde düşüş eğilimi dikkat çekerken, enerji fiyatlarındaki artış, küresel resesyon endişeleri ve yüksek finansman maliyetleri üreticileri zorlamaya devam ediyor. Sanayi üretiminde kapasite kullanım oranının %74-77 arasında değişmesi, sektörün hâlâ tam kapasiteye ulaşamadığını gösteriyor. Beyaz eşya ve otomotiv üretimi iç talep sayesinde direnç gösterse de ihracattaki zayıflık sektörü baskılayabilir.

İşgücü piyasasında, sanayi ve inşaat sektörlerinde belirsizlikler sürüyor. Deprem sonrası inşaat faaliyetlerinde görülen hareketlilik, kısa vadede istihdama olumlu yansırken, sürdürülebilir bir istihdam artışı için yeterli görünmüyor. Hizmet sektörü ise turizm destekli bir büyüme kaydetse de, bu alanlarda maaşların düşük olması ve istihdamın büyük oranda güvencesiz işlerden oluşması önemli bir risk oluşturuyor. Tarım sektöründe mevsimsel dalgalanmalar sürerken, kırsal göç ve tarım işçilerinin çalışma koşulları ilerleyen yıllarda ekonomik dinamikleri etkileyebilir.

Faiz politikası, ekonominin en kritik bileşenlerinden biri olarak öne çıkarken, 2024 ve 2025 başında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artırması, enflasyonu kontrol altına alma çabalarının bir sonucu olarak görülüyor. Ancak kredi faiz oranlarının yükselmesi, hem bireyler hem de şirketler için finansmana erişimi zorlaştırıyor. Enflasyon tarafında, 2025’in ilk aylarında düşüş eğilimi gözlemlense de TÜFE hâlâ %45 seviyelerinde. Gıda ve enerji fiyatlarındaki artış, tüketici fiyatlarına baskı yapmaya devam ediyor. Üretici fiyat endeksinin yüksek seyri, önümüzdeki dönemde tüketici fiyatlarına yeni zam dalgaları olarak yansıyabilir ve alım gücünü daha da düşürebilir.

Döviz kuru 2024 boyunca volatil bir seyir izledikten sonra 2025’e 36-37 TL bandında giren dolar kuru, piyasaların en yakından takip ettiği göstergelerden biri olmaya devam ediyor. Kurun nispeten dengelenmesi olumlu görünse de, küresel piyasalardaki gelişmeler ve Türkiye’nin cari açığına bağlı olarak oynaklık devam edebilir. İthalat hâlâ yüksek seviyelerde olduğu için döviz üzerindeki baskı sürerken, ihracatçılar için kur seviyesi rekabetçi olsa da üretim maliyetlerinin yükselmesi avantajlarını sınırlıyor.

Enerji fiyatları, Türkiye gibi büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülke için hem enflasyon hem de üretim maliyetleri açısından belirleyici olmaya devam ediyor. 2024’te doğalgaz ve elektrik fiyatlarında görülen artış, sanayi üreticilerini ve hane halklarını doğrudan etkiledi. Küçük ve orta ölçekli işletmeler artan enerji maliyetlerini nihai ürün fiyatlarına yansıtırken, tüketicinin alım gücünün azalması iç talebi baskılıyor. Bu da enflasyonist baskının uzun süre devam etmesine neden olabilir.

6 Şubat 2023 depremlerinin ekonomik etkileri halen devam ediyor. Türkiye tarihinin en büyük afetlerinden biri olan bu felaket, ekonomiye büyük bir darbe vurdu. Deprem bölgesinde sanayi üretimi, tarım ve ticaret önemli ölçüde zarar gördü, işgücü piyasası sarsıldı ve yeniden yapılanma süreci henüz tamamlanmadı. Hükümet, bölgeyi ekonomik olarak ayağa kaldırmak için çeşitli harcamalar yaptı ancak bu harcamalar bütçe açığını artıran en önemli faktörlerden biri oldu. İnşaat sektörü açısından bakıldığında, deprem sonrası artan konut projeleri kısa vadede ekonomiye canlılık getirdi. Ancak bu harcamaların bütçe üzerindeki uzun vadeli yükü, sürdürülebilirlik açısından sorgulanmaya devam ediyor.

Türkiye’nin bütçe dengesi son yıllarda en çok konuşulan konuların başında geliyor. Deprem harcamaları, artan faiz ödemeleri ve kamu harcamalarındaki genişlemeler bütçe açığını artırırken, gelir tarafında vergi tahsilatlarının artırılması dikkat çekiyor. Ancak, dolaylı vergilerin artması tüketiciler üzerinde ek bir yük oluşturuyor. Cari açık tarafında, dış ticaret açığının hâlâ yüksek olması döviz ihtiyacını artırarak ekonomi yönetiminin elini daraltıyor. Türkiye’nin bütçe açığını yönetebilmesi için kapsamlı bir vergi reformuna ve uzun vadeli yapısal değişimlere ihtiyacı var.


