28 Ocak 2025 Salı

Mış gibi yapmak


Bolu’daki Grand Kartal otelde çıkan yangın sonrasında ne yazık ki 78 canımızı kaybettik.

Bu olay sonrasında toplum olarak hepimiz “suçlu kim?” sorusunu sormaya ve bir suçlu aramaya başladık! Elbette ortada bir ‘ihmal’ var ki kaybolan hayatlar, akan gözyaşları, dinmeyen acılar var. Peki, bu ihmale sebep olan kişiler ya da kurumlar kim? Bunu elbette ki savcılık ortaya çıkaracak, bu hukukî boyutu. Peki, toplum olarak biz ne yaptık veya ne yapmalıyız?

Deprem olur, toplum olarak kenetleniriz ve “Bir daha deprem olmaz inşallah ve umarız başka vatandaşlarımızı kaybetmeyiz” der ama ortaya çıkan hiçbir depremden de ders çıkarmayız. Yangın olur, ormanlar yanar, ders çıkarmaz önlemlerimizi almayız. İstismarlar yaşanır, yeni istismarlara karşı çocuklarımızı koruyamayız. Hırsızlık, şiddet, gasp, trafik kazaları, ölümler, ihmaller… Ne yazık ki hepsinde ki söylemimiz aynı ve neredeyse hiçbirinden de yeterli ölçüde ders çıkarmıyor veya yenileri yaşanmasın diye önlemlerimizi almıyor ya da alamıyoruz.

Bakınız, 2011 yılında Van’da meydana gelen deprem 22 ilde hissedildi ve 644 vatandaşımız hayatını kaybetti. Yeterli ölçüde önlem almadığımız veya ders çıkarmadığımız için sonraki yıllarda da depremler meydana geldi ve yeni canlar kaybedildi. En son 6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş’ta Türkiye tarihinde gerçekleşmiş en büyük deprem meydana geldi ve resmi rakamlara göre 13,5 milyon insan bu depremden etkilendi ve 50 binden fazla insanımızı kaybettik. Belki yeterli ölçüde önlem almazsak ilerde daha büyük depremler veya daha büyük kayıplar vereceğiz…

Bu sadece deprem için değil, yukarıda saydığım hırsızlık, istismar, şiddet, trafik kazaları, yangınlar gibi bütün olumsuzlar, musibetler için de geçerli. Aslında yeterli ölçüde önlem alamayışımızın temel sebebi toplum olarak bazı şeyleri küçük görmek, üzerinde çok durmamak, teğet geçmek, derine inmemek ve layıkıyla hakkını vermememizden kaynaklı. Bakınız okullarda her yıl deprem tatbikatı, yangın tatbikatı yapılır ama kaç okul bunu hakkını vererek gerçekten öğrenciler üzerinde hayatı boyunca unutamayacağı öğrenmeyi gerçekleştirir veya ciddi bir ortamda bu uygulamaları yaparlar?

Çoğu okul bahçede küçük bir yangın yakarak ve eline bir kova su alarak tatbikatı gerçekleştiriyor ya da basit bir uygulama ile “maksat iş görülsün, tatbikat gerçekleştirildi denilsin” diye basit bir şekilde gerçekleştiriliyor. Deprem tatbikatları da benzer şekilde. Her yıl okullarda aynı uygulama, “deprem olunca zil çalacak bahçeye toplanma alanına kaçıp bekleyeceksiniz” ya da “sıra masaların yanına/altına çömelip eliniz ensenizde bekleyeceksiniz siren sesi bitene kadar” deniyor. Böyle her yıl kendini tekrarlayan ve basit bir şekilde maksat “evet, tatbikat yapıldı” denilsin diye gerçekleştirilen uygulamalar ile çocuklar depreme, yangına, ilk yardıma, sosyal hayattaki olumsuzluklara karşı nasıl yetişmiş veya eğitilmiş olur ki?

Bazen sosyal medyada öyle güzel deprem veya yangın tatbikatlarına denk geliyorum ki gerçekten “işte bu” diyorum ve takdir ediyorum. Bir şey ya hiç yapılmasın ya da yapılacak ise gerçekten hakkı verilsin. Hakkı verilsin ki iş bilen çocuklarımız ileride sosyal hayata atıldıklarında işlerini hakkıyla yapsınlar; kolon kesen işçi, etinden çalan kasap/şef, baştan savarak dikiş yapan terzi, üstün körü muayene eden doktor, boş kağıda imza atan mühendis, rüşvet veren iş adamı, yolsuzluk yapan işçi olmasınlar. Olmasınlar ki depremlerde yeni canlarımız, yangınlarda yeni insanlarımız yitip gitmesin.

Örneğin Grand Kartal oteldeki yangının meydana gelmesinde ihmali olan her kim var ise, vaktiyle iyi eğitilmiş veya vicdan sahibi olsalardı işlerini hakkıyla yerine getirir; yanan otelde alarm çalar, duman dedektörü öter, yağmurlama sistemi çalışır, yangın merdiveni aktif olur, yapılan yangın ve itfaiye denetimlerinde ‘her şey mükemmel’ imiş gibi raporlar düzenlenmez ve en önemlisi ise otel sahibi bugün kalkıp aşçıbaşını, elektrikçiyi, güvenlik görevlisini, bakanlığı, belediyeyi, yani kendi dışındaki herkesi suçlamaz ve 78 canımız yitip gitmezdi. Ya iyi eğitilmedikleri ya iyi bir denetim yapılmadığı ya da yapılmış gibi gösterildiği için bugün Grand Kartal oteli ve toprağa gömdüğümüz canları konuşuruz!

Bundan sonraki hayatımızda ne iş yapıyorsak, ne eğitimi veriyorsak, neye imza atıyorsak, neyi yargılıyor neyi muayene ediyor, hangi firmada veya iş yerinde çalışıyorsak lütfen ama lütfen hakkını verelim. Mış gibi yapmayalım, yapmayalım ki yeni facialarla karşılaşmayalım! Rabbim bizi vicdan sahibi olanlardan ve yaptığımız işlerin hakkını verenlerden eylesin!

Enerji Bağımlılığı: Türkiye Ekonomisinin Zayıf Karnı

Türkiye ekonomisi, uzun yıllardır enerji ithalatına dayalı bir yapı nedeniyle büyük maliyet baskılarıyla karşı karşıya kalmıştır

Türkiye ekonomisi, uzun yıllardır enerji ithalatına dayalı bir yapı nedeniyle büyük maliyet baskılarıyla karşı karşıya kalmıştır. Enerji ithalatının maliyetleri, hem ülkenin dış ticaret dengesi hem de ekonomik sürdürülebilirliği üzerinde derin bir etki yaratmıştır. Özellikle Brent petrol fiyatlarındaki dalgalanmalar, bu sorunun temel kaynaklarından biri olmuştur. 20. yüzyılın ortalarından itibaren enerji fiyatlarının uluslararası piyasada dalgalı bir seyir izlemesi, Türkiye gibi enerji ithalatına bağımlı ülkeler üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır.

Brent petrol fiyatları, 20. yüzyılın sonlarından itibaren giderek artmış, 2000'li yıllarda ise dramatik değişiklikler göstermiştir. 2002 yılında varil başına 25-30 USD seviyelerinde olan Brent petrol fiyatları, 2012-2014 yıllarında 100 USD/varil seviyelerini aşmış ve bu durum Türkiye’nin enerji ithalat maliyetlerini artırmıştır. 2022 yılına gelindiğinde enerji ithalatı maliyeti 80 milyar USD’ye ulaşarak toplam ithalatın yaklaşık %20’sini oluşturmuştur. Bu maliyet yükü, ülkenin cari açık probleminde önemli bir rol oynamış, enerji ithalatı bağımlılığı Türkiye’nin ekonomik dengelerini uzun yıllar boyunca zorlamıştır.

Döviz kuru dalgalanmaları, ithal enerji maliyetlerini daha da artıran bir diğer önemli etkendir. Türk Lirası’nın değer kaybettiği dönemlerde enerji maliyetlerinin katlanarak artması, sanayi sektöründe maliyet baskılarına yol açmıştır. 2018 ve 2022 yıllarında yaşanan döviz krizleri, sanayi girdilerinde %30’a varan maliyet artışlarına neden olmuştur. Özellikle enerji yoğun sektörlerde faaliyet gösteren firmalar, döviz kurundaki bu dalgalanmalar karşısında zor durumda kalmıştır. İmalat sanayiinde enerji girdisinin üretim maliyetlerindeki payı, döviz dalgalanmalarının yoğun olduğu yıllarda %15-20 seviyelerine kadar çıkmıştır.

Enerji maliyetlerindeki bu artış, Türkiye’nin küresel rekabet gücünü de olumsuz yönde etkilemiştir. Demir-çelik, kimya ve otomotiv gibi enerji yoğun sektörlerde faaliyet gösteren ihracat odaklı firmalar, yüksek enerji maliyetleri nedeniyle karlılıklarını azaltmak zorunda kalmıştır. Bunun sonucunda, bu sektörlerin uluslararası pazarlarda rekabet gücü zayıflamıştır. Örneğin, 2010-2020 yılları arasında enerji yoğun sektörlerde ihracatın büyüme hızında belirgin bir yavaşlama gözlemlenmiştir.

