30 Eylül 2024 Pazartesi

30.09.2024 tarihi itibariyle Ülkemizin Birincil Kaynaklara göre Kurulu Güç Verileri

 

BİRİNCİL KAYNAKLARA GÖRE SANTRAL ADETLERİ VE KURULU GÜÇ VERİLERİ

BİRİNCİL KAYNAK

SANTRAL ADEDİ

KURULU GÜÇ (MW)

AKARSU

617

8.339

ASFALTİT KÖMÜR

1

405

ATIK ISI

77

317

BARAJLI

146

23.855

BİYOKÜTLE

386

2,109

DOĞALGAZ

341

24,681

FUEL OİL

9

255

GÜNEŞ

29.431

18.671

İTHAL KÖMÜR

16

10,404

JEOTERMAL

63

1.691

LİNYİT

48

10,207

LNG

1

2

MOTORİN

1

1

NAFTA

1

5

RÜZGAR

365

12.342

TAŞKÖMÜR

4

841

TOPLAM

31.507

114.125

* TEİAŞ KURULU GÜÇ RAPORU - 30.09.2024

Büyüme mi, kırılganlık mı?

Türkiye ekonomisi, son yıllarda dalgalı bir denizde yol alıyor. Büyüme rakamlarımız kötü değil, ama gemi su alıyor. GSYİH verilerine bakıyoruz; geçen yıl %5,1’lik bir büyüme yakalamışız.

Peki, bu büyüme neyin göstergesi?

Ekonomimiz büyüyor ama bu büyüme, iç tüketimin aşırı yükselmesinden kaynaklanıyor. İnsanlar tüketiyor, harcıyor; peki bu harcama kalıcı mı yoksa bir balon mu? Zira özel tüketim, büyümenin %60’ını oluşturuyor. Yani bireyler harcamayı keserse, ekonominin ayağı takılabilir.

Enflasyon meselesi ise herkesin cebini yakan bir konu. Bu yıl biraz frene basmış olsa da hâlâ yüksek enflasyonla mücadele ediyoruz. Gıda fiyatları cep yakıyor, döviz kuru ise dikkatleri üzerine çekmeye devam ediyor. Üreticiye yansıyan maliyetler de bunu körüklüyor. Türkiye’nin para politikaları da bu duruma çözüm bulmak için sıkı para politikaları uyguluyor, ama bunun maliyeti var: Faizler yüksek, bu da yatırımları ve tüketimi dizginliyor.

Döviz kuruna gelirsek, Türk Lirası’nın değer kaybı ne yazık ki gündemden hiç düşmüyor. Dolar 34 TL seviyelerinde geziniyor ve bu durum ithalatı daha da pahalı hale getiriyor. Bu kısır döngü nasıl kırılacak? Döviz rezervlerimizi artırmak tek başına yetmiyor. Ekonomideki kırılganlıklar, TL’nin sürekli değer kaybetmesine neden oluyor.

Banka tarafında ise işler biraz daha istikrarlı. Kredi hacimleri artıyor, ama faizler yüksek olduğu için hem tüketici hem de ticari kredilerde bir miktar yavaşlama var. İnsanlar kredi almaktan çekinir oldu. Tüketici kredilerindeki bu durağanlık, büyüme üzerindeki baskıyı daha da artırabilir.

Bütçe açığı ise ayrı bir sorun. Gelirler artmış ama harcamalar da artıyor. Bu yıl hükümet daha disiplinli bir maliye politikası uygulamayı hedefliyor, ama bu dengeyi tutturmak kolay değil. Vergi reformları yapılıyor, harcamalar kontrol altına alınmaya çalışılıyor, fakat büyüme ve bütçe dengesi arasında ince bir çizgide yürüyoruz.

Türkiye’nin dış borcu da büyümeye devam ediyor. Bu durum, küresel finans piyasalarındaki dalgalanmalara karşı ekonomimizi hassas hale getiriyor. Cari açık kapanmadığı sürece, dış borçlanma bir çözüm değil, sadece geçici bir rahatlama sunuyor. Yapısal reformlar şart; ekonomiyi döviz bağımlılığından kurtarmalı, kendi kaynaklarımızı daha verimli kullanmalıyız.

Kısacası, Türkiye ekonomisi istikrar arayışında. Büyüme devam ediyor ama sürdürülebilir mi? Enflasyon kontrol altına alınacak mı? Döviz kurları dengelenecek mi? Sorulması gereken çok soru var, cevaplar ise hâlâ net değil. Yapısal reformlar olmadan, günü kurtarmakla yetiniriz ama geleceğe yatırım yapmamış oluruz.

Peki, yapılması gereken yapısal reformlar neler?

Enerji Bağımlılığını Azaltma: Türkiye'nin cari açığının büyük bir kısmı enerji ithalatından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, enerji bağımlılığını azaltmaya yönelik stratejiler geliştirilmelidir. Yerli enerji kaynaklarının (örneğin doğal gaz ve petrol) araştırılması ve çıkarılması hızlandırılmalı, bunun yanında yenilenebilir enerji yatırımları artırılmalıdır. Enerji verimliliğini artırmak ve daha düşük enerji tüketimi sağlamak için sanayi ve konutlarda enerji tasarrufu politikaları uygulanmalıdır.

Vergi Reformları: Vergi sistemi, hem bütçe açığını kapatmak hem de ekonomiyi daha adil ve sürdürülebilir hale getirmek için yeniden düzenlenmelidir. Vergi tabanı genişletilerek kayıt dışı ekonominin önüne geçilmeli, gelir ve kazanç üzerinden alınan vergilerde adalet sağlanmalıdır. Ayrıca dolaylı vergilerin (KDV gibi) yükünün hafifletilmesi, tüketicilerin üzerindeki baskıyı azaltabilir.