12 Şubat 2025 Çarşamba

Bugün Berat Kandili

Berat Gecesi, Şaban ayının 15. gecesidir ki, bu yıl Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan gece, yânî bu gecedir. Resûlullah efendimiz bu gece çok ibâdet eder ve; (Allahümmerzuknâ kalben takıyyen mineşşirki beriyyen lâ kâfiren ve şakiyyen.) duâsını çok okurdu. Allahü teâlâ, ezelde, hiçbir şey yaratmadan önce, her şeyi takdîr etti, diledi. Bunlardan, bir yıl içinde olacak her şeyi, bu gece meleklere bildirir... Kur’ân-ı kerîm, levhilmahfûza bu gece indi... Berat Gecesi ile ilgili hadîs-i şerîflerden bâzıları şöyledir:

√ Bu gece göklerin kapıları açılır, melekler mü’minlere müjde verir, ibâdete teşvik ederler.  [Nesai, Beyheki, A, Münziri]

√ Şu 5 gecede yapılan duâ geri çevrilmez: Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban Bayramı gecesi.                                                                     
[İ.Asakir]

√ Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri Allahü teâlâya arz olunur.    
[Gunye] 

√ Ceb­râ­il aley­his­se­lâm ba­na gel­di. Kalk, na­maz kıl ve duâ et! Bu ge­ce, Şa­ban’ın on­be­şin­ci (Be­rat) ge­ce­si­dir, de­di. Bu ge­ce­yi ih­yâ eden­le­ri, Al­la­hü te­âlâ af­fe­der. Yal­nız; müş­rik­le­ri, bü­yü­cü­le­ri, fal­cı­la­rı, ha­sis­le­ri, al­kol­lü iç­ki içen­le­ri, fâ­iz yi­yen­le­ri ve zi­na ya­pan­la­rı af­fet­mez.      [Taberanî] 

√ Bu gece, sâlih akraba ile ilgisini kesen, büyüklenen ve ana babasına âsi olanlar affa uğramaz.               

[Beyheki]
√ Şaban ayının onbeşinci gecesi, rahmet-i ilâhi dünyayı kap-lar, herkes affolur. Ancak haksız yere Müslümanlara düşmanlık besleyen ve Allahü teâlâya ortak koşan mağfiret olunmaz.

Bu geceyi ganîmet bilmeli, tevbe istiğfar etmeli, kazâ namazı kılmalı, Kur’ân-ı kerîm okumalı, bilhassa ilim öğrenmelidir. En kıymetli ilim, doğru yazılan ilmihâl bilgileridir. Gâfil olmamalı, bu geceyi mutlaka ihyâ etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmelidir. Bunların sevâbını ölülere de göndermelidir.

Kaynak: Türkiye Gazetesi Takvimi

10 Şubat 2025 Pazartesi

Doğanın yolu, insanın yolu

İnsan, doğayla ilişki kurduğu sürece, doğa ve insan arasında bir bağlılık var olduğu sürece, insanın insanlığını koruması mümkündür. Doğa, insan için düşünme, duygulanma, duyarlı olma, ilham alma, bilgilenme, var olma ve değer üretmek için bitmez tükenmez kaynaktır. Akıl ve doğanın dışında yapay, sahte, kısıtlı ve kısırlı kurgulara kendini ve hayatını sığdırma gibi bir deliliğe kapıldığı zaman insan, hayata giden yolları kapatmakta, kendisini dışarıdan birkaç kişinin oluşturduğu kalıplara mahkum hale getirmektedir. Doğada çitler, duvarlar ve sınırlar yoktur. Hayatında sınırlar, çitler ve yasaklar yapan insanoğlu, doğayı da kendine benzetmektedir. Doğa, uçsuz bucaksız bir evrendir. Doğaya kendi yapaylığını dayatan insan, aslında doğanın doğallığını kendi hayatında takip etmelidir. Doğanın hakimi olmak saplantısından ve sapkınlığından bir an önce kurtulması gereken insanlar, doğayı kendilerine doğruluk, iyilik, güzellik ve mutluluk kaynağı olarak almayı öğrenme ihtiyacındadırlar.

Doğada aşk, umut ve tutku vardır. İnsanın aşklarına, umutlarına ve tutkularına karabasan gibi çöken, saçma sapan emir ve yasaklarla hayatı cehenneme çeviren köhnemiş ve körelten kalıplar yerine doğada hakim olan   hep yeni, diri ve taze olanı esas almak, yapıcı ve yaratıcı olandır. Doğa uyandırır, uyarır, yol gösterir, yol verir  ve yol yapar. İnsanın yolu ve yoldaşı, doğadır. Doğanın yolunu ve yoldaşlığını kaybettiğinden beri insan, vahşet halinden kurtulmamıştır.

Doğada vahşet ve vahşilik yoktur. Doğanın yüksek  dağları,  geniş ovaları, coşkun nehirleri,  ulu ağaçları vahşi değildir. Doğaya en büyük iftira ve hakaret, doğaya vahşi demektir. Vahşi doğa ifadesi, insanın doğaya attığı bir iftira ve hakarettir. Toprak ve doğada vahşet yeşermez. Doğa ve topraktan medeniyet çıkar. Vahşet ve vahşiliğin kaynağı insanoğludur. İnsanı medenileştiren ve ehlileştiren yegane kaynak ve imkan, doğadır. İnsana medeni olmayı öğreten en asli kaynak doğadır. İnsan, doğayı rehber edindiği sürece yolunu bulmaktadır.