Türkiye, enerji maliyetlerini azaltmak ve bu bağımlılığı kırmak için çeşitli adımlar atmıştır. 2020-2022 yılları arasında uygulanan enerji verimliliği politikaları, üretim süreçlerini kısmen iyileştirmiştir. Ancak bu çabalar, Türkiye’nin enerji ithalat maliyetlerini tamamen azaltmak için yeterli olmamıştır. Yenilenebilir enerjiye yönelik yatırımlar, özellikle güneş ve rüzgar enerjisi gibi yerel kaynakların devreye alınması, enerji maliyetlerini düşürmede kritik bir rol oynayabilir. Bu kaynakların daha geniş bir ölçekte kullanılması, Türkiye’nin hem enerji maliyetlerini azaltmasına hem de küresel rekabet gücünü yeniden kazanmasına yardımcı olacaktır.

Türkiye’nin enerji politikalarında köklü bir dönüşüm gerçekleştirmesi gereklidir. Enerji bağımlılığını azaltmak için yenilenebilir enerji projeleri hızlandırılmalı, enerji verimliliği artırılmalı ve yerli kaynaklardan maksimum düzeyde yararlanılmalıdır. Bu adımlar, yalnızca enerji maliyetlerini düşürmekle kalmayacak, aynı zamanda ekonomide sürdürülebilir büyümeyi destekleyecektir.

Uzun vadeli bir perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin enerji maliyetleri üzerindeki bu yükü azaltması, ekonominin daha güçlü ve rekabetçi bir yapıya kavuşmasına olanak tanıyacaktır. Enerji bağımlılığı, Türkiye ekonomisinin zayıf karnı olmaya devam ederken, çözüm odaklı politikaların uygulanması, gelecekte bu zayıf noktanın bir fırsata dönüşmesini sağlayabilir. Türkiye’nin bu sorunu çözme potansiyeline sahip olduğu, doğru adımlar atıldığında başarının kaçınılmaz olduğu unutulmamalıdır.

27.01.2025 tarihi itibariyle; Kurulu güç 115.979 MW oldu. Santral Sayısı: 33.568 adet oldu. 31 Temmuz 2024 ile 27 Ocak 2025 tarihleri arasında toplam 6.512 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güçte 4.785 MW artış kaydedildi. Yılbaşından (01.01.2025) bu yana kurulu güç değerinde 625 MW artış kaydedildi. 

25 Ocak 2025 Cumartesi

Suçlu bulundu

Garip bir ülkede yaşadığımızın farkındayız. Yarım asrın yaşanmışlıklarının da canlı şahidiyiz. Gün geçmez ki, bunu da mı görecektim Allah’ım dediğim şaşkınlıkla yaşadıklarım var.

Pazartesi gecesinin sabaha yakın bir saatinde onlarca insanımız can uykusunda iken, emniyet içerisinde olduklarını sandıkları otel odasında cayır cayır yandılar.

Yardım çığlıklarına cevap veren olmadığı için kimi pencereden, kimi balkondan kendini boşluğa bırakırken, çoluk çocuk ve ebeveynler dumanların boğduğu kısık seslerini dahi duyuramadan, güven içerisinde olduğunu sandıkları otel odasında yanarak can verdi.

Sabahın erken saatlerinde Kartalkaya’da yangın haberini gördüğümde korktuklarım başıma gelmez inşallah dedim ama saatler geçtikçe daha beterini görünce, doğal olarak geçmiş yaşanmışlıklardan mülhem sorumluların sorumsuzluk örnekleri ile ilgi attıkları taklaları hatırladım.

Korktuğum fazlası ile başıma geldi. Bu elim hadisede maalesef sorumlu yoktu suçluda yoktu. Suç otel odasında yanan masum insanlarındı.

Durum bu olunca bende bir vatandaş olarak suçlu aramaya koyuldum ve sonunda suçluyu buldum.

Millet olarak desem abartı olur elbette ama genelde halkımızda şöyle bir inanış var. Bana bir şey olmaz. Daha da kötüsü ben yaptım o zaman bu yaptığım doğru. Yani bir bakıma herkes haklı.

Daha fazla felsefe yapmaya gerek yok. Sosyal ve dijital medya da bu vahim hadise ile ilgili tartışmalara bakarsak, ortak paydada suçu ve suçluyu gizlemek ya da gerçekleri ört bas etmek için farklı fikirlerin çarpıştığını görüyoruz.

Ortada bir yalan topu var. Kimsenin sanki doğruyu bulma niyeti de yok ve top çevriliyor ve arada bir taç faul yapılarak havanda su dövülüyor. Böylesi elim bir hadise bile siyasi bir meseleymiş gibi zaten ayrışmış bir topluma yeni bir fay hattı kırılmış gibi deprem etkisi oluşturdu.

Daha önceki yaşanan afetlerden ders almak varken inadım inat bu ayrışmanın pofpoflanmasının sebebi ne acaba?

Değerli dostlar aynalar suçlu aramaktan ziyade suçlu bulmada müthiş bir araç. Öyle ki, derinden bakabilene, yapay zekâ yerine aklıselimini kullanabilene, cüzdanı ve menfaatine değil de vicdanı ile hareket edebilene suçluyu hemen gösterir.

Şimdi son bu elim hadisede ayna metafotu ile suçlu aramaya ne dersiniz?

Ben bulduğuma göre siz hayda hayda bulursunuz. Deneyin ve görün.

Dijital çağın sabırsız insanı

 

Sabah alarmı sustuğunda, gözlerimizi açmadan önce bile parmak uçlarımız titriyor: Telefon nerede? Bir an önce bildirimleri kontrol etmek, gece boyu kaçırdığımız "dünyayı" yakalamak için…

Kahve demlenirken Instagram’da hikâye kaydırıyor, X’te (Twitter) trendlere göz atıyoruz. Sanki bir saniye geç kalırsak, hayatın dışında kalacağız. Peki bu "anlık doyum" açlığı, bizi gerçekten besliyor mu yoksa içimizdeki boşluğu büyütüyor mu?

Eskiden sevdiklerimize yazdığımız mektupların cevabını beklerken, zamanın ritmine saygı duyardık. Postacının ayak sesleri, kapıdaki bekleyiş… Şimdiyse WhatsApp’ta "mavi tik" görüp cevap gelmeyince kaygılanıyor, "Acaba neyi yanlış yaptım?" diye düşünüyoruz. Dijital iletişim, bize hız vaat etti ama duyguların olgunlaşmasına izin vermedi. Hatta bazı ilişkiler, "Neden hemen dönmedi?" krizleriyle bitiyor. Oysa sevgi, mektup zarflarında biriken o sarı sayfalardı… Hatırlıyor musunuz? Bir mektuptaki imzanın mürekkebi, gözyaşı lekesiyle dağılırdı. Şimdi emojiler, o samimiyetin yerini tutabilir mi?

Bugün gençler TikTok’ta 15 saniyelik videolarla "öğreniyor", üniversite ödevlerini YouTube’da "5 dakikada özet"ten hazırlıyor. Netflix, filmleri 1.5x hızında izleme seçeneği sunuyor çünkü izleyici sabrı tükenmiş durumdaBilgi değil, enformasyon çöplüğü… Düşünce değil, kopyala-yapıştır fikirler… Hatta bazıları, ChatGPT’ye "Sevgilime nasıl şiir yazılır?" diye soruyor! Oysa şiir, kalbin sessizliğinde doğar, algoritmalarda değil. Nazım Hikmet, "Yaşamaya Dair"i yazarken yıllarca hapis yattı, Sabahattin Ali "Kürk Mantolu Madonna"yı bir ömür süzülmüş acılarla yoğurdu. Bizse iki tıkla "edebiyat" yaptığımızı sanıyoruz.

Aynı sabırsızlık, toplumu da sarmış durumda. Enflasyon düşsün ama zam gelmesin! diye haykırıyoruz. Belediyenin bir haftada çözdüğü sorunu, ertesi gün sosyal medyada linç ediyoruz. Oysa Japonya’da bir belediye başkanı, 30 yılda yeraltı sel sistemini tamamladı ve kimse onu "Acilen bitir!" diye protesto etmedi. Çünkü biliyorlar: Gerçek çözümler, kök salar. Bizse "likeların" ve "retweetlerin" gücüne inanıp, sandık başına bile gitmiyoruz. 2023 seçimlerinde gençlerin %40'ı oy kullanmadı, ama Twitter’da "ülke battı" hashtag’iyle trend oldular. İronik değil mi?