Enflasyonla Mücadele: Enflasyonu kontrol altına almak için sıkı para politikalarının yanı sıra, arz tarafında yapısal iyileştirmeler yapılmalıdır. Gıda enflasyonunu düşürmek için tarım sektörü desteklenmeli, üretim maliyetleri azaltılmalı ve gıda tedarik zincirleri güçlendirilmelidir. Üretim maliyetlerinin kontrol altına alınması, tüketici fiyatları üzerindeki baskıyı azaltacaktır.

İstihdam Reformları: Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusunu daha verimli bir şekilde kullanabilmesi için eğitim ve istihdam reformları büyük önem taşımaktadır. Özellikle iş gücü piyasasının taleplerine uygun nitelikli iş gücünün yetiştirilmesi için mesleki eğitimin güçlendirilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda işgücüne katılım oranını artırmak ve kayıt dışı istihdamı azaltmak için sosyal güvenlik reformları yapılmalıdır.

Kamu Harcamalarının Verimliliği: Kamu maliyesinde bütçe disiplinini sağlamak için harcamalar gözden geçirilmeli ve kamu yatırımları daha verimli projelere yönlendirilmelidir. Ayrıca, kamu borçlanma stratejisinin uzun vadeli sürdürülebilirlik açısından revize edilmesi gerekmektedir.

Dış Ticaretin Çeşitlendirilmesi: Türkiye'nin dış ticaret açığını azaltmak ve cari açığı kapatmak için ihracatın çeşitlendirilmesi kritik bir öneme sahiptir. İhracat pazarlarının genişletilmesi, katma değerli ürünlerin ihracatının artırılması ve dış ticaretteki bağımlılığın azaltılması hedeflenmelidir. Özellikle teknoloji ve sanayi üretimine yönelik destekler artırılmalı, Türkiye’nin küresel değer zincirindeki rolü güçlendirilmelidir.

Finansal İstikrar: Bankacılık sektöründeki istikrar korunmalı, ancak kredilerin sürdürülebilirliği ve erişilebilirliği artırılmalıdır. Yüksek faiz ortamı, kredilere erişimi zorlaştırmaktadır. Bankacılık sektörünün döviz riskine maruz kalmasını azaltacak düzenlemeler yapılmalı ve sermaye piyasalarının derinleşmesi sağlanmalıdır.

Türkiye Elektrik İletim A.Ş. 30.09.2024 tarihine ait son kurulu güç raporunu yayınladı. 30.09.2024 tarihli kurulu güç raporuna göre Türkiye 30.09.2024 tarihini 114.125 MW kurulu güç ve 31.507 santral ile tamamladı.

30.09.2024 tarihli Kurulu Güç Raporunda Öne Çıkan Bazı Bilgiler aşağıdaki gibidir.

Toplam elektrik kurulu gücü, 114.125 eviyesine ulaşmıştır. Toplam santral sayısı da 31.507 olmuştur.

Yenilenebilir enerji kurulu gücü de bir önceki aya göre 2.362 MW artarak 67.585 MW‘a yükselirken yenilenebilir santraller toplam kurulu gücün yaklaşık % 59,22'sini oluşturdu.

Güneş enerji santrallerinin kurulu gücü de 18.671 MW'ye, toplam güneş enerji santral sayısı da 29.431'e yükseldi.

Rüzgar enerji santrallerinin de kurulu gücü 12.342 MW oldu.

Güneş enerji kurulu gücü toplam kurulu gücün % 16.35'ini oluştururken, rüzgar enerji kurulu gücünün toplam kurulu güçteki oranı ise % 10,81 oldu.

Rüzgar ve güneşin yanında önemli bir yenilenebilir enerji santrali olan biyokütle santral kurulu gücü 2.109 MW oldu.

Toplam kurulu güçte ilk sırada 24.683 MW ile doğalgaz yer alırken, onu 23.855 MW ile barajlı hidroelektrik santralleri takip etti.

Fosil yakıtlı santrallerin kurulu gücü de 30.09.2024 tarihi itibariyle 46.540 MW seviyesinde seyretmekte olup toplam kurulu güçteki oranı ise % 40,78‘dir.

Ayrıca lisanssız güneş enerji santral kurulu gücü 16.943 MW seviyesine ulaşırken, lisanslı GES kurulu gücü ise 1.728 MW seviyesine yükseldi.

30.09.2024 tarihi itibarıyla ülkemiz kurulu gücü 114.125 MW’a ulaşmıştır. 30.09.2024 tarihi itibarıyla kurulu gücümüzün kaynaklara göre dağılımı; % 28,21'i hidrolik enerji, % 21.63'ü doğal gaz, % 19.15'i kömür, % 10,81'i rüzgâr, % 16,35'i güneş, % 1,48’i jeotermal ve % 0,37'si ise diğer kaynaklar şeklindedir. Toplam kurulu güçte ilk sırayı yine doğalgaz aldı ve geçen aya göre biraz yükseliş yaparak 24.683 MW seviyesine ulaştı. Toplam yenilenebilir kurulu gücü de 67.585 MW’a yükseldi. Lisanssız güneş kurulu gücü 30.09.2024 tarihi itibariyle 16.943 MW’a ulaşırken, lisanslı güneş kurulu gücü 1.728 MW seviyesine yükseldi. 

Ayrıca Ülkemizde elektrik enerjisi üretim santrali sayısı, 30.09.2024 tarihi itibarıyla 31.507'e (Lisanssız santraller dâhil) yükselmiştir. Mevcut santrallerin 763 adedi hidroelektrik, 69 adedi kömür, 365 adedi rüzgâr, 63 adedi jeotermal, 342 adedi doğal gaz, 29.431 adedi güneş, 474 adedi ise diğer kaynaklı santrallerdir. 

30.09.2024 tarihi itibariyle (Eylül ayı içinde) elektrik üretimimizin, % 38,91'i kömürden, % 21,12'si doğal gazdan, % 16,49'u, hidrolik enerjiden, % 7,15'i rüzgardan, % 10,72'si güneşten, % 2.87'si jeotermal enerjiden ve % 2,74'ü diğer kaynaklardan elde edilmiştir.