İnsan, edebiyatı, sanatı, felsefeyi, ahlakı, maneviyatı ve bilimi doğa sayesinde yaşamaktadır. Doğa olmadan insanın şair, filozof, düşünür, bilim insanı, edebiyatçı, yazar, sanatçı, müzisyen, ressam olması mümkün değildir. İnsan, doğa ve insan ötesi hiçbir kurguya kul ve köle olmadan doğanın ve yeryüzünün öğrencisi olmalıdır. Doğa, insana, dışından konuşan, hutbeler ve konferanslar vermemekte, kitaplar indirmemekte ve  talimatlar yollamamaktadır. Doğanın insana ilham ettiği bütün felsefi, edebi, manevi, sanatsal tecrübeler, insanın doğanın içinde doğaya katılarak kendi içinde doğan   tecrübelerdir. Doğa, insanın içinde, yani ruhundadır. Kişi, doğa sayesinde birey olmaktadır. Doğa, insan için özgür ve yaratıcı birey olmanın kaynağıdır. Doğa dediğimiz özgür tapınakta kişi, birey olarak varoluşunu gerçekleştirebilir. İnsan için tek  doğal tapınak  doğadır. Doğada,  dogma yoktur. Ormanlara, nehirlere, ağaçlara,  tarlalara,  tepelere, dağlara, ovalara  giden yollar,    doğa tapınağına insanı götüren  yollardır. Doğaya giden yollar, insanın kendini gerçekleştirmesine giden yollardır. Doğa, insana tepeden bir şekilde emirler yağdırmamakta, yasaklar koymamaktadır.

Doğa, insana özgürlüğü, çoğulculuğu, barışı ve hukuku ilham etmektedir. Doğa özgürlüktür. Doğa, insan için en doğal durumun özgürlük olduğunu söylemektedir. Doğada kulluk, kölelik, despotluk, diktatörlük yoktur. Doğa, özgürlük olmadan insanın mutlu, umutlu, seven, sevilen, düşlü ve düşünen akıllı bir birey olmayacağını insana öğretmektedir. Doğanın yolu, insanın yoludur.

Doğayı sahici anlamda yaşayan ve kutlayan insanlar kendilerini değiştirebilirler. Doğa, sürekli olarak değişim, yenilenme ve dönüşüm halindedir. Doğaya kendini kapatan kültürler, katılaşmakta, kapanmakta, kararmakta ve kirlenmektedir. Doğayla sağlam  ve sürekli olarak bağlar kurabilen kültürlerin,  hayata, insana ve canlılara katkıda bulunma imkanları  olabilir. Doğadan kopuk ve doğaya yabancı kültürler, insanlığa ve  yeryüzüne   yıkım, vahşet ve  çürüme getirmektedirler.

Doğada her şey  gelip gitmektedir. Doğada ve hayatta olanı sevmek ve onlarla ilişki kurmak  insan için çok önemlidir. Doğada  her şeyin   gelip  gittiği gerçeğinin farkında olarak ayağımızı toprağa  güçlü basmalı ve akıllı bir şekilde  yaşamalıyız. Doğada ve hayatta her şeyi  zamanı gelince bırakmayı bilmeliyiz. Doğada ve hayatta hiçbir şey, bize ait değildir. Doğada sahiplik saplantısı yerine doğada var olma ve kendi varoluşumuzu gerçekleştirmenin peşinde olmalıyız. Bırakalım, doğada  kendimiz dahil her  şey akıp gitsin!

Ekonomi ve Gerçekler

Türkiye ekonomisinin en temel meseleleri arasında faiz, enflasyon ve işsizlik üçlüsü yıllardır gündemin en sıcak başlıklarından biri olmaya devam ediyor. Hükümetlerin politika tercihlerinden merkez bankasının stratejilerine, küresel gelişmelerden halkın günlük hayatına kadar uzanan geniş bir etki alanına sahip bu kavramlar, sadece ekonomik tartışmaların değil, siyaset ve toplumsal hayatın da temel belirleyicileri hâline gelmiş durumda.

Faiz: Geri Çekilme mi, Dengelenme mi?

Son birkaç yılda Türkiye’nin faiz politikası, büyük dalgalanmalara sahne oldu. Bir dönem agresif faiz indirimleriyle büyümeyi teşvik etmeye yönelik bir politika izlendi, ancak enflasyon üzerindeki baskı ve döviz kurundaki oynaklık, faizlerin yeniden yükseltilmesini zorunlu hale getirdi. Bugün Merkez Bankası, politika faizini dengeleyerek hem iç talebi kontrol altında tutmaya hem de kur istikrarını sağlamaya çalışıyor.

Peki, faiz artışları gerçekten enflasyonla mücadelede en etkili araç mı? Teoride, evet. Ancak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde faiz artışlarının her zaman aynı etkiyi göstermediğini biliyoruz. Özellikle özel sektörün yüksek döviz borcu ve krediye dayalı büyüme modeli düşünüldüğünde, faiz artışları ekonomik daralmayı da beraberinde getirebilir. Bunun en net sonucu ise yatırımcı iştahının azalması, üretimde gerileme ve dolayısıyla istihdamda sıkıntılar yaşanmasıdır.

Enflasyon: Kırılması Zor Bir Sarmal

Türkiye’de enflasyon yıllardır ekonomi yönetiminin en büyük baş ağrılarından biri. 2023 ve 2024 yıllarında enflasyonda zirve noktalar görüldü ve halkın alım gücü ciddi şekilde eridi. Ücret artışları enflasyonu yakalamakta zorlanırken, gelir dağılımındaki bozulma daha belirgin hale geldi.

Enflasyonun Türkiye’de kalıcı bir sorun haline gelmesinin altında yatan temel sebeplerden biri, yapısal reformların eksikliği. Türkiye uzun yıllardır arz yönlü enflasyonla boğuşuyor. Yani, sadece talep artışından değil, üretim maliyetlerinden, enerji fiyatlarından ve kur dalgalanmalarından kaynaklanan bir enflasyon süreci söz konusu. Faiz artırımları talep enflasyonunu baskılayabilir, ancak maliyet enflasyonu söz konusu olduğunda iş biraz daha karmaşık hâle geliyor.