Çözüm, telefonu çöpe atmak değil. Beynimizi "otomatik pilot"tan çıkarmak. Mesela, İspanya’da bazı restoranlar, "Telefonsuz yemek yiyene %10 indirim" uyguluyor. Çünkü fark ettiler: Bir tabak yemeği fotoğraflamak, lezzeti öldürüyor. Ya da Japonya’daki "Shinrin-yoku" (Orman Banyosu) akımı gibi: Teknolojiyi bırak, doğanın sesini dinle… Belki biz de her akşam 20 dakika "ekransız zaman" ilan etmeliyiz. Çay demlerken suyun kaynamasını izlemek, çocuklarla göz teması kurmak… Oslo’da bir okul, teneffüslerde öğrencilere "toprakla oynama" saatleri koydu. Sonuç? Dikkat dağınıklığı %30 azaldı. Çünkü ellerini kirletmek, ruhu temizliyor.

Geçen hafta bir dostum anlattı: "Çocuğumun ilk adımını videoya çekeyim derken, gözümle bile görmedim!" İroniye bakar mısınız? En mutlu anları belgelemek uğruna, onları yaşayamıyoruz. Halil Cibran’ın dediği gibi: "Hayat, bize verilmiş bir lütuftur; ölçüp biçmek için değil, dans ederek yaşamak için." Peki ya dijital çağın "dansı"? Sürekli bir "hız çarkı" içinde dönüp durmak… Sosyal medyada "mutlu" pozlar verirken, yalnızlığımızı derinleştirmek…

Dijital çağın en büyük paradoksu şu: Bir yandan dünyaya açılıyoruz, diğer yandan kendi içimize kapanıyoruz. Norveç’te gençler arasında "tek başına kamp" modası başladı. Telefonsuz, en yakın kasabadan 50 km uzakta… Sebep? "Gerçek benliği duyabilmek için." Bizdeyse herkes "benliğini" TikTok’taki filtrelerin ardına saklıyor.

Çınar ağaçları: "Kökleri 900 yıldır orada. Her dalı sabırla uzamış." Bugün o çınar hâlâ ayakta. Bizse "5 adımda başarı" rehberleriyle kökümüzü unuttuk. Belki de "dijital çağın köleleri" değil, "gerçek hayatın çınarları" olmalıyız… Tıpkı Endonezya’daki Bajo kabilesi gibi: Denizin ortasında ahşap evler inşa ediyor, teknolojisiz bir medeniyet kuruyorlar. Çünkü biliyorlar: İnsan, doğanın ritmiyle var olur.

Peki ya biz? Bir "like" için ömrümüzü harcarken, kaç gerçek gülümsemeyi kaçırıyoruz? Belki de cevap, parlak ekranların değil, yıldızların altında saklı…

Cehalet ve Medeniyet

Cehalet, dünyamızı ve insanlığımızı çölleştiriyor. Cehalet ve vahşet, bütün dünyada egemen güç olmaya başlarken, medeniyet ve akıl ise büyük bir gerileme içinde bulunmaktadır.

Cehalet, dünyamızı ve insanlığımızı çölleştiriyor. Cehalet ve vahşet, bütün dünyada egemen güç olmaya başlarken, medeniyet ve akıl ise büyük bir gerileme içinde bulunmaktadır. Cehalet ve vahşet, kolaylıkla kendisini kutsallaştırabilmekte, sorgulanmaz ve mutlak hale getirebilmektedir. Cehalet ve vahşetin en büyük özelliği kabileci (tribalizm) olmasıdır. İnsanlığı ve dünyayı kabileci bir zihniyet içinde algılayan cehalet, dünyayı bir yangın yerine çevirmektedir. Şu anda dünyayı, cehalet yönetmektedir.

Bugün dünyayı kasıp kavuran en tehlikeli salgın ve kanser, kendisini mutlak olarak kutsal, doğru ve mükemmel olarak dayatan bedevi cehalet ve vahşettir. İnsanlığın ahlakını, maneviyatını, bilimini, felsefesini, aklını ve sanatını zehirleyen ve çürüten bedevi cehalet ve vahşet, kendisini farklı şekillerde değişmez kimliklere ve kültürlere dönüştürmektedir. Kültürü ve kimliği savaşın ve şiddetin kaynağı haline getiren her şey, bedevi cehaletin ve vahşetin ürünleridir. Medeniyet ve cehalet arasındaki derin uçurum, günümüzün ve yarının en önemli çatışma hatlarının oluşmasına neden olmaktadır.

Bedevi cehalet, hayata, dünyaya, doğaya ve insana dair her şeyden nefret etmekte ve öfke duymaktadır. Bedevi cehalet, öfke ve kinini tatmin etmek için her şeyi yıkmakta, sürekli kan akıtmakta, sınırsız hegemonya istemekte, siyaseti, ticareti, toplumu, kısacası her şeye hakim olma hırsı ve kaprisiyle   dolu bulunmaktadır. Bedevi cehalette hukuk, demokrasi, çoğulculuk, barış yoktur. Bedevi cehalette, fanatizm, şiddet, taassup, savaş ve talan vardır. Bedevi cehalet, kendisini tek kimlik ve kültür olarak dayatırken, düşman olarak  gördüğü farklı kültürleri ve kimlikleri  de  karanlık  ve sahte medeniyet olarak  tek blok olarak kodlamaktadır.

Cehaletin tek politikası ve pratiği, kendisini okul, aile, gelenek ve silah başta olmak üzere her türlü kurumla ve kaynakla güçlendirmektir. Her zamana ve mekana uygun olan silahlarla kendini donatmak ve cehalete hizmet edecek köle güruhlar yetiştirmek, cehaletin olmazsa olmazıdır. Bir kimlik, kültür ve zihniyet olarak cehalet, kendini mühürlemiştir, kapalıdır, katıdır ve değişmezdir. Cehalet, bütün soruların kendisinde hazır olduğunu iddia etmekte, dışarıda aranılacak, araştırılacak ve anlamlandırılacak bir şey olmadığını söyleyerek bütün kapıları ve pencereleri kapatmaktadır. Cehaletin içine hiçbir şey girmemekte, ancak cehaletten dünyaya bütün karanlıklar ve kirler saçılmaktadır. Cehalet, insanlığın farklı kimlikleri, kültürleri ve medeniyetleri arasındaki etkileşimin, iletişimin, karşılıklı üretimin ve paylaşımın imkanlarını ortadan kaldırmaktadır.

Cehalet, sanattan, edebiyattan, düşünceden, konuşmaktan, diyalogdan, felsefeden nefret etmektedir. Cehalet, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı, Aristo’yu, Voltaire’i, Rousseau’yu, İbn Haldun’u, Ömer Hayyam’ı, Spinoza’yı, Goethe’yi, Freud’u, Marx’ı, Mozart’ı, Michelangelo’yu, Van Gogh’u bilmemekte ve tanımamaktadır. Cehalet, hiçbir insani tecrübe alanında yapıcı ve yaratıcı eser üretemediği gibi, ortaya konulan insanlık birikimini de inkar ve iptal etmektedir.

Cehalet, kolaylıkla milyonlarca insanı kendisine bağımlı hale getirebilmektedir. Cehalet zihniyeti, ürettiği kültürün en üstün ve mükemmel kültür olduğuna yüzmilyonlarca insanı inandırabilmektedir. En üstün kültürü ve kimliği ürettiğini sanan cehalet, üstünlüğüne paralel bir güce sahip olmadığını söylemektedir. Cehalet etrafında örülen kültürün üstünlüğüne inandırılan yığınlar, cehaleti güçlendirmek için seferber olmayı, çalışmayı ve cehalete sadık hizmetkarlar olmayı hayatlarının biricik amacı ve merkezi haline getirebilmektedirler. İnsanı kendisine hizmet etmeye koşturan bütün zihniyetler, kültürler ve kimlikler, cehaletin değişik biçimleridirler.

Cehalet, medeniyete karşıdır. Cehaletin ötekisi medeniyettir. Medeniyetin bir parçası olma yeteneği olmayan bedevi cehalet ve vahşet, modernliğe ve medeniyete düşman olmak için gerekli bütün unsurlara, doğmalara, pratiklere, kalıplara, kaynaklara ve kişilere sahiptir. Cehalet, insanların birbiriyle karşılıklı olan bağlarını, bağlantılarını ve bağlamlarını kurutarak insanları yozlaşmış ve çürümüş nesnelere dönüştürmektedir.

Yazan: Prof. Dr. Bilal SAMBUR

Milat Gazetesi

24.01.2025

PROF. DR. BİLAL SAMBUR

24 Ocak 2025 Cuma

Dünya… ne acıklı ne acımasız bir yer. Yazmak, konuşmak, durup bakmak, izlemek, bağırmak, susmak yordu ruhlarımızı. Artık ne olacaksa olsun.