 

30.09.2024 tarihi itibariyle;

2023 yılı Aralık ayı sonunda 106.556 MW olan toplam kurulu güç değeri 1.260 MW’lık artışla 2024 yılı Mart ayı sonunda 107.816 MW olarak kaydedilmiştir. 31 Mayıs 2024 tarihi itibariyle; Santral Sayısı: 25.548 adet oldu. 31 Mayıs 2024 tarihi itibariyle kurulu güç 110.056 MW olmuştur. Toplam yılbaşından bu yana 3.500 MW'lık artış kaydedilmişti. 30 Haziran 2024 tarihi itibariyle; Santral Sayısı: 25.871 adet oldu. 30 Haziran 2024 tarihi itibariyle kurulu güç 110.355 MW olmuştur. Mayıs ayı sonundan 30 Haziran 2024 tarihine kadar  toplam 323 adet santral devreye girdi. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 299 MW artış kaydedildi. 

Yılbaşından bu yana kurulu güç artışı 4.637 MW oldu. 31.07.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 111.193 MW oldu. Santral Sayısı: 27.038 adet oldu. 30 Haziran ile 31 Temmuz 2024 tarihleri arasında toplam 1.167 adet santral devreye girmiştir. 11.08.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 112.111 MW oldu. Santral Sayısı: 28.714 adet oldu. 31 Temmuz ile 11 Ağustos 2024 tarihleri arasında toplam 1.676 adet santral devreye girmiştir.  Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 918 MW artış kaydedildi

30.09.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 114.125 MW oldu. Santral Sayısı: 31.507 adet oldu. 31 Temmuz ile 30 Eylül 2024 tarihleri arasında toplam 4.451 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 2.931 MW artış kaydedildi. Yılbaşından bu yana kurulu güç değeri 7.569 MW artış kaydedildi.  

    30.09.2024 tarihi itibariyle; kurulu güç 114.125 MW oldu. Santral Sayısı: 31.507 adet oldu. 31 Temmuz ile 30 Eylül 2024 tarihleri arasında toplam 4.451 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 2.931 MW artış kaydedildi. Yılbaşından bu yana kurulu güç değeri 7.569 MW artış kaydedildi.

29 Eylül 2024 Pazar

Zamansız Faiz İndirimi Ekonomiye Zarar Verir

2021 yılının sonlarında Türkiye’nin uyguladığı düşük faiz yüksek kur politikası, pandeminin sebep olduğu tedarik zinciri bozukluğunun da etkisiyle ekonomide dengesizliklere neden olmuştu.

Türkiye’nin üretim modeli sebebiyle bu politika, maliyet enflasyonu başta olmak üzere ekonomide güvensizliğe yol açmış; makro ekonomik dengeleri bozmuş; kredi risk priminin (CDS) aşırı derecede yükselmesine de -ki, 2022’nin ortalarında 800 puanları bulmuştu- sebep olmuştu.

Faiz Oranının Durumu

Sayın Şimşek’in Maliye Bakanı olarak atanmasıyla ekonomideki kırılganlıkları gidermek üzere sıkı para politikası uygulanmaya başlanmış; beraberinde Merkez Bankasınca faiz artırımı yapılarak politika faizi % 50’ye kadar artırılmıştı.

Aynı zamanda uluslararası derecelendirme kuruluşları da kredi notlarını yükseltmeye başlamışlardır.

Örneğin; Fitch Ratings, 6 Eylül'de Türkiye'nin kredi notunu "B+"dan "BB-"ye yükselterek ve not görünümünü durağana çevirerek son dönemlerdeki Türkiye Ekonomisine olumlu bakış açısını korumaya devam etmiştir.

Çekilen Acı Reçeteler

Yukarıda ifade ettiğim üzere bozulan makro dengelerin tekrar kurulması adına uygulanan sıkı para politikası ve faiz artırımının devamında orta vadeli programla beraber bütçe gelirlerini artırmak üzere vergisel artışlara imza atılmış ve yetersiz de olsa bazı kamusal tasarrufların uygulanmasına gidilmişti.

Türkiye ekonomisinde son bir yıldır maliyet enflasyonundan ziyade kar enflasyonu söz konusudur. Bu durumun, ekonomiye duyulan güvensizliğin primlendirilmesinden kaynaklandığı açıktır.

Ancak kar enflasyonuna rağmen işletmeler, kaynak sıkıntısı ve fon bulamama ile vergisel acı reçetelerin de etkisiyle sıkıntı yaşamakta ve işletme devamlılığını sağlamakta zorlanmaktadırlar.

Zamansız Faiz İndirimi

FED’in son toplantısında faiz indirimine gitmesiyle Türkiye’de de Kasım ayında faiz indirimine gidilmesi tahminleri yapılıyor. Veya bu yönde beklentiler oluşmuş durumda.

Para politikasının kredibilitesinin yeniden inşası sürecinin tamamlanması, dış finansman gereksinimlerindeki sürekli azalma eğiliminin devam etmesi ve yeniden dengelenmeye katkıda bulunacak reformların uygulanması gerektiği şüphesizdir. Dolayısıyla faiz indirimi açısından gerekli şartların ve zamanın henüz oluşmadığı kanaatindeyim.

Kanaatimce uygun optimum konjoktörel unsurlar oluşmadan 2024 yılında yapılacak bir faiz indirimi zamansız olacak ve son 10 aydır çekilen acı reçetelerin boşa çıkmasına sebep olacaktır. Gözlemlerim ve analizlerim itibariyle 2025 Mart ayından önce bir faiz indirimine gidilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde işletmelerin bu süreçte çektiği sıkıntıların ve acı reçetelerin bir anlamı olmayacaktır.