Gıda fiyatları, enerji maliyetleri ve ithalata bağımlı sektörler enflasyonun ana itici güçlerinden biri. Dolayısıyla, enflasyonla kalıcı mücadele için sadece para politikası yeterli olmaz; tarım, sanayi ve enerji politikalarında köklü dönüşümler şart.

İşsizlik: Büyüme Var Ama İstihdam Yok

Son yıllarda Türkiye ekonomisi büyüme rakamlarıyla umut verse de istihdam piyasasında aynı canlılığı görmek pek mümkün değil. Özellikle genç işsizlik oranları hala yüksek seyrediyor. Bunun birkaç temel sebebi var.

İlk olarak, sanayi ve üretim sektöründe yeterince yatırım yapılmadığı için büyüme daha çok tüketim ve hizmet sektörüne dayalı. Oysa kalıcı istihdam yaratmak için sanayi ve teknolojiye dayalı bir ekonomik dönüşüm gerekiyor. Dijitalleşme ve otomasyon, bazı sektörlerde işgücü ihtiyacını azaltırken, kalifiye eleman eksikliği de işsizlik rakamlarını artırıyor.

İkinci olarak, yüksek enflasyon ortamında firmalar maliyetlerini kontrol altına almak için istihdam yaratmaktan kaçınıyor. Yani, ekonomi büyüse bile işsizliği azaltacak ölçüde yeni iş alanları açılmıyor.

Üçüncü bir mesele de eğitim ile iş gücü piyasası arasındaki uyumsuzluk. Üniversitelerden mezun olan gençler, piyasada talep gören mesleklerden uzak bir eğitim alıyor. Meslek liseleri ve teknik eğitim programlarına yeterince yatırım yapılmadığı için işverenler, ihtiyacı olan kalifiye elemanı bulmakta zorlanıyor.

Sonuç: Yeni Bir Yol Haritası Gerekli

Türkiye ekonomisinin temel sorunları, kısa vadeli çözümlerle aşılabilecek türden değil. Faiz artırımları enflasyonu bir miktar frenleyebilir ama yapısal reformlar olmadan kalıcı bir düşüş sağlamak zor. İşsizlik ise sadece ekonomik büyümeyle değil, nitelikli istihdam yaratacak politikalarla çözülebilir.

Özetle, Türkiye’nin ekonomik rotasını sürdürülebilir büyüme, enflasyonla etkin mücadele ve istihdam artışı sağlayacak yapısal reformlar çerçevesinde yeniden çizmesi gerekiyor. Aksi takdirde, bu üçlü açmaz içinde gidip gelen bir ekonomiyle yol almaya devam ederiz.

Nükte... Hayatın İçinden

 Sen doğdun herkes güldü, bir tek sen ağladın. Öyle yaşa ki, sen öldüğünde herkes ağlasın, yalnız sen gül!

Niceleri geldiler, neler istediler, sonunda dünyayı bırakıp gittiler. Sen hiç gitmeyecekmiş gibisin değil mi? O gidenler de aynen senin gibi düşünüyorlardı...

Evlenirken sadece birlikte yaşayabileceğin birisiyle değil, onsuz yaşayamayacağın birisini seç! Geldiği zaman sadece boşluk doldurmuş olmasın, gittiğinde yeri doldurulamasın.

İnsanın bir üzüntüden sonra saçını başını yolması kadar saçma birşey yoktur. Kel olmak üzüntüyü gidermiyor ki...


5 Şubat 2025 Çarşamba

Geçmişten Günümüze Bürokratik Sıkıntılar

Türkiye’de devlet geleneği, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan güçlü bir bürokratik yapı üzerine inşa edilmiştir. Bu yapı, zaman zaman siyaset ve halk iradesiyle rekabet eden, hatta onu baskılayan bir güç odağına dönüşmüştür. Bugün hâlâ etkisini hissettiren “bürokratik oligarşi” kavramı, devletin kurumsal hafızasını koruma iddiası ile halkın talepleri arasında süregelen gerilimin bir yansımasıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda merkeziyetçi bir yönetim anlayışı hâkimdi. Padişahın mutlak otoritesi altında bile bürokrasi, devletin işleyişinde kritik bir rol oynuyordu. Osmanlı’nın modernleşme çabaları, özellikle Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) bürokratik yapıyı daha da güçlendirdi.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bürokrasi, yeni rejimin kurumsallaşmasında merkezi bir rol üstlendi. Yeni yönetim Osmanlı’nın güçlü bürokratik geleneğinden yararlandı. Ancak bu dönemde bürokrasi, halkın doğrudan yönetime katılımına mesafeli bir tavır aldı. Tek parti dönemi boyunca devletin kadroları, modernleşmeyi yukarıdan aşağıya bir süreç olarak görerek halkı yönetilen bir kitle olarak konumlandırdı.

Çok partili hayata geçişle birlikte Türkiye’de bürokratik oligarşinin etkisi daha görünür hale gelmiş ve halk iradesi ile devletin köklü bürokratik unsurları arasında gerilimler yaşanmıştır. 27 Mayıs 1960 darbesi, başta yargı, ordu ve akademi, bürokrasinin sivil siyasete karşı ilk büyük müdahalesi oldu. Bu süreç, 1971 Muhtırası ve 1980 Darbesi ile daha da pekişti. 1982 Anayasası, bürokratik yapının özellikle yargı, asker ve yüksek kamu yönetimi alanlarında etkisini artırmasına zemin hazırladı.