Dünya… ne acıklı ne acımasız bir yer. Yazmak, konuşmak, durup bakmak, izlemek, bağırmak, susmak yordu ruhlarımızı. Artık ne olacaksa olsun! 79 can gitti ve bazı tartışma programlarına sadece konu çıktı. Kim suçlu? Kim ihmal etti? Lama cimi yok! Ortada eşit sorgulanacak 2 yer var! Bolu Belediyesi, Bolu İl Özel İdaresi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı. 3 tarafta hesap vermeli. Ağırlık Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda yetki denetim ve sorumluluk onlarda. Ne oluyoruz, ne bu yaşadığımız, savaşta mı kaybettik bu canlarımızı! Yıl olmuş 2025 ve bir otelde yangın alarmı yok, yangın merdiveni yok.

İnsan bilmek ister, sormak ister, anlamak, anlatmak ister çünkü başka türlüsü güç. Ve İnsan hesap soracağı birini bulamazsa, hayatta kalamaz. Peki şimdi konuşmayalım. Ya sonra? Travma sonrası süreç bu toplumu nasıl etkileyecek? Sayın bakana soruyorum o cafcaflı milyon dolarlık otellere kim güvenir? Nasıl olsa unutulur mu? Maalesef evet unutulacak! Bizlere konforlu hayat diye ölüm pazarlayan gözünü para hırsı bürümüş, müşteri kaybetmemek için otel odalarında rahat sigara içilsin diye duman dedektörlerini kapatan otel sahiplerinin vicdanlarına bir kıymık batsın.

23 Ocak 2025 Perşembe

"Hayatınızın kalitesini hayatınızdaki insanların kalitesi belirler" demiş J. Brown.

Hanımefendi veya beyefendi iseniz, gerçek kişiliğinizle ortada iseniz, kendiniz iseniz, yaşamla ve kendinizle barışık iseniz, ahlaki kaygılarınız güçlü ise; hayatınıza girenler öyle olduğu içindir.

Ahlaki kaygılarınız ortadan kalkmışsa, gerçek kişiliğinizle değil bol sıfırlı etiketlerle dikkat çekmeye çalışıyorsanız, kendinizi açık artırmaya çıkarmışsanız çevrenizdekiler öyle olduğu içindir.

Hayatınızdaki "arkadaş listesinin" sayısı değil, kalitesi önemlidir.

21 Ocak 2025 Salı

20.01.2025 tarihi itibariyle; Kurulu güç 116.033 MW oldu. Santral Sayısı: 33.638 adet oldu. 31 Temmuz 2024 ile 20 Ocak 2025 tarihleri arasında toplam 6.582 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 4.839 MW artış kaydedildi. Yılbaşından (01.01.2025) bu yana kurulu güç değeri 679 MW artış kaydedildi. 


Kulluk Borcumuz: İbadet

Bir Ayet: "Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr, 15/99)

İbadet, imanın hayata yansımasıdır. Müminin şiarıdır. Rabbimizin verdiği bütün nimetlere şükürdür. İbadet, bizi dünyada iyiliğe ve huzura sevk ettiği gibi ahirette cennete ve sonsuz nimetlere nail olmamıza vesile olacaktır. Dolayısıyla ibadete muhtaç olan bizleriz. Allah’ın bizlerin ibadetine ihtiyacı yoktur. Abdest, gusül, teyemmüm, namaz, oruç, zekât, hac ve kurban birer ibadettir. Bununla birlikte Allah’ın rızasını elde etmek niyetiyle yapılan her hayırlı iş ibadettir. Müminin ailesinin nafakasını kazanmak için çalışması ibadettir. Eşine, çocuklarına, anne ve babasına, akrabasına, komşularına, canlı cansız tüm mahlukata karşı iyilik yapması, onlara şefkat ve merhametle, nezaket ve zarafetle davranması ibadettir. Yetim, öksüz, mazlum ve kimsesizleri sevindirmek ibadettir. Ticarette kimseyi aldatmamak, helalin peşinden koşmak, haramdan sakınmak ibadettir. Selam vermek, insanlara eziyet veren bir engeli yoldan kaldırmak ibadettir.

Kaynak: Diyanet Takvimi

21.01.2025


20 Ocak 2025 Pazartesi

Liyakat Yerine “Pazarlanabilirlik”

Siyasi pozisyonlarda liyakat ve ehliyetin yerini, pazarlanabilirlik almıştır. Halkın gerçek ihtiyaçlarına cevap verebilme kapasitesi değil, “kime eğilip bükülebileceği” ya da “kimlerle ittifak kurabileceği” gibi kriterler ön plandadır. Bu durum, gerçek dava insanlarını basamaklarda ezerek, parlatılabilecek yüzler aramaya dayalı bir mekanizma yaratır. Halkın beklentileri bu sistemde yalnızca bir araçtır, amaç ise baronların çıkarlarını koruyacak bir düzen inşa etmektir.

5 Saniyede Zirve, 5 Saniyede Çöküş

Bugün pazarlama baronlarının elindeki güç öyle büyüktür ki, bir lideri 5 saniyede zirveye taşıyabilir ya da aynı hızda yerle bir edebilirler. Ancak bu sürecin en tehlikeli yanı, halkın karşısına çıkan bu siyasetçilerin, kendilerini pazarlayan ekiplerin gölgesinde kalmasıdır. Gerçekte liderler değil, onları pazarlayan mekanizmalar siyasetin görünmeyen hükümdarlarıdır.

Pazarlama baronlarının şekillendirdiği bu sistem, halkın iradesini perdeleyen bir yapı haline gelmiştir. Ancak bu kısır döngüden kurtulmak mümkündür. Siyaseti bu manipülatif çarklardan arındırmak için şu adımlar atılmalıdır:

Liyakat ve Ehliyeti Esas Almak: Siyasi pozisyonlarda liyakat ve ehliyet temel kriter haline getirilmelidir. Bir siyasetçinin pazarlanabilirliği değil, halka hizmet etme kapasitesi esas alınmalıdır.

Pazarlama Baronlarının Gücünü Kırmak: Halkın iradesinin, pazarlama stratejilerine kurban gitmemesi için liderlerin ve partilerin arkasındaki mekanizmalar görünür kılınmalıdır.

Son Söz: “Hakikat Daima Gün Yüzüne Çıkar”

Siyaseti gerçek anlamda halkın iradesine dayalı bir yapıya kavuşturmak için, pazarlama baronlarının gölgesinden kurtulmak şarttır. Demokrasi, siyasetçilerin değil halkın söz sahibi olduğu bir sistemdir. “Hakikat, en parlak sloganlardan daha güçlüdür ve sonunda her zaman kazanır.”

Dijital çağda yaşam dengesi


Günümüz dünyasında denge kavramı, her zamankinden daha fazla önem kazanıyor. Bireysel, toplumsal ve ekolojik boyutlarıyla denge, yaşamın sürdürülebilirliği için kritik bir role sahip. Modern yaşamın karmaşık dinamikleri içinde, bu dengeleri korumak giderek zorlaşıyor ve bu durum, insanlığın geleceğini tehdit eden ciddi sorunlara yol açıyor.

İç dünyamızdaki denge, ruhsal sağlığımızın temelidir. Günümüzde sosyal medya, iş hayatı ve tüketim kültürünün baskısı altında, birçok insan kendini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Sürekli çevrimiçi olma baskısı, iş-yaşam dengesinin bozulması ve tüketim odaklı yaşam tarzı, bireylerin ruhsal dengelerini derinden sarsıyor. Depresyon, anksiyete ve tükenmişlik sendromu gibi modern çağın hastalıkları, bu dengesizliğin en belirgin göstergeleri arasında yer alıyor. Dijital bağımlılık, sosyal medya kaynaklı özgüven sorunları ve performans kaygısı, bu tablonun daha da ağırlaşmasına neden oluyor.

Toplumsal denge, farklı grupların uyum içinde bir arada yaşayabilmesini sağlayan hassas bir mekanizmadır. Dijital çağın getirdiği yabancılaşma, toplumsal bağların zayıflamasına neden oluyor. Sanal iletişimin gerçek insan ilişkilerinin yerini alması, toplumsal dokuda onarılması güç yaralar açıyor. Kuşaklar arası iletişim kopukluğu, değer çatışmaları ve sosyal izolasyon, bu dengesizliğin sonuçları arasında sayılabilir. Toplumsal kutuplaşma, empati eksikliği ve dayanışma duygusunun zayıflaması, kolektif bilincimizi tehdit ediyor.

Çevre sorunları artık görmezden gelinemeyecek boyutlara ulaştı. Endüstriyel üretimin kontrolsüz artışı, fosil yakıt kullanımı ve doğal kaynakların aşırı tüketimi, gezegenimizin dengelerini alt üst ediyor. İklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı ve çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulmasının açık göstergeleri.Denizlerimizdeki plastik kirliliği, ormanların yok edilmesi ve hava kalitesinin düşmesi, gelecek nesillerin yaşam hakkını tehlikeye atıyor.

Bu üç denge boyutu birbiriyle yakından ilişkili. Ruhsal dengesizlikler toplumsal ilişkileri etkilerken, çevresel sorunlar da ruh sağlığımız üzerinde olumsuz etki yaratıyor. Ekolojik kaygı (eko-anksiyete), toplumsal parçalanma ve bireysel yalnızlaşma, birbirini besleyen sorunlar olarak karşımıza çıkıyor.