Diğer taraftan; olası erken politika gevşemesi, rezervlerde düşüşü ve rezervlerin bileşiminde bozulmayı; haliyle kredi notunun düşmesi, kredi risk priminin yükselmesi gibi durumları netice verme ihtimalini yüksek görüyorum.

İşletmelerin nakit darlığı ve işletme sermayesi kıtlığı yaşadığı bir gerçek…

İşletmelerin de ihtiyacını görmek açısından 2025 yılından önce sıkılaştırma politikasını bırakmak veya faiz indirimi yapmak yerine; banka ve benzeri finans kuruluşları nezdinde dolaylı olarak fon kaynaklarına ulaşmanın kolaylaştırılması ve bu yöntemlerle fiili düşük oranlarla işletmeler dışı fon kanallarının açılması daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Bu suretle olası beklenmedik bir enflasyon artışının önüne geçmek de mümkün olacaktır.

Afetlere sosyolojik açıdan bakış

Genel olarak bakıldığında depremin yol açtığı can ve mal kayıpları, toplumda sosyal tahribatlar ve sosyal eşitsizlikler meydana getirmektedir.

Yaşanan depremlerin yıkıcı etkisiyle ortaya çıkan bu sosyal adaletsizliklere baktığımızda, şehirlerimizde yaşayanların büyük bir kısmının yoksul olduğu ve bu insanların yardıma muhtaç oldukları sonucunu ortaya çıkarmaktadır.

Deprem sonrası ekonomik durumları iyi olanların deprem bölgesini terk ederken, geride kalan yoksulların ise ekonomik imkansızlıkları ve muhtaçlıkları yüzünden yerlerini terk edemedikleri de bilinen bir gerçektir.

Önemli bir konuda, ülkemizde meydana gelen depremlerde afet sonrası toplumsal göçlerdir. Genelde bu göçleri gerçekleştirenlerin, zengin bir kesim olduğu yaşanan her afet sonunda gözlemlenmiştir.

Depremler ayrıca Türk toplumunda önemli bir yere sahip olan, aile kurumunu da olumsuz etkilemektedir; ailede kaybedilen canlar, engelli kalan aile bireyleri ve çocuklar üzerinde büyük travmalara yol açmaktadır. Depremler sonucunda ise aile içi geçimsizlik, şiddet ve boşanma gibi sonuçları da ortaya çıkarabilmektedir.

Toplumda depremden etkilenenler ve etkilenmeyenler adı altında iki ayrı grup oluşmaktadır. Depremden etkilenen gruplar, yaşadıkları travma yüzünden topluma uyum sağlamada güçlük çekmektedir.

Bu güne kadar yaşanan afetlerin olumsuz tarafları bulunmakla birlikte, bireyleri ve toplumu etkilediği ortada olmasına rağmen, bazı iyi yönleri de bulunmaktadır. Meydana gelen afetler toplumlarda, ekonomik kayıpların yaşanmasına sebep olmakla birlikte, manen bireyleri de etkilemektedir. Bunun sonucunda ise toplumun dış tehditlere karşı birlik ve beraberlik dayanışma kültürünün ortaya çıkmasını sağlamaktadır

Toplumlar afet gibi yıkıcı, etkileri olan ve zarar verici bu felaket dönemlerinde empati yaparak afette etkilenen bireyleri önemsemektedirler. Buda bize toplumun ve bireylerin bu tür durumlarda insani ve vicdani olarak hareket etmeye, toplumda pozitif bilinç oluşmasını sağlamaktadır.

Afetler neticesin de kişilerin yaşam tarzı ne olursa olsun, dininin, dilinin, ırkının önemli olduğu ülkede, bunların bir kenara bırakılması, bir ve beraber olabileceğimizin farkına varılması açısından çok büyük bir öneme sahiptir.

Deprem riskinin yüksek oluğu ülkemizde, yukarıda bahsedildiği gibi depremin sadece fiziksel yaralar açmadığı, ayrıca toplumsal boyutta da önemli değişikliklere yol açtığı anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak; Afetler sonrası yaşanan toplumsal değişimler, afet sonrası toplumda yaşanan acıları unutturmak adına birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Afetlerde halkımızın paylaşma kültürünü önemsediğini bir kez daha göstermektedir.

Ülkemiz deprem afetine karşı, hem öncesinde hem de sonrasında hazır olmalıdır. Deprem gibi afetleri iyi yönetmek demek olumsuz toplumsal değişimlerin önüne geçmek demektir. Toplum olarak afetlere karşı bilinçli olmalı ve ne zaman ve nasıl olacağı belli olmayan afet risklerine karşı tedbirli olmalıyız.

    Bu coğrafyanın insanlarının yaşadıkları travmalar insan ilişkileri, ahlaki tavırlar, öngörülebilirlik vb. açısından gündelik hayatlarında yansımalarını bulmaktadır. Tam da bu sebeple insanlar kendilerini daha çok korumaya almak isterlerken, kutuplaşmaya, kurtarıcı aramaya meyletmektedirler. Buradan çıkışın öncelikli şartı; zihinsel sömürüden kurtulmaktır.

27 Eylül 2024 Cuma

İnsanın gelişim sorunu

İnsan kendi veya diğer birinin gelişim seviyesini bilirse kendine ve diğerlerine daha faydalı olabilir. İnsanın gelişmişliği, maddi ve manevi unsurların bir bileşimi olarak değerlendirilir. Gelişim için bu yazıda daha çok bilişsel, bedensel ve ahlaki gelişim çerçevesinde bir değerlendirme yapılacaktır.

Akademisyen olarak başarılı bir eğitim-öğretim için öğrencinin (bunu karşılaştığınız bir kişi diye de düşünebilirsiniz) yeterliliğinin anlamak (seviyesini) için çaba sarfederim. Aslında bu yaklaşım -yukarda da belirttim- onların gelişim durumunu bilirsek daha faydalı olabiliriz düşüncesine dayanmaktadır.