1990’larda artan siyasi istikrarsızlık ve koalisyon hükümetleri, bürokrasinin yönetime olan etkisini artırdı. 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de siyaset ve bürokrasi arasındaki mücadele yeni bir boyut kazandı. 2002 seçimleriyle iktidara gelen AK Parti, askeri vesayete dikkat çekerek bürokrasinin sivilleşmesini savundu. 2010 ve 2017 anayasa değişikliği referandumu ve sonrasında yapılan reform paketleriyle yargı ve askerî bürokrasinin etkisi törpülendi. Fakat bu süreçte, sivil yönetimin güçlenmesiyle birlikte bürokratik oligarşinin yerini siyasal merkezde toplanan yeni bir yönetim şekli aldı.

AK Parti, 2002’den itibaren Türkiye’de siyasetin merkezinde yer alan iktidar partisi olarak, devlet yönetiminde köklü değişiklikler yapsa da bürokratik sorunları çözüme kavuşturacak sistemi tam manasıyla kuramamıştır.

Devlet kurumlarıyla vardır ve devletin başarısı, liderlerin vizyonu kadar bürokrasinin etkin ve adil işleyişine de bağlıdır. Türkiye’de 11 binin üzerinde üst düzey bürokrat bulunmaktadır. Bu görevlere liyakatli, sorumluluk sahibi, vicdanlı, ahlaklı, aç gözlü olmayan, ülkesine, milletine bağlı, dürüst ve ehil insanların atanması hayati bir konudur.

Bu bağlamda; bürokraside çıkar gruplarının oluşmaması, rüşvet ve yolsuzlukla etkin mücadelenin yapılması, kamu zararına yönelik caydırıcı cezaların getirilmesi ve bu cezaların istisnasız uygulanması, şeffaflık ve denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, suistimale açık 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun düzenlenmesi, bürokrasinin siyaseti baskılayan, yavaşlatan ve yönlendiren eğilimlerine yönelik açıkların kapatılması önem arz etmektedir…

Günümüzde toplumlar, bireyselleşmenin en uç noktasına ulaşmış durumda. Eskiden ortak değerler etrafında birleşen insanlar, artık sadece kendi çıkarlarını ve bireysel mutluluklarını önceliklendiriyor.

Ortak aidiyet hissi kayboldukça, toplumun temelleri zayıflıyor. Ülkeler sadece coğrafi sınırlarla var olan yapılar haline gelirken, içinde yaşayanlar için bir anlam ifade etmiyor. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı, toplumsal çöküşün en büyük habercisidir.

Eskiden birey, toplumla birlikte var olurdu. Şimdi ise toplumun çöküşü bile birey için bir anlam ifade etmiyor. Çünkü herkes kendi küçük dünyasında, kendi bireysel önceliklerinin peşinde. Kapitalizmin ve modernizmin dayattığı bu yaşam tarzı, insanları yalnızlaştırıp, aidiyet duygusunu yok etti.

Bir ülke, halkı tarafından sahiplenilmiyorsa, bir toplum geleceğini umursamıyorsa, uzun vadede ayakta kalması mümkün müdür? Bugün sadece bireysel kazançlarını düşünen, yarın toplumun çöküşüyle herşeyini kaybettiğinde bunu fark edecek mi?

Gerçek şu ki, bireysellik ve özgürlük adı altında toplumların bilinçli bir şekilde parçalanmasına tanık oluyoruz.

4 Şubat 2025 Salı

Anlama ve Kavrama Üzerine...

Fikirleri ve ideolojileri ileri sürenler, bu iddialarını topluma benimsetme çabalarına ve bu yolla kitleleri etkileri altına alma aşamalarına hep bireyden başlamışlardır. Toplumun geneline eğilmeden ve doğru olduğundan şüphe etmeyi düşünmedikleri ya da hakikat olan fikirlerini, doğrudan toplumla paylaşmadan önce, bireyle ve yakın çevresindeki insanlarla paylaşmaya, onlara anlatmaya çalışmışlardır. Bu, kendisini iyi tanıyanlardan başlamaktır da aynı zamanda... Böylece, fikirlerini önce onlara anlatarak, sağlam bir temellendirme sonrasında, başkalarını da inandırma ve ikna etme aşamasına geçer. Eğer iddiaları, kendisini anladıklarını düşündüğü kişilerin çoğu tarafından bile reddedilip, kabul görmezse, kalkıştığı işte daha en başta büyük zorlukla karşılaşmış demektir.

Konu, anlamayla yakından ilgilidir ve insanın, kendisini tanıyan ve anlayan, anlattıklarını kavrayan kişi ya da kişileri bulması o kadar kolay değildir.

Birey bilincine önem verme ve önce bireyden yola çıkarak topluma ulaşmanın, uzun bir mücadele isteyen, ama sağlam bir yol olduğunu, yankıları, geçmişin sayfalarında büyük izler bırakmış olaylara ve kişilere bakarak anlayabiliriz. Bilinçlenmiş, anlama ve kavrama yeteneği gelişmiş insanlardan oluşan toplumların, yanlışlar karşısındaki tepkileri daha gerçekçidir; yerinde ve zamanındadır. Bu tür toplumlarda, halka benimsetilmeye çalışılan yanlışlığı, zamanında önleme ve doğrusunun yapılması için gereken yönlendirmeyi yapma yeteneği gelişmiştir.