Dengenin yeniden sağlanması için kapsamlı ve bütüncül bir yaklaşım gerekiyor.Farkındalık pratiği ve odaklanma uygulamaları, dijital detoks programları, toplumsal diyalog platformlarının güçlendirilmesi ve sürdürülebilir yaşam pratiklerinin benimsenmesi bu süreçte önemli rol oynuyor. Yeşil alanların korunması, temiz enerji kaynaklarına geçiş ve döngüsel ekonomi modelleri, ekolojik dengenin yeniden tesisi için kritik önem taşıyor.

Dengenin yeniden tesisi için, tüketim odaklı yaşam tarzından sıyrılıp, daha sürdürülebilir ve bilinçli bir yaşam tarzına geçiş yapmamız gerekiyor. Bu dönüşüm, bireysel farkındalıkla başlayıp toplumsal ve küresel boyutlara uzanan uzun soluklu bir süreç olacaktır. Eğitim sistemlerinin yeniden yapılandırılması, sürdürülebilir kentleşme politikaları ve çevre dostu teknolojilerin yaygınlaştırılması, bu dönüşümün temel bileşenleri arasında yer alıyor.

Gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak istiyorsak, bu dengeleri korumak için şimdiden harekete geçmeliyiz. Bireysel, toplumsal ve ekolojik dengelerin yeniden tesisi, insanlığın önündeki en büyük meydan okuma olarak karşımızda duruyor. Bu meydan okumaya verilecek yanıt, medeniyetimizin geleceğini belirleyecek.

İnsan ve Sanat

Günümüzde dünya ve toplumlar çölleşmektedir. Popülizm, fanatizm, cinsiyetçilik ve hayata düşmanlık, insanları kamplaştırmakta, çatıştırmakta, aptallaştırmakta, ahlaksızlaştırmakta, ruhsuzlaştırmakta ve çürütmektedir. Siyasetin, yalanların ve gücün yozlaştırıcılaştığına ve aptallığına karşı insanlık, sanattan ilham alarak aklını, ruhunu, duygularını, inançlarını, tercihlerini özgürlükten, çoğulculuktan, akıldan, bilimden, felsefeden yana olacak şekilde ve içerikte yenileme imkânına sahiptir. Sanatla doğaya, dünyaya ve insanlığa bağlanarak sanatın ışığını hayatın ışığın yapmak şeklinde çetin bir meydan okuma önümüzde durmaktadır.

Sanat nedir sorusu, her zaman için insanlığı meşgul eden kadim bir problem olduğu gibi, insanlığın önünde duran en kadim meydan okumalardan biri olarak önümüzde durmaktadır. Sanat, içinde yaşadığımız dünyaya ve ait olduğumuz insanlığa bağlı olma ve bağlanma tecrübesidir. İnsanlıkla bağları kopan veya zayıflayan, yaşadığı dünyaya karşı duyarsızlaşan ve duygusuzlaşan biri için sanat hiçbir anlam ifade etmemektedir. Sokak hayvanlarına karşı yapılan eziyetler, kadınlara yönelik cinayetler, dünyanın ekolojik dengesinin bozulması, dünyadaki ormanların giderek azalması ve doğal çeşitliliğin her geçen gün tükenmesi gibi büyük problemler karşısında insan, ruhunda derin acılar çekmektedir. Sanat, büyük dünyanın, doğanın ve insanlığın yaşadığı problemler karşısında büyük altüst oluşlar yaşamakta, dünyaya, doğaya ve insanlığa ait olduğu bilincinin yeniden farkına varmakta, harekete geçmek için kendisinde güç ve motivasyon hissetmektedir. Sanat, insanlığı, dünyayı ve doğayı ruhumuzda hissettirmektedir. Bir sanat eseri, bedenimizi ve ruhumuzu, duygularımızı ve düşüncelerimizi dünyaya, doğaya ve insanlığa bağlamaktadır Sanat, hayattan, doğadan ve insanlıktan kopmamıza engel olmakta, bizim onlarla bağlantımızı bir şekilde sağlamaktadır.

Türkiye'nin Savunma Sanayiindeki Küresel Yükselişi

 

Savunma sanayii, Türkiye’nin ekonomik büyümesinin ve jeopolitik etkinliğinin önemli bir dayanağı haline gelmiştir. 2024 yılı verilerine bakıldığında, bu alandaki başarı, sadece bir ekonomik gelişme hikâyesi değil, aynı zamanda stratejik bir güç dengesinin yeniden inşasıdır. Toplam ihracat rakamı 7 milyar dolara ulaşırken, özellikle Avrupa, ABD ve NATO müttefiklerine yapılan satışlar dikkat çekici boyutlardadır. Bu verileri derinlemesine analiz ettiğimizde, Türkiye’nin savunma sanayiinde nasıl bir paradigma değişikliği yaşadığını daha net görebiliriz.

İhracat Rakamları: Yeni Bir Rekor

7 milyar dolarlık toplam ihracat rakamı, Türk savunma sanayiinin ulaştığı zirvenin en somut göstergesidir. Bu başarı, Ar-Ge yatırımları, yerli üretim kapasitesi ve stratejik planlamanın bir sonucudur. Bayraktar TB2 gibi insansız hava araçları (İHA), zırhlı araçlar, deniz platformları ve akıllı mühimmatlar gibi ürünler, dünya çapında rekabet edebilecek bir kaliteye ulaşmıştır. Türkiye, bu alanda yalnızca ithalat bağımlılığını azaltmakla kalmayıp, küresel bir tedarikçi konumuna yükselmiştir.

Avrupa ve ABD’ye İhracatın Stratejik Önemi

İhracatın %27’sinin Avrupa’ya, %25’inin ise ABD’ye yapılması, iki temel gerçeği ortaya koyuyor. İlk olarak, Türkiye’nin savunma sanayi ürünleri, en gelişmiş piyasalarda bile kabul görmekte ve tercih edilmektedir. Özellikle Avrupa pazarındaki artış, AB ülkelerinin Türk ürünlerini etkin, maliyet avantajlı ve güvenilir bulduğunu göstermektedir.

ABD’ye yapılan %25’lik ihracat ise daha dikkat çekicidir. NATO müttefiki olan Türkiye’nin, ABD gibi büyük bir savunma deviyle ticaret yapabilmesi, Türk ürünlerinin teknolojik standartlarının küresel seviyeye ulaştığının bir başka göstergesidir. Ayrıca bu, iki ülke arasındaki stratejik iş birliğini pekiştiren bir faktör olarak da değerlendirilebilir.

NATO Müttefiklerine Yönelik İhracatın Yarattığı Güç Dengesi

Verilere göre, NATO müttefiklerine yapılan ihracat, toplam ihracatın %50’den fazlasını oluşturuyor. Bu durum, savunma sanayiinin yalnızca ekonomik bir araç olmadığını, aynı zamanda diplomatik bir enstrüman olarak kullanıldığını göstermektedir. NATO ülkelerine yapılan bu yüksek oranlı satış, Türkiye’nin ittifak içindeki rolünü güçlendirmekte ve savunma sanayinin jeopolitik etkisini artırmaktadır. Bu ürünlerin ittifak içindeki kullanımı, Türkiye’nin güvenilir bir tedarikçi olarak algılanmasını sağlamaktadır.

Türkiye’nin Rekabet Avantajları

Türk savunma sanayii, birkaç önemli rekabet avantajına sahiptir:

1. Maliyet Etkinliği: Yerli üretim sayesinde maliyet avantajı sağlanmakta ve bu durum, gelişmekte olan ülkeler için cazip bir seçenek sunmaktadır.

2. Esneklik ve Uyarlanabilirlik: Türkiye’nin savunma ürünleri, müşteri ihtiyaçlarına göre hızla özelleştirilebilmekte, bu da rekabet gücünü artırmaktadır.

3. Operasyonel Başarı: Türk savunma ürünleri, saha deneyimiyle kendini ispat etmiş durumdadır. Özellikle İHA’lar, dünyanın çeşitli bölgelerinde operasyonel başarılara imza atmıştır.  

Jeopolitik ve Ekonomik Yansımalar

Türkiye’nin bu başarısı, sadece ekonomik kazançlarla sınırlı değildir. Savunma sanayii ihracatı, Türkiye’nin diplomatik gücünü artırmakta ve uluslararası arenada daha fazla söz sahibi olmasını sağlamaktadır. Özellikle NATO müttefiklerine yapılan ihracat, Türkiye’nin ittifak içindeki önemini artırmakta ve ülkenin savunma stratejilerine olan güveni pekiştirmektedir.