Gelişim (İng. development; esk. inkişaf) kalıtımsal ve çevresel etkilerle, bireyin, beden yapısı, fizyolojik güç ve ruhsal özellikler bakımından düzenli biçimde büyümesi, gelişmesi ve olgunlaşması olarak tanımlanmaktadır. Gelişmek TDK Sözlükte ise ilerlemek, olgunlaşmak, genişlemek; inkişaf etmek şeklinde açıklanmıştır.

Biz ve diğer biri gelişmesini tamamlayarak olgunlaşmışmıdır?

Kişisel gelişim, bireylerin bedensel, ruhsal, zihinsel, ekonomik vb. alanlarda yetilerini geliştirmesi, potansiyelini artırması ve karşılaşabileceği problemlere çözüm üretebilmesidir.

İnsan hayatı birçok evrelere sahiptir. Bunlar sağlıklı/dengeli geçirilebilirse gelişmiş bir birey ve sonuçta toplum olunabilir. Birçok filozof, yazar, psikolog vs bu dönemlere dikkat çekmiştir. Bunlardan biri de William Shakespeare’dir (1564-1616).

Yedi Çağ

Shakespeare'in "Size Nasıl Geliyorsa" eserinden "İnsanın Yedi Çağı" şiirinde insanın hayatının dönemlerinin bir ayrımı vardır: “Bütün Dünya bir oyun sahnesi, bizler birer oyuncuyuz, /Bütün erkekler ve kadınlarsa sadece birer oyuncu; /Girerler ve çıkarlar; /Bir kişi birden çok rolü oynar, /Bu oyun, insanın yedi çağıdır.

Bu çağlar şu şekilde sıralanmıştır.

1-İlkin bebeklik, /Dadısının kollarında sesler çıkarır ve kusar;

2-Sonra mızmızlanan bir okul çocuğu, okul çantasıyla, /Yüzünde parıldayan sabahla, istemeyerek, /Salyangoz gibi okula sürünür.

3-Daha sonra aşık gelir, /İç çekerek sevgilisinin kaşlarına yazılmış acıklı bir şarkıyla.

4-Daha sonra bir asker, /Garip yeminlerle dolu ve leopara benzeyen sakalıyla, /Şeref düşkünü, savaşta hızlı ve apansız, /Topun ağzında bile /Şöhret hayalleri kuran.

5-Daha sonra adaletli, /Şişman göbeği leziz etlerle dolu, /Gözleri sert ve resmi kesilmiş sakalı, /Bilge atasözleri ve modern örneklerle dolu; /Böylece o da rolünü oynar.

6-Altıncı çağ ise /Sıska, ihtiyar bunaklık gelir, /Burnunda gözlük ve yanında kesesiyle; /Gençliğinden kalma çorabı engin bir dünyaya tanık olmuştur. /Bacakları çökmüş; ve büyük adam sesi /Tekrardan çocuksu sopranoya döner /Ve sesinde ıslıklar vardır.

7-Bu garip maceralı tarihi sona erdiren son sahne ise ikinci çocukluktur, sadece unutmaktır; dişsiz, gözsüz, tatsız, her şeysiz.

Aksama

İşler yolunda giderse insan bu evreleri yaşayabilir. Bazen işler yolunda gitmez ise bir dönem hızla geçer öbürü başlar veya bazen bir döneme takılıp kalır insan. Bu takılmalar patolojik boyut kazanabilir veya geri bırakır insanı. Bu yüzden gelişim aksaması (İng. faulty development, maldevelopment) ortaya çıkar. Alfred Adler'e göre, aşırı sevgi, esirgeme ya da bedensel engeller dolayısıyla beklenen gelişmenin aksamasıdır bu durum.

Üzülerek de olsa tüm bireylerin gelişmelerinin tüm evrelerini tamamladıklarını söylemek mümkün değildir. Sosyal medyada, iş hayatında biyolojik yaşını almış insanların durumunu gözlemledikçe toplum neden böyle sorusuna daha bilimsel bir cevap bulabiliyor insan: Gelişmemişlik.

Bazen çocuklukta kalmış yetişkin bedenliler, bazen ergen tavrı içinde yaşlılar vs vs ortada geziyor.

Bu konuya devam edeceğim…

Son söz: İnsan gelişme durumuna göre ya insan ya da biyolojik bir canlı olur.

Teknoloji ve güvenlik

 Ulusal Güvenlik kavramının yeni bir çocuğu daha oldu. Teknoloji Güvenliği…

Geçmişte can ve mal güvenliği, sınır güvenliği, yol güvenliği gibi kavramlar ile sınırlı olan güvenlik anlayışımıza son yıllarda Gıda güvenliği eklenmişti. Şimdi akla hayale gelmeyen alanlarda yeni güvenlik kavramları hayatımıza girmeye başladı. Manipülasyon ve dezenformasyon içerikli bilgi güvenliği ve haber güvenliği de bunlardan birisi. Yine buna benzer bir kavram olan algı operasyonları karşısında şuur veya bilinç güvenliği de artık konuşulmalı bence.

Elbette yazımızın konusu teknoloji güvenliği… çağ teknoloji çağı ve hepimiz artık neredeyse teknolojinin esiri olduk. telefonsuz, internetsiz, bilgisayarsız bir hayat düşünemez olduk. buna sosyal medya ve TV’leri de eklediğimizde aslında nasıl bir sanal kuşatmaya maruz kaldığımızı anlayabiliriz.