Hayatın merkezine tek tek kişileri değil de kitle anlamı yüklenmiş haldeki (Burada, birey şuuru değil de, kitle şuuru, yani şuursuzluğu hâkimdir.) toplumu koyan insanlar, onun istismarının kolaylığının da farkındadırlar. Bireyselleşmelerine izin vermemek için değişik yollar denedikleri insanları, işlerine geldiği gibi yönetme ve yönlendirme çabaları içindedirler bu tür kişiler... Alternatifleri yoktur, müesseselerin ayakta durmaları onların varlığına bağlıdır, rekabet istemezler ve yerlerine kesinlikle adam yetiştirmezler. Hâlbuki varlıklarını süresiz ya da uzun süreli olarak devam ettirmesi gereken kurum, kuruluş ve sistemlerin ayakta kalmaları, gelişmeleri, ilerlemeleri, fertlerin hayatiyetine endekslenmemeli.

Gelelim yine anlama ve kavrama konusuna... Bir şeyi anlamadan, onu kavrayamayız ve dahi yorumlayamayız. Dolayısıyla, önce anlamanın ne olduğunu öğrenmek için uğraşmamız gerektiğini söyleyebiliriz. Bunun için ise, sahip olduğumuz bilgiyi kullanarak, onun ışığı altında düşünmeli, gözlemeli ve ondan sonra anlama işine girişmeliyiz. Bunlar olmadan veya bunu yapmadan, birbirimizi ya da birilerini anladığımızı ifade etmemiz, dayanağı olmayan kuru bir iddiadan ileri geçemez. Kendimizi anlamak için bunu yapmalıyız; karşımızdakini anlamak için bunu yapmalıyız, eşimizi, dostumuzu ve çevremizdekileri anlamak için bunu yapmalıyız.

Anlamadan, kavramaya, kavramadan yorumlamaya kalkışmak ya da anlamadan bir şeyleri değiştirmeye, çekidüzen vermeye kalkışmak, doğru olduğunu sandığımız yanlışlara, yeni yanlışlar eklemekten başka bir şey değildir.

Fakat önce kişinin kendisinden başlaması gereken anlama işine girişmek, zorluklarla dolu ve sürekli devam etmesi gereken bir süreç olduğundan, böyle bir şeye kalkışmak, toplumdaki çoğu kişinin göze alamayacağı bir harekettir. Ne var ki, bu tür bir zihinsel eyleme yönelmediğimiz sürece, gerçek manada ne kendimizi tanıyıp anlayabiliriz ve ne de karşımızdakileri... Çünkü “(...) “İnsanoğlunun diyalog sırasında başkasının farklılığında kendisini ve dünyayı anlaması, yorumlaması hiç bitmeyen bir süreçtir. Doğumundan ölümüne kadar insanlar başkalarını ve dünyayı yorumlar, bu arada kendilerini sürekli yeniden keşfederler.

Bu sürekli keşifte bizim en büyük yardımcımız ise “dil”dir. Dil, ancak sohbet sırasında kendisini en sahih biçimde açığa vurur.” (Mustafa Armağan)      

İnsan, kendisini ve başkalarını anlayabilmesi konusunda, her zaman başka insanlara muhtaçtır. Bu da, onlarla bir arada bulunmak ve bazı gerçekleri paylaşmak demektir. Yani diyalog... “Kendisiyle ve başkalarıyla diyalog sırasındadır ki insan kendisini ortaya koyar ve anlayabilir. Diyalog, yani eskilerin deyişiyle sohbet. Dünyada olmak, dünyayı yorumlamak demektir. Yorum olmadan yaşamanın hiç bir anlamı yoktur.”( Mustafa Armağan) Yani, yaşadıklarına bir anlam yüklemeden yaşamak; yaşamak olarak kabul edilmemeli...

Anlama, diyalog, yorumlama ve yaşama... İnsan bir başkası hakkında kanaat beyan ederken, onu yorumlamaktadır aslında. Bu sıradadır ki o insanın “ufku” ile yorumladığı insanın ufku “kaynaşır.

Ve yazar, yukarıda alıntıladığımız cümlelerinde olduğu gibi, anlama, diyalog, yorumlama ve yaşama konusunda, Almanların çağımızda yaşamış büyük filozoflardan biri olan Hans Georg Gadamer’in düşüncelerine yer vermeye devam eder:

Hermenötiğin (yorumsama) babası Gadamer’e göre; “Sohbete, diyaloğa bütün insanları katabilirsek, bütün ufukların kaynaştığı olağanüstü mümbit bir ortama ulaşmayı başarabiliriz ki bu, bütün anlaşmazlıkların çözüldüğü ve önyargılarımızın birbirimizi tanımak suretiyle aşıldığı ideal bir durum demektir.” 

Başkalarının farklılığında kendinizi tanımak, böylece başkalarını yorumlamak ve önyargılarınızdan (Milletçe, birçok şeye ne kadar önyargılı yaklaştığımızı bir düşünün.) biraz olsun kurtulmak istiyorsanız haydi sohbete... Haydi diyaloğa...

Sahte nostalji çağında gerçek anılar

Liseden yetişkinliğe geçiş, birçoğumuz için beklenmedik bir gerçeklikle yüzleşme anıdır. Bir zamanlar başkalarının gözünde var olma mücadelesi verirken, birden kimsenin bizi düşünmediği bir dünyaya adım atarız. Bu hızlı ve keskin geçiş, çoğu zaman derin bir yalnızlık ve aidiyet arayışı ile sonuçlanır.

Modern hayatın karmaşası içinde, geçmişin idealize edilmiş versiyonlarına sığınmak cazip gelir. Retro kafeler, vintage kıyafetler, eski oyun konsolları... Hepsi bize kontrol edilebilir bir geçmiş vaat eder. Ancak bu nostalji tüketimi, gerçek bağlantıların yerini alan yapay bir aidiyetten öteye gidemez.