Sonuç olarak, 2024 yılı, Türk savunma sanayii için bir dönüm noktası olmuştur. Toplam 7 milyar dolarlık ihracat, Türkiye’nin yerli ve milli savunma teknolojilerinde geldiği noktayı tüm dünyaya kanıtlamıştır. Avrupa ve ABD gibi gelişmiş pazarlara yapılan satışlar, bu başarının sadece ekonomik değil, aynı zamanda stratejik bir kazanım olduğunu göstermektedir. NATO müttefiklerine yönelik ihracat oranı ise Türkiye’nin savunma sanayiini bir güç çarpanı olarak kullanabileceği yeni bir dönemin habercisidir.

Türk savunma sanayii, geçmişte dışa bağımlılıkla anılırken, bugün global bir aktör olarak anılmaktadır. Bu yükselişin devam etmesi için Ar-Ge yatırımları, uluslararası iş birlikleri ve yerli üretim kapasitesinin artırılması büyük önem taşımaktadır. 2024’ün başarı hikâyesi, gelecekteki daha büyük hedefler için güçlü bir temel oluşturmaktadır.





15 Ocak 2025 Çarşamba

14.01.2025 tarihi itibariyle; kurulu güç 116.002 MW oldu. Santral Sayısı: 33.596 adet oldu. 31 Temmuz 2024 ile 14 Ocak 2025 tarihleri arasında toplam 6.540 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 4.808 MW artış kaydedildi. Yılbaşından (01.01.2025) bu yana kurulu güç değeri 648 MW artış kaydedildi. 

İbn Haldun’un adalet ve liyakat ilkeleri

İbn Haldun, devletlerin ayakta kalması, toplumların adil bir düzende huzurlu ve refah içinde yaşayabilmesi için iki temel ilkeye dikkat çeker: Adalet ve liyakat. Bu iki temel ilkenin zayıfladığı bir toplumda, yalnızca devletin yönetim yapısı değil, aileden başlayarak toplumun tüm katmanları etkilenir ve çözülme başlar.

İbn Haldun’un adalet ve liyakat vurgusu, bir devletin güçlü kalabilmesi için hayati öneme sahiptir. Liyakatli devlet yöneticileri toplumun teminatı ve güvencesidir. İbn Haldun’a göre, bir devletin başarısı, görevlerin ehil kişilere verilmesine bağlıdır. Yetkin olmayan kişilere verilen görevler, siyasal atamalarda ehliyetten çok siyasi sadakatin belirleyici olması, verimliliğin düşmesine ve halkın devlete olan güveninin sarsılmasına yol açar. Liyakat yerine sadakat veya kişisel çıkarların ön planda olduğu bir yönetim, adalet duygusunu zedeler.

İbn Haldun’a göre, birey, aile ve toplum birbiriyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Aile, bireylerin hayata tutunduğu ilk yerdir. Çocuklar, ahlaki değerlerini ve toplumsal sorumluluklarını önce aileden öğrenirler. İşte bu nedenle İbn Haldun, aileyi toplumsal düzenin başlangıç noktası olarak görür. Sağlam bir aile yapısı, güçlü bir toplumun ön koşuludur.

İbn Haldun, toplumun en küçük birimi olan aileyi bir devletin yükselip gelişmesinde en temel yapı taşı olarak görür. Aile, bireylerin sosyal, ahlaki ve ekonomik değerlerle donatıldığı bir okuldur ve devletin istikrarı için bir temel oluşturur. İbn Haldun, aile yapısının sağlam olduğu bir toplumda, devletin ve medeniyetin de güçlü kalabileceğini belirtir.

Nitekim adaletin ve liyakatin bozulması, bütün toplumsal dengeler gibi aile yapısını da olumsuz yönde etkiler. Adaletsiz ve liyakatsiz yönetim, ağır vergiler, adil olmayan kaynak dağılımı ve eşitsizlikler, aile yapısını doğrudan etkileyen ekonomik ve sosyal sorunlara yol açar. Bu nedenle, siyasette ve kamu yönetiminde bu iki temel ilkenin korunması zaruri bir mecburiyettir.

Bugün aile bağları teknolojinin ve bireyselleşme çağının etkisiyle giderek zayıflıyor. Aile üyeleri, bir zamanlar olduğu gibi aynı çatı altında uzun süreler geçirmiyor, dayanışma duygusu eskisi kadar güçlü değil. Bu durum, sadece bireysel ilişkileri değil, toplumun genel yapısını da tehdit ediyor. Bir toplumun yükselmesi, bireyler arasındaki dayanışma ruhuyla mümkündür. Bireysel çıkarların ve kutuplaşmanın arttığı bir toplum, çöküşe açık hale gelir. Lüks ve rehavet, toplumun dinamizmini zayıflatır.

Mukaddime, eğitim ve ahlaki değerlere ayrıca önem addeder. İbn Haldun, bir toplumun kültürel ve entelektüel seviyesinin, devletin gücünü ve sürdürülebilirliğini belirlediğini söyler. Türkiye’de eğitim sisteminde yaşanan sorunlar, nitelikli bireyler yetiştirme kapasitesini düşürmektedir. Bu bağlamda Mukaddime şu dersleri sunar: Bir toplumun gelişimi, eleştirel düşüncenin ve bilimin teşvik edilmesiyle mümkündür. Eğitim sadece teknik bilgi değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı ve ahlaki sorumluluğu da içermelidir.

Türkiye’nin sosyal ve siyasal dinamikleri, İbn Haldun’un teorileriyle büyük ölçüde örtüşmektedir. Kutuplaşmanın, liyakat tartışmalarının ve ekonomik zorlukların yoğun olduğu bir dönemde, toplumsal dayanışmayı artırmak ve bireyler arasındaki güveni yeniden tesis etmek. Adalet, liyakat ve eğitimi merkeze alan bir yönetim anlayışı geliştirmek ve tarihin döngüsünden dersler alarak benzer hatalardan kaçınmak; Türkiye gibi köklü, tarihsel ve kültürel mirasa sahip bir ülkede, Mukaddime’nin öne sürdüğü prensipler, güncel sorunların çözümünde yol gösterici nitelik taşır.

Mukaddime, sadece geçmiş toplumlara değil, modern dünyaya da hitap eden evrensel yönetim ilkeleri sunar. Toplumların, devletlerin ve medeniyetlerin nasıl inşa edildiğini, büyüdüğünü ve nihayetinde nasıl çöktüğünü anlatan bir başyapıttır. Bu eser, tarih boyunca devlet adamlarına, yöneticilere ve düşünürlere rehberlik etmiş, devlet yönetimi ve toplumsal yapı hakkında evrensel prensipler sunmuş, devlet ve toplum ilişkilerini derinlemesine anlamalarını sağlamıştır. Türkiye’de siyasetçiler ve yöneticiler için Mukaddime’nin okunması ve anlaşılması, halkın refahını artıracak daha etkin politikalar geliştirilmesi açısından zorunlu hale getirilmelidir.

14 Ocak 2025 Salı

Yeni Yılın İlk Verileri: Türkiye Ekonomisi Nereye Gidiyor?

Türkiye ekonomisi, Ocak ayının ilk yarısında açıklanan verilerle birlikte dikkat çekici bir görünüm sergiliyor. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) verileri, ekonomik büyüme hızında yılın başına dair belirgin bir yavaşlama olmadığını, ancak sanayi üretimindeki dalgalanmaların ekonomik toparlanma sürecini etkilediğini gösteriyor. Sanayi üretimindeki yıllık bazda yüzde değişimler, özellikle ara malı üretimindeki düşüşlerin genel toparlanmayı sınırladığına işaret ediyor. Madencilik ve enerji üretiminde sınırlı artışlar görülürken, imalat sanayindeki büyümenin sektörel dengesizlikler nedeniyle beklenenden düşük kaldığı gözlemleniyor. Bu durum, sanayi üretimini destekleyecek politikalara olan ihtiyacı bir kez daha ortaya koyuyor.

Dayanıklı tüketim malları ve yatırım mallarındaki üretim artışı, geleceğe dair olumlu sinyaller verse de, bu artışların sürdürülebilirliği üzerinde riskler bulunuyor. Özellikle, küresel talepte yaşanan dalgalanmalar ve girdi maliyetlerindeki artışlar, sanayi üretimi üzerinde baskı oluşturmayı sürdürüyor. Elektrik üretimi gibi enerji yoğun sektörlerdeki maliyet düşüşlerinin sanayiye yansıması sınırlı kalmış durumda. Bu bağlamda, sanayi üretimini artırmak ve sektörü küresel rekabet gücü açısından daha dirençli hale getirmek için destekleyici adımların hızlandırılması gerekiyor.

Enflasyon tarafında açıklanan Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) ve Yurtiçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) verileri, fiyat artışlarının hız kestiğini ancak hala yüksek seviyelerde olduğunu işaret ediyor. Aralık ayında gerçekleşen baz etkisinin ardından yıllık enflasyonun sınırlı bir gerileme göstermesi, piyasaların fiyatlama davranışlarını şekillendiren temel unsurlardan biri. Bununla birlikte, döviz kurlarında yaşanan dalgalanmalar, özellikle ithalata dayalı sektörlerde maliyet baskılarını artırmaya devam ediyor.