Son günlerde dünyanın en azılı ve en acımasız terör örgütü olan İsrail terör örgütünün icra ettiği teknolojik saldırılar şeytanı bile hayrete düşürdü. Çağrı cihazı kullanan Hizbullah mensubu 4 bin asker bir çağrı ile suikasta uğradı. Bir anda bir çağrı ile 4 bin patlama yaşandı. Ölen ve yaralananlar var. Cep telefonlarının kullanımının artık güvenli olmaktan çıkması ile kendilerince çözüm arayan Hizbullah yetkilileri çözümü çağrı cihazı ve telsizler aracılığı ile haberleşmede bulmuştu. Ancak bu cihazların siparişi ile birlikte harekete geçen İsrail terör örgütü mensubu şebekeler cihazların üretimi esnasında cihazlara 3 gramlık patlayıcılar yerleştirerek her cihazı bir bomba haline getirdi.

Telsizlerde de benzer uygulamalar söz konusu. Zira bu olayın ertesi günü bu defa telsizlerde patlatıldı.

Gelinen süreçte uzaktan kumanda edilebilen her teknolojik cihaz, sahibi için tehlikeli hale geldi. Bu bir paranoya değil bir vakıa artık. Siz kendi teknolojinizi kendiniz üretmiyorsanız, kendi yerli yazılımınızı kullanamıyorsanız tehlikedesiniz demektir.

Cep telefonlarının ilk kez çıktığı günlerde ASELSAN da 1997 yılında bir telefon çıkarmıştı. İlk yerli cep telefonumuzun adı da ASELSAN 1919 idi. Hatta bu telefon o günlerde diğer telefon markalarında olmayan birçok özelliğe de sahipti. Mesela diğer telefonlarda titreşim özelliği yoktu. Bizimkinde vardı. diğerleri hantal iken o diğerlerinden daha hafifti. Telefon dinlemelerini engelleyen özel bir teknolojiye sahipti. Telefon üretime geçti daha yurt dışına da ihraç edildi ama üretimi durduruldu. Zira telefon dağıtım şirketleri ASELSAN yerine Nokia telefonları pazarladılar. Yani bizimki destek göremedi. Niye mi? Ev danasından öküz olmaz da ondan. Sadece ondan mı? Elbette değil… Zira engellendi. Çünkü bize ne demişlerdi? “Siz yapamazsınız, size pahalıya gelir biz daha ucuza veririz.”

Bu zihniyet değil miydi uçak fabrikalarımızı kapattıran, yerli otomobillerimizin benzin depolarını doldurmadan görücüye çıkarttıran… İHA’ları yaptırmayan…

Şimdi artık bir silkinme dönemi yaşıyoruz. Mühendislerimiz harika işler çıkarıyor. Allah’a şükür artık garip intihar vakaları da duymuyoruz.

Bugün artık daha fazlasını yapmak zorunda olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Zira savaşlar meydanlarda yapılmıyor artık. Kılıç kalkanı geçtik topla tüfekle yapılan savaşlar da neredeyse tedavülden kalkacak.

Savaşın da bir kuralı, ahlakı, etiği vardı. Savaş meydanı, er meydanıydı. Ancak artık savaş meydanları kahpeliğin zirve yaptığı yerler haline geldi. Savunmasız sivil halk, çoluk, çocuk, yaşlı, kadın demeden öldürülüyor. Hastaneler, okullar, ibadethaneler, çadır kentler bile bombalanıyor.

Kendisini insan öldürmeye programlandırmış İsrail terör örgütü şeytanın bile aklına gelmeyecek metotları uyguluyor. Arkasında Amerika ve İngilizler ve diğer yardakçıları var. Yıllarca medeni diye bizlere yutturulan Avrupa yani Batı dünyası var. Gerçi İsrail küçük bir Amerika iken Amerika da büyük İsrail konumunda. İngilizler mi? Onlar da dünyadaki her kötülüğün anası durumunda… Dünyayı alttan alta karıştıran ama ortada gözükmeyen sinsi bir şeytan…

Bugün Gazze başta olmak üzere dünyanın neresinde bir zulüm, bir katliam varsa altında bu üçlüyü bulabilirsiniz.

İsrail teknolojik aletlerin içine sızarken yine en büyük destekçisi ABD… Yani İsrail’in fitilini ateşlediği her kurşunun imalatı ABD’ye ait. Bugün Gazze’de öldürülen her insanın vebali bu üçlünün üzerindedir.

Bizdeki Batı hayranları, kripto Siyonistler iftihar duyuyordur bu katliamlardan ve son saldırılardan. Bizler ise lanetliyoruz. Ancak biz daha çok çalışmalıyız. Cebimizde gönüllü taşıdığımız bombaların, casusların şerrinden emin olmak istiyorsak toplu iğneden başlayıp akla gelen her ne teknolojik ihtiyaç varsa hepsini yerli imkanlarla üretmeli ve onlara can veren yazılımları da yerli yazılımlarla donatmak zorundayız.

Buna mecburuz ve buna mahkumuz…

24 Eylül 2024 Salı


23.09.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 114.090 MW oldu. Santral Sayısı: 31.438 adet oldu. 31 Temmuz ile 23 Eylül 2024 tarihleri arasında toplam 4.400 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 2.897 MW artış kaydedildi. Yılbaşından bu yana kurulu güç değeri 5.534 MW artış kaydedildi.

Hoşgörü sınırları

 

Hoşgörülü olmak, başkalarının düşüncelerine, inançlarına ve davranışlarına saygı göstermek, farklılıklara karşı anlayışlı ve kabul edici bir tutum sergilemektir.

Hoşgörülü insanlar, bakışları, duruşları, konuşmaları ile hemen belli olurlar toplumda. Önyargılarla yaşamazlar, karşılarındaki insanların düşüncelerine kıymet verirler.

Hoşgörüyü, toplumsal barış ve kişisel ilişkiler ve uyum sağlamak için de önemserler.

Bilirler ki hoşgörü; bireyler arasındaki çatışmaları, kavgaları, kin ve nefreti azaltır ve insanlar arasında daha güçlü bağlar kurulmasına yardımcı olur.

Bu erdemli insanlar birleştirici, yardımsever, fedakârdır.

Fakat bu erdemi taşıyan kişilere yanlış yapılması da olasıdır.