Günümüzde sosyal medya, bu yapay aidiyet hissini besleyen başlıca platformdur. Instagram'da #throwbackthursday etiketiyle paylaşılan fotoğraflar, TikTok'ta viral olan "90'lar çocuğu challenge'ları", YouTube'da milyonlarca izlenen eski çizgi film introları... Hepsi aslında dijital çağın yalnızlığına bir panzehir arayışıdır.

Markalar bu durumu çok iyi kullanır. Nike "Air Jordan" serisini yeniden piyasaya sürerken, Levi's vintage koleksiyonlarını yüksek fiyatlarla satışa çıkarır. Müzik endüstrisi vinyl plakları yeniden keşfederken, sinema sektörü eski filmlerin remake'leriyle dolup taşar. Çünkü nostalji, tüketim kültürünün en kârlı metalarından biri haline gelmiştir.

Peki neden kimse bizi düşünmüyor? Çünkü herkes kendi hayat filminin başrolünde. Metroda karşılaştığınız eski bir sınıf arkadaşınızla yaptığınız kısa sohbet, sizin zihninizde günlerce yer ederken, o kişi için sadece günün sıradan bir anıdır. Bu acımasız gerçek, aslında büyük bir özgürlük de sunar: Artık başkalarının gözündeki imajınız için yaşamak zorunda değilsiniz.

Ancak bu özgürlük, varoluşsal bir boşluk da yaratır. İşte tam da bu noktada, hiç yaşamadığımız dönemlere olan özlem devreye girer. 80'lerin neon ışıkları, 90'ların grunge estetiği veya 2000'lerin ilk internet kafe deneyimleri... Tüm bunlar, köksüz hissettiğimiz bir dünyada kök arama çabamızın tezahürüdür.

Günümüzden çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, Stranger Things dizisinin yarattığı 80'ler nostaljisi fenomeni gösterilebilir. Diziyi izleyen gençler, hiç yaşamadıkları bir döneme özlem duymaya başladılar. Müzik zevklerinden giyim tarzlarına kadar birçok alanda 80'leri taklit etmeye çalışan bir nesil ortaya çıktı. Bu, kolektif hafızanın nasıl manipüle edilebileceğinin çarpıcı bir örneğidir. Oysa gerçek 80'ler, bugün pazarlanan parlak neon ışıklar ve synthwave müzikten ibaret değildi. Ekonomik zorluklar, Soğuk Savaş'ın gölgesi ve AIDS krizinin yarattığı toplumsal travmalar da o dönemin bir parçasıydı. Ancak nostalji endüstrisi, sadece instagramlanabilir anları seçip bize sunuyor.

Bu seçici hafıza, günümüzde dijital arşivleme ile daha da güçleniyor. Facebook'un "bir yıl önce bugün" hatırlatmaları, Google Fotoğraflar'ın otomatik oluşturduğu "geçmişe yolculuk" albümleri... Hepsi bize geçmişi nasıl hatırlamamız gerektiğini dikte ediyor. Ancak bu yapay nostalji, gerçek anıların yerini alamaz.

Örneğin, pandemi döneminde evde kaldığımız günlerde, birçoğumuz eski fotoğraf albümlerine sarıldık. Sosyal medyada "#tbt" etiketiyle paylaşılan eski tatil fotoğrafları, ofis partileri veya konser anıları patladı. Bu, aslında şimdiki zamanın belirsizliğinden kaçış çabasıydı. Ama ironik bir şekilde, bu kaçış çabası bizi daha da yalnızlaştırdı.

Peki çözüm ne? Belki de cevap, şu anın değerini bilmekte yatıyor. Retro kafelerde geçmişi satın almak yerine, bugünün tadını çıkarmayı öğrenmek. Çünkü yıllar sonra, bugün yaşadıklarımız da birer nostalji objesi olacak. Belki de gelecekte, 2020'lerin pandemi günlerini bile romantize edeceğiz. Kim bilir?

Önemli olan, hayatımızı başkalarının gözünde değil, kendi değerlerimiz doğrultusunda yaşamak. Evet, kimse bizi düşünmüyor olabilir. Ama biz kendimizi düşünmezsek, geriye sadece satın alınmış anılardan ibaret bir hayat kalır. Oysa gerçek miras, paylaştığımız anlarda saklı.

Son olarak, gelin bir düşünce deneyi yapalım: Yıllar sonra, kendi hayatınızın nostaljik bir versiyonunu izlediğinizi hayal edin. Hangi anları görmek isterdiniz? Hangi kararlarınızla gurur duyardınız? Belki de cevap, tam da şu anda attığınız adımlarda gizli.

Bugün, yarının nostaljisidir. Ve siz, kendi hikayenizin hem yazarı hem de başrol oyuncususunuz. Öyleyse, gelecekte özlemle anacağınız anıları şimdi yaşamaya ne dersiniz? Çünkü gerçek özgürlük, başkalarının zihninde değil, kendi kalbinizde var olmaktır.

Unutmayın, hayat bir Instagram filtresi değil. Gerçek renklerinizle, tüm kusurlarınızla ve benzersiz deneyimlerinizle siz, şu an var olan en otantik versiyonusunuz. Ve bu, herhangi bir nostaljik trendin satın alabileceğinden çok daha değerli. Şimdi, kendi hikayenizi yazmaya hazır mısınız?

3 Şubat 2025 Pazartesi

Türkiye Elektrik İletim A.Ş. 31.01.2025 tarihine ait son kurulu güç raporunu yayınladı. 31.01.2025 tarihli kurulu güç raporuna göre Türkiye 31.01.2025 tarihini 116.097 MW kurulu güç ve 33.775 santral ile tamamladı.