İstihdam verileri ise, iş gücü piyasasındaki toparlanmanın belirginleştiğini ancak hala istenilen düzeyde olmadığını gösteriyor. İşsizlik oranlarında hafif bir düşüş yaşansa da, genç işsizliğin ve kadın iş gücüne katılım oranındaki sınırlı artışların, iş gücü piyasasının yapısal sorunlarına işaret ettiği söylenebilir.

Dış ticaret tarafında ise ihracat artış hızındaki sınırlı ivmelenme dikkat çekiyor. Küresel ekonomik durgunluğun etkisiyle ihracat pazarlarında zorluklar yaşansa da, özellikle enerji ve sanayi mallarındaki ihracatın katkısı dengelenmeye katkı sağlıyor. İthalat tarafında ise enerji maliyetlerinin bir miktar düşmesine rağmen, tüketim mallarına olan talebin etkisiyle ithalat artışı sürüyor. Bu durum, cari açığın finansmanı konusunda alınan tedbirlerin önemini artırıyor.

Bankacılık sektörü, ekonomik dalgalanmalara rağmen güçlü bir görünüm sergilemeye devam ediyor. Kredi faiz oranlarının nispeten yüksek kalması, özellikle bireysel kredilerde talebi sınırlandırırken, ticari kredilerdeki artış iş dünyasının finansmana erişim talebinin devam ettiğini gösteriyor. Bununla birlikte, tüketici güven endeksi ve ekonomik güven endeksi gibi göstergelerde yaşanan dalgalanmalar, ekonomiye yönelik belirsizlik algısının hala tamamen ortadan kalkmadığını gösteriyor.

Türkiye ekonomisi açısından, 2025’in ilk günlerinde elde edilen bu veriler, bir yandan toparlanmanın sürdüğüne işaret ederken, diğer yandan yapısal sorunların çözümüne yönelik daha fazla politika desteği gerektiğini ortaya koyuyor. Özellikle sanayi üretiminin güçlendirilmesi, enflasyonla mücadele, istihdamın artırılması ve cari açığın yönetimi gibi alanlarda atılacak adımlar, yılın geri kalanındaki ekonomik performansı büyük ölçüde şekillendirecek. Dolayısıyla, karar alıcıların orta ve uzun vadeli hedefleri ön planda tutarak daha güçlü bir ekonomik yapı inşa etmeleri kritik öneme sahip.

7 Ocak 2025 Salı

2025'e Girerken Türkiye Ekonomisi: Enflasyon ve Büyüme Kıskacında


Türkiye ekonomisi, 2025 yılına enflasyonun gölgesinde ve büyüme ivmesinde zayıflamanın etkileriyle giriş yaptı. Aralık 2024 verileri, ekonominin yıllardır çözüm aradığı yapısal sorunların hâlâ derin bir şekilde devam ettiğini gösteriyor. Yüksek enflasyon, döviz kuru oynaklığı ve dış ticaret dengelerindeki bozulmalar, ekonomik istikrarın önündeki en büyük engeller olarak öne çıkıyor.

Aralık 2024’te TÜFE, bir önceki aya göre %1,03 artarken, yıllık bazda %44,38’lik bir artış gösterdi. On iki aylık ortalamalara göre ise %58,51 gibi oldukça yüksek bir artış kaydedildi. Bu oranlar, her ne kadar enflasyonun bir önceki yılın rekor seviyelerinden gerilediğini gösterse de, fiyat artışlarının hâlâ tüketici üzerinde büyük bir baskı oluşturduğunu kanıtlıyor. Gıda fiyatlarındaki artış, ulaştırma maliyetlerindeki yükseliş ve hizmet sektöründeki fiyat hareketleri, bu yüksek seviyelerin başlıca nedenleri arasında.

Diğer tarafta, üreticinin maliyetlerini yansıtan Yİ-ÜFE de alarm vermeye devam ediyor. Yİ-ÜFE’deki yıllık artış %28,52 olarak gerçekleşirken, on iki aylık ortalamalara göre %41,10’luk bir artış kaydedildi. Üretim maliyetlerindeki bu yükseliş, önümüzdeki aylarda TÜFE üzerinde yeni baskılar oluşturabilir. Yani, tüketici cephesinde fiyat düşüşlerinin yakın zamanda hissedilmesi pek mümkün görünmüyor.

Döviz kuru ise ekonomideki diğer bir sorunlu alan. Aralık 2024’te dolar kuru 35,30 TL seviyesine ulaştı. Döviz kurlarındaki bu oynaklık, ithalata bağımlı bir üretim yapısına sahip Türkiye için önemli bir risk oluşturuyor. Döviz kuru, yalnızca ithalat maliyetlerini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda enflasyon beklentilerini de yukarı çekiyor. Bu durum, ekonomik güven üzerinde olumsuz bir etki yaratıyor ve yatırımları baskılıyor.

Büyüme cephesinde ise 2024 yılı Türkiye ekonomisi için mütevazı bir performans sundu. %3,3 olarak gerçekleşen büyüme, önceki yılların gerisinde kaldı. Sanayi sektörü, üretim maliyetlerindeki artış ve küresel talepteki daralma nedeniyle zayıf bir performans sergiledi. Buna karşın, hizmet sektörü turizm gelirlerindeki artış sayesinde büyümeye önemli bir katkı sağladı. Ancak, inşaat sektörü zayıf talep ve yüksek maliyetler nedeniyle daralma yaşamaya devam etti.

Dış ticaret tarafında ise tablo pek parlak değil. İhracat 2024’te %30 artarken, ithalat %42 oranında yükseldi. İthalattaki bu yüksek artış, enerji ve ara malı bağımlılığından kaynaklanıyor. Cari açık ise yıl boyunca bir miktar düşüş göstererek 34 milyar dolar seviyesine geriledi. Ancak bu iyileşme, yeterince güçlü yapısal reformlar yapılmadığı sürece sürdürülebilir olmayacaktır.

2025 yılı, Türkiye ekonomisi için önemli bir dönemeç. Enflasyonu kontrol altına almak için sıkı para politikalarının devamı şart. Ancak bu politikaların tek başına yeterli olmadığı açık. Üretimde yerlileşme oranının artırılması, enerji bağımlılığının azaltılması ve dış ticaret dengesizliğinin çözülmesi gibi yapısal reformların bir an önce hayata geçirilmesi gerekiyor. Özellikle üretici fiyatlarındaki artışın TÜFE’ye yansımadan kontrol altına alınması, tüketicinin alım gücünü korumak açısından büyük önem taşıyor.

2025 yılı, doğru politikaların uygulanması durumunda bir toparlanma yılı olabilir. Ancak bu toparlanma, yalnızca doğru kararlar ve kararlı uygulamalarla mümkün. Türkiye’nin önünde hem bir fırsat hem de büyük bir sorumluluk duruyor. Fırsat, yapısal sorunları çözerek daha sürdürülebilir bir ekonomik modele geçmek. Sorumluluk ise, bunu gerçekleştirmek için gereken iradeyi göstermek. Türkiye, 2025 yılına bu sorumlulukla başlamak zorunda.

Demokrasi ve barış

Despotizmin ve çatışmanın küresel düzeyde arttığı bir dönemde demokrasi ve barış arasındaki ilişkinin gündeme getirilmesi ve ihmal edilmemesi büyük önem taşımaktadır. Barış ve demokrasi, birbiriyle ilişkili ve bütün olan değerlerdir. Barışın olmadığı yerde demokrasi, demokrasinin olmadığı yerde de barış mümkün değildir. Barış ve demokrasi, karşılıklı olarak birbirini güçlendirmekte, geliştirmekte ve var etmektedir. Barış ve demokrasi, birbirinin olmazsa olmazıdır.

Kendini üstün, haklı, tartışılmaz ve sorgulanmaz olan gören kültürlerin, kültlerin ve kimliklerin, barış ve demokrasi üretmeleri mümkün değildir. Haklı ve üstün oldukları gerekçesiyle insana, doğaya, devlete, topluma ve maddi olan her şeye hükmetmeyi amaçlayan otoriter ve totaliter anlayışlar, sürekli olarak çatışma, şiddet ve despotizm üretmektedirler. Otoriter ve totaliter nitelikteki bedevi materyalizminin, kapsayıcı, barışçıl, demokratik ve hukuka dayalı insani model ortaya koyması mümkün değildir, çünkü bedevi materyalizm, demokrasiyi ve barışı tamamen reddetmektedir.

Demokrasi ve barış, hazır gerçekleştirilebilecek, ol deyince hemen olan değerler değildirler. Barış ve demokrasi, emekle, sevgiyle, bilgiyle, hukukla, felsefeyle, bilimle, sanatla inşa edilmesi gereken evrensel değerlerdir. Akılla, ahlakla ve adaletle inşa edilmesi gereken demokrasi ve barışın, sağlam, dinamik ve derin kurumlara ve kurallara ihtiyacı vardır. Demokrasi ve barış, keyfilikle gerçekleşemez.