"Hoşgörülü kişiler; sahip oldukları tevazuları nedeniyle; ilim, bilgi, beceri ve daha nice konuda zirvede olsalar da; karşılarındaki kişilere aynı mesafe ve yükselikte dururlar.

Muhatap oldukları insanları kariyeri, bilgisi, konumu ile ezmek istemez. Meziyetlerini direkt açığa vurmaz. Yaşam içinde görülsün ister.

Hoşgörüsü yüksek olan bu erdemli ve samimi duruşu olan insanları farketmeyenler çok çabuk sıradanlık gömleği biçebilirler onlara.

Alçak gönüllülükle, hoşgörülü davrandığı, vasat insanlardan nasihat dinlemek zorunda da kalabilir maalesef.

Mütevazı, hoşgörülü insanlar ılımlı ve olumlu bir şekilde hayatlarına devam ederler. Kalpleri yumuşaktır.

Mühim meselelerden biridir ki; bu hasleti değer vermeyenler kötüye kullanmasın.

Yüreğimizdeki vefa, sevgi, kabullenme, hoşgörü; gözlerimizden ışık kıvılcımları olarak çıkıyorsa; yaratılmışa sevdamızdandır.

Ailede hoşgörü ise, aile efradının birbirlerine karşı anlayışlı, sabırlı ve saygılı olmasıdır. Bireylerin farklı düşünce, duygu ve alışkanlıklara sahip olabileceğini kabul etmek, ailenin huzuruna ve sağlıklı iletişimine vesile olur.

Bu erdemli insanlar birleştirici, yardımsever, fedakârdır.

Fakat bu erdemi taşıyan kişilere yanlış yapılması da olasıdır.

"Hoşgörülü kişiler; sahip oldukları tevazuları nedeniyle; ilim, bilgi, beceri ve daha nice konuda zirvede olsalar da; karşılarındaki kişilere aynı mesafe ve yükselikte dururlar.

Muhatap oldukları insanları kariyeri, bilgisi, konumu ile ezmek istemez. Meziyetlerini direkt açığa vurmaz. Yaşam içinde görülsün ister.

Hoşgörüsü yüksek olan bu erdemli ve samimi duruşu olan insanları farketmeyenler çok çabuk sıradanlık gömleği biçebilirler onlara.

Alçak gönüllülükle, hoşgörülü davrandığı, vasat insanlardan nasihat dinlemek zorunda da kalabilir maalesef.

Mütevazı, hoşgörülü insanlar ılımlı ve olumlu bir şekilde hayatlarına devam ederler. Kalpleri yumuşaktır.

Mühim meselelerden biridir ki; bu hasleti değer vermeyenler kötüye kullanmasın.

Yüreğimizdeki vefa, sevgi, kabullenme, hoşgörü; gözlerimizden ışık kıvılcımları olarak çıkıyorsa; yaratılmışa sevdamızdandır.

Ailede hoşgörü ise, aile efradının birbirlerine karşı anlayışlı, sabırlı ve saygılı olmasıdır. Bireylerin farklı düşünce, duygu ve alışkanlıklara sahip olabileceğini kabul etmek, ailenin huzuruna ve sağlıklı iletişimine vesile olur.

Hoşgörü, aile içinde zorluklar karşısında desteği beraberinde getirir. Farklılıklarla yaşamayı mümkün kılar.

Hoşgörünün aile içinde gelişmesi için bazı şartlar vardır.

Doğru bir iletişim, yanlış anlaşılmaların önüne geçer.

Hemhal olabilmek, empati kurmak. Karşı tarafın bakış açısını anlayarak onun yerine kendini koymak, anlayış sahibi olmamızı sağlar.

Her bireyin gelişim hızı ve potansiyeline fırsat tanımak önemlidir. Sabırla bu durumu takip edebilmek.

Saygı ve güvenle aile zeminini oluşturarak, hoşgörünün özgün ve özgür gelişime temel atmasını sağlamak çok önemlidir.

Bu saydıklarımız, aile içindeki bağları kuvvetlendirir ve daha huzurlu bir yaşam ortamı sağlar.

Kali'temiz;

Bize kalan vefa, sevgi, sadakat, hoşgörü ve saygıyla görünür olur /temizce...

İnsanların bazı hatalarına karşı affedici olduğumuzda da kendimizi yükten kurtarıp iyilik etmiş oluruz.

Hoşgörü ruha serilen kuş tüyü yatak gibidir....

23 Eylül 2024 Pazartesi

Enflasyonla Mücadele Ederken…


Türkiye ekonomisi, son dönemde enflasyonla mücadele ve para politikası kararlarıyla yön bulurken, bir yandan da istihdam ve sanayi verilerinde toparlanma sinyalleri veriyor. Para Politikası Kurulu’nun politika faizini yüzde 50’de sabit tutma kararı, enflasyonla mücadelede kararlı duruşunu sürdürdüğünü gösteriyor. Peki, bu kararlar ve ekonomideki son veriler bize ne anlatıyor?

Enflasyonla Mücadele: Zor Ama Gerekli Bir Yol

Ağustos ayı enflasyon verilerine baktığımızda, yıllık TÜFE %51,97 seviyesinde. Bu oran, Türkiye ekonomisinin halen enflasyonist baskı altında olduğunu gösteriyor. Enflasyonun kontrol altına alınması kolay olmayacak, ancak Para Politikası Kurulu’nun sıkı para politikasını sürdürme kararı bu noktada kritik bir adım. Yurt içi talepteki yavaşlama ve Türk Lirası’nın reel değer kazanımı, enflasyonun ana eğilimini aşağı çekmeye başlamış durumda. Ancak, henüz istenilen seviyeye ulaşıldığını söylemek zor.