31.01.2025 tarihli Kurulu Güç Raporunda Öne Çıkan Bazı Bilgiler aşağıdaki gibidir.

Toplam elektrik kurulu gücü, 116.097 seviyesine ulaşmıştır. Toplam santral sayısı da 33.775 olmuştur.

Yenilenebilir enerji kurulu gücü de bir önceki aya göre 726 MW artarak  69.267 MW‘a yükselirken yenilenebilir santraller toplam kurulu gücün yaklaşık % 59,66'sını oluşturdu.

Güneş enerji santrallerinin kurulu gücü de 20.028 MW'ye, toplam güneş enerji santral sayısı da 31.701'ye yükseldi.

Rüzgar enerji santrallerinin de kurulu gücü 288 MW artışla 12.864 MW oldu.

Güneş enerji kurulu gücü toplam kurulu gücün % 17,24'ünü oluştururken, rüzgar enerji kurulu gücünün toplam kurulu güçteki oranı ise % 11,08 oldu.

Rüzgar ve güneşin yanında önemli bir yenilenebilir enerji santrali olan biyokütle santral kurulu gücü 2.122 MW seviyesine indi.

Toplam kurulu güçte ilk sırada 24.663 MW ile doğalgaz yer alırken, onu 23.863 MW ile barajlı hidroelektrik santralleri takip etti.

Fosil yakıtlı santrallerin kurulu gücü de 31.01.2025 tarihi itibariyle 46.830 MW seviyesinde seyretmekte olup toplam kurulu güçteki oranı ise % 40,34'dür.

Ayrıca lisanssız güneş enerji santral kurulu gücü 18.013 MW seviyesine ulaşırken, lisanslı GES kurulu gücü ise 2.015 MW seviyesine yükseldi.

31.01.2025 tarihi itibarıyla ülkemiz kurulu gücü 116.097 MW’a ulaşmıştır. 31.01.2025 tarihi itibarıyla kurulu gücümüzün kaynaklara göre dağılımı; % 27,74'ü hidrolik enerji, % 21.24'ü doğal gaz, % 18,89'u kömür, % 11,08'i rüzgâr, % 17,24'ü güneş, % 1,49'u jeotermal ve % 2,32'si ise diğer kaynaklar şeklindedir. Toplam kurulu güçte ilk sırayı yine doğalgaz aldı ve geçen aya göre biraz düşerek 24.663 MW seviyesine indi. Toplam yenilenebilir kurulu gücü de 69.267 MW’a yükseldi. Lisanssız güneş kurulu gücü 31.01.2025 tarihi itibariyle 18.013 MW’a ulaşırken, lisanslı güneş kurulu gücü 2.015 MW seviyesine yükseldi. 

Ayrıca Ülkemizde elektrik enerjisi üretim santrali sayısı, 31.01.2025 tarihi itibarıyla 33.775'e (Lisanssız santraller dâhil) yükselmiştir. Mevcut santrallerin 764 adedi hidroelektrik, 69 adedi kömür, 374 adedi rüzgâr, 66 adedi jeotermal, 335 adedi doğal gaz, 31.701 adedi güneş, 466 adedi ise diğer kaynaklı santrallerdir. 

31.01.2025 tarihi itibariyle (Ocak ayı içinde) elektrik üretimimizin, % 36,15'i kömürden, % 26,53'ü doğal gazdan, % 15,80'i hidrolik enerjiden, % 9,26'sı rüzgardan, % 6,12'si güneşten, % 3,30'u jeotermal enerjiden ve % 3,01'i diğer kaynaklardan elde edilmiştir.

2 Şubat 2025 Pazar

 31.01.2025 tarihi itibariyle;

2023 yılı Aralık ayı sonunda 106.556 MW olan toplam kurulu güç değeri 1.260 MW’lık artışla 2024 yılı Mart ayı sonunda 107.816 MW olarak kaydedilmiştir. 31 Mayıs 2024 tarihi itibariyle; Santral Sayısı: 25.548 adet oldu. 31 Mayıs 2024 tarihi itibariyle kurulu güç 110.056 MW olmuştur. Toplam yılbaşından bu yana 3.500 MW'lık artış kaydedilmişti. 30 Haziran 2024 tarihi itibariyle; Santral Sayısı: 25.871 adet oldu. 30 Haziran 2024 tarihi itibariyle kurulu güç 110.355 MW olmuştur. Mayıs ayı sonundan 30 Haziran 2024 tarihine kadar  toplam 323 adet santral devreye girdi. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 299 MW artış kaydedildi. 

Yılbaşından bu yana kurulu güç artışı 4.637 MW oldu. 31.07.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 111.193 MW oldu. Santral Sayısı: 27.038 adet oldu. 30 Haziran ile 31 Temmuz 2024 tarihleri arasında toplam 1.167 adet santral devreye girmiştir. 11.08.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 112.111 MW oldu. Santral Sayısı: 28.714 adet oldu. 31 Temmuz ile 11 Ağustos 2024 tarihleri arasında toplam 1.676 adet santral devreye girmiştir.  Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 918 MW artış kaydedildi

31.01.2025 tarihi itibariyle kurulu güç 116.097 MW oldu. Santral Sayısı: 33.775 adet oldu. 31 Temmuz 2024 ile 31 Ocak 2025 tarihleri arasında toplam 6.719 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arası kurulu güçte 4.903 MW artış kaydedildi. Yılbaşından (01.01.2025) bu yana kurulu güç değerinde 743 MW artış kaydedildi.