Barış ve demokrasiyi güçlü kurumlara dayalı olarak inşa eden toplumlar, güçlü ve gelişmiş olabilirler. Barış ve demokrasinin olmadığı kitleler, sahici anlamda toplum olamadıkları gibi, güruh, kalabalık veya kabile seviyesinin ötesine geçemezler. Güruhlardan, kabilelerden oluşan topluluklarda, güven, istikrar ve dinamik değişim ve dönüşüm bulunmamaktadır.

Despotlar ve diktatörler, kolaylıkla savaşa gitmekte, şiddeti yüceltmektedirler. Tarihin yanlış yazıldığını ve bulundukları durumun tarihsel konumlarına uygun olmadığını vehmeden diktatörler ve despotlar, tarihi yeniden doğru yazma adına çatışmalar ve savaşlar çıkarabilmektedirler. Demokrasinin hukukla varolduğu bir yerde, hiçkimse tek başına keyfi bir şekilde savaş ve çatışma çıkarma ayrıcalığına sahip değildir. Kişisel ve ulusal gurur ve güç kurgularını tatmin etmek adına çıkarılan savaşlar ve çatışmalar, barışı, demokrasiyi, hukuku ve refahı tamamen ortadan kaldırmaktadır. İflas eden devletler ve yönetimler, kurtuluşu savaşlarda ve çatışmalarda görebilirler. Başarılı kurumsal bir demokratik yönetim için savaş ve çatışma, bedeli çok ağır olan bir yıkım anlamına gelmektedir.

Elinde mermilerle, kaleşnikoflarla, füzelerle şehirleri işgal edenler ve iktidarı ele geçirenler, demokrasiyi ve barışı gerçekleştiremezler. Barış ve demokrasi, kurşunlarla değil, oylarla kurulur. Silahla iktidarı ele geçirenler, silahların üstüne oturarak iktidarlarını sürdüremezler. Demokrasi, silahın dışında çoğulcu, barışçıl ve hukuk içinde yaşamanın tek yoludur. Tek bir kimliğe, ideolojiye, gruba ve örgüte dayanan yönetim biçimlerinin, barış içinde bir arada yaşama modelleri ortaya koyması mümkün değildir.

Demokrasi ve barış arasındaki ilişki, sadece çatışmanın ve silahların yokluğundan ibaret değildir. Demokrasinin barışı, barışın demokrasiyi doğurması için bireylerin demokratik ve barışçıl bir duygu, düşünme ve davranış içinde olması gerekmektedir. Demokrasiyi ve barışı geliştirmeyen bir kültürün, tarihin ve kimliğin, demokrasi ve barışı inşa etmesi mümkün değildir. Demokratik barış için demokratik kültürün ve zihniyetin var olması gerekmektedir.

Dünyanın Enerji Kaynakları ve Dağılımı

Enerji coğrafyası, enerji kaynaklarının dünya üzerindeki dağılımını, bu kaynakların nasıl kullanıldığını ve enerji üretim süreçlerinin coğrafi etkilerini inceleyen bir bilim dalıdır. Enerji, modern toplumların ekonomik büyümesi, sanayileşme ve yaşam standartlarının yükselmesi için kritik bir rol oynar. Enerji coğrafyası, hangi bölgelerin hangi enerji kaynaklarına sahip olduğunu, bu kaynakların nasıl kullanıldığını ve enerji talebinin nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olur.

Enerji coğrafyasının temel unsurları, fosil yakıtlar (petrol, kömür, doğal gaz), yenilenebilir enerji kaynakları (güneş, rüzgar, hidroelektrik, biyokütle) ve nükleer enerjidir. Bu kaynaklar, yer şekilleri, iklim koşulları, teknolojik gelişmeler ve ekonomik altyapılar gibi faktörlere bağlı olarak farklı bölgelerde farklı oranlarda bulunur. Örneğin, Orta Doğu, dünya petrol rezervlerinin büyük bir kısmını barındırırken, Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika, rüzgar enerjisi potansiyelinin yüksek olduğu bölgelerdir.

Enerji coğrafyası, enerji güvenliği, sürdürülebilir enerji kullanımı ve çevresel etkiler gibi konuları da ele alır. Fosil yakıtların kullanımı çevresel sorunlara yol açarken, yenilenebilir enerjiye geçiş, iklim değişikliği ile mücadelede büyük önem taşır. Enerji coğrafyası, enerji politikalarının oluşturulmasında, enerji altyapılarının gelişiminde ve küresel enerji ticaretinin anlaşılmasında kritik bir rol oynar.

5 Ocak 2025 Pazar

 

TDK: “Kalabalık yalnızlık”


Ülkemizde de Türk Dil Kurumu ve Ankara Üniversitesi, 2024 yılının kelimesini seçmek için bir oylama başlattı. Oylanacak kelimeler ise algoritma, dijital yorgunluk, kalabalık yalnızlık, merhamet, yabancılaşma, yapay zekâ ve yozlaşma olarak belirlendi. 1 milyon kişi oylamaya katıldı. Oylama sonunda 2024 yılının kelimesi olarak “Kalabalık Yalnızlık” seçildi. Kavram hem sanal hem de gerçek dünyada bireylerin toplumun diğer üyeleri ile duygusal bir bağ olmadan yüzeysel iletişim kurmasını, kendini bir yere ait hissedememesini işaret ediyor.

Teknolojinin böylesine belirleyici olduğu ortamda beyin çürümesi, kutuplaşma, değer yitimi ve kalabalık yalnızlık kelimeleri, dijital ortamın olumsuz etkilerine yönelik kaygıya dikkat çekiyor. Manifest kelimesi ise hedeflere odaklanma konusunda değişen eylem ve inançları gösteriyor. İnternetin sağladığı erişim, hız, iki yönlü olmak gibi olanakları toplumsal yaşam üzerinde oldukça belirleyici etkiye sahip. Bu etkiye ışık tutan kelimelerin seçildiğini söylemek mümkün.

Dil çok güçlü bir araç, kültürün temel bir yapıtaşı. Yılın kelimesi seçilen sözcükler, toplumsal olay ve kültürel dönüşümü anlamaya yardım ediyor. Kelimeler, dilsel bir seçim olmanın ötesinde kriz yaratma olasılığı olan sorunları görmeyi sağlıyor. Bu yaklaşımla baktığımızda yeni dünya düzeni ve kültürünün şekillendiğini de görmek mümkün. Bu kelimelerin bizi daha dijital mecralarda metaya dönüştüğümüzü görme ve daha bilinçli kullanıcılar olmak konusunda uyardığı da bir gerçek. Bize düşen ise tüm dünyanın önde gelen sözlüklerinin kelime seçimlerinin bu uyarılarını anlamlı bir yaşam için dikkate almaktır. Bu ise ancak dijital okuryazarlık konusuna odaklanmak ile mümkün olacaktır.

3 Ocak 2025 Cuma

2024 Yılı ÜFE-TÜFE Oranları


Ocak - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre4,146,70
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre4,146,70
Bir Önceki Yıla Göre44,2064,86
Oniki Aylık Ortalamalara Göre47,3554,72
Şubat - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre3,744,53
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre8,0311,54
Bir Önceki Yıla Göre47,2967,07
Oniki Aylık Ortalamalara Göre45,7155,91
Mart - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre3,293,16
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre11,5915,06
Bir Önceki Yıla Göre51,4768,50
Oniki Aylık Ortalamalara Göre45,2857,50
Nisan - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre3,603,18
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre15,6118,72
Bir Önceki Yıla Göre55,6669,80
Oniki Aylık Ortalamalara Göre45,8359,64
Mayıs - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre1,963,37
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre17,8722,72
Bir Önceki Yıla Göre57,6875,45
Oniki Aylık Ortalamalara Göre47,2462,51
Haziran - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre1,381,64
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre19,4924,73
Bir Önceki Yıla Göre50,0971,60
Oniki Aylık Ortalamalara Göre47,9765,07
Temmuz - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre1,943,23
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre21,8128,76
Bir Önceki Yıla Göre41,3761,78
Oniki Aylık Ortalamalara Göre47,5565,93
Ağustos - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre1,682,47
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre23,8631,94
Bir Önceki Yıla Göre35,7551,97
Oniki Aylık Ortalamalara Göre46,2364,91
Eylül - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre1,372,97
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre25,5535,86
Bir Önceki Yıla Göre33,0949,38
Oniki Aylık Ortalamalara Göre44,8163,47
Ekim - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre1,292,88
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre27,1739,77
Bir Önceki Yıla Göre32,2448,58
Oniki Aylık Ortalamalara Göre43,9362,02
Kasım - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre0,662,24
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre28,0142,91
Bir Önceki Yıla Göre29,4747,09
Oniki Aylık Ortalamalara Göre42,6060,45
Aralık - 2024Üfe (%)Tüfe (%)
Bir Önceki Aya Göre0,401,03
Bir Önceki Yılın Aralık Ayına Göre28,5244,38
Bir Önceki Yıla Göre28,5244,38
Oniki Aylık Ortalamalara Göre41,1058,51