Özellikle hizmet sektöründeki enflasyonun yılın son çeyreğinde iyileşmesi bekleniyor. Bu da, önümüzdeki aylarda fiyatlarda bir rahatlama olabileceği anlamına geliyor. Ancak enflasyon beklentilerinin hâlâ risk unsuru olduğunu unutmamak gerek. Piyasalarda fiyatlama davranışları, bu beklentilere göre şekillendiği için enflasyonu kalıcı olarak aşağı çekmek için uzun vadeli, sabırlı bir politika gerekiyor.

İstihdamda Umut Verici Sinyaller

Temmuz ayı istihdam verileri ekonominin başka bir yüzünü ortaya koyuyor. İşsiz sayısı 112 bin kişi azalmış ve işsizlik oranı %8,8’e gerilemiş durumda. Bu, ekonominin yavaş yavaş toparlandığının önemli bir göstergesi. Sanayi ve hizmet sektörlerindeki toparlanma, istihdamı olumlu yönde etkiliyor. Özellikle genç nüfusta işsizlik oranındaki düşüş dikkat çekici. Genç işgücünün ekonomiye entegrasyonu, orta ve uzun vadede büyüme açısından büyük önem taşıyor.

Ancak işgücüne katılım oranı hâlâ istenilen seviyelerde değil. Ekonomide genişleme sinyalleri alırken, işgücünün daha fazla insanı kapsaması, daha güçlü ve sürdürülebilir bir toparlanma anlamına gelir.

Sanayi ve Ticaret: Toparlanma Yavaş Ama Kararlı

Sanayi üretimi verilerine baktığımızda yıllık bazda %3,9’luk bir daralma söz konusu. Ancak aylık bazda %0,4’lük bir artış var. Yani, sanayi sektörü zorlu bir dönemden geçiyor olsa da toparlanma sinyalleri veriyor. Ticaret sektöründe ise tablo biraz daha karmaşık. Yıllık bazda ticaret satış hacmi azalmış olsa da, perakende sektöründe %5,4’lük bir artış söz konusu. Bu da iç tüketimin hala canlı olduğunu gösteriyor.

İnşaat sektöründeki toparlanma ise dikkat çekici. Yıllık ciro artışı %58,8 seviyesinde. Bu, inşaat sektörünün ekonomiye ciddi bir katkı sağladığını ortaya koyuyor. Türkiye, inşaat odaklı büyüme modeline sıkça başvurduğu için bu veriler çok şaşırtıcı değil. Ancak sürdürülebilir bir büyüme için diğer sektörlerde de benzer performanslar görmek gerekiyor.

Konut Piyasası: Yatırımcılar Dönüşümlere Ayak Uyduruyor

Ağustos ayında konut satışlarındaki %9,9’luk artış, iç piyasalarda konut talebinin güçlü kalmaya devam ettiğini gösteriyor. Ancak ipotekli konut satışlarında düşüş var. Bu da, tüketicilerin farklı finansman yöntemlerine yöneldiğinin bir işareti. İlk el konut satışlarındaki %18,7’lik artış ise inşaat sektöründeki canlanmayı doğruluyor. Yeni projelere olan talep, ekonominin inşaat ayağının hala güçlü olduğunu ortaya koyuyor.

Ancak yabancılara yapılan konut satışlarındaki %26,2’lik düşüş, dikkat çekici bir başka veri. Yabancı yatırımcıların Türkiye konut piyasasına ilgisi azalıyor. Bu durum, döviz girişini olumsuz etkileyebilir. Yabancı yatırımcılar için Türkiye’nin cazibesini artıracak politikaların devreye sokulması gerekiyor.

Sonuç: Zorluklar ve Fırsatlar Yan Yana

Türkiye ekonomisi bir yandan enflasyonla mücadele ederken, diğer yandan sanayi ve istihdamda toparlanma sinyalleri veriyor. Ancak bu toparlanma, istenilen hızda değil. Para Politikası Kurulu’nun sıkı duruşu, enflasyonla mücadelede doğru bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak sanayi üretimindeki yıllık daralma, ticaret hacmindeki düşüşler ve yabancı yatırımlardaki azalma, ekonominin halen ciddi risklerle karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

Önümüzdeki süreçte ekonomiyi dengede tutmak için, sanayi üretimini canlandıracak ve yurtdışı yatırımları çekecek adımlar atılması gerekecek. Bu dengelerin sağlanması, Türkiye’nin uzun vadede sürdürülebilir bir büyüme yakalaması açısından kritik önemde. 

18 Eylül 2024 Çarşamba

Başkanlık seçimlerinden büyük sıfırlamaya

 

Piyasaların geleceği ve tüm ülkelerin ekonomi politikaları açısından yaklaşan ABD seçimlerinin önemi her geçen gün artmaya devam ediyor. Bir tarafta klasik ılıman küreselci politikalarına devam etmek isteyen demokratlar, diğer tarafta bu politikaların başta ABD ekonomisi olmak üzere tüm dünyayı perişan ettiğini savunan cumhuriyetçiler. Üstelik başlarında ABD tarihinin en ilginç ve kontrol edilemez eski başkanı…

İthalat vergilerini Çin için atom bombasına çevirmeyi, FED’i sıkıştırıp bunaltmayı, küresel elitlerin canını alabildiğine sıkmayı planlayan Trump’ın yol haritasıyla ile Harris’in takibi sürdürmeye niyetli olduğu güzergâh hiç ama hiç birbirine benzemiyor.

Şartlar böylesine derin yol ayrımlarının var olduğu bir seçime göre gelişecek olduğundan da piyasalar haftalardır bir türlü istikrarlı bir rota tutturmayı başaramıyor. Seçim yaklaştıkça savrulmaların artma ihtimali de oldukça yüksek…

ABD seçimleri hem Avrupa’nın hem de Çin’in çok yüksek derecede kaderini etkileyecek. Adım adım deflasyona sürüklenen bir Çin tablosuyla karşı karşıyayız. İhracat canavarı bir ülkenin deflasyona sürüklendiğinde neler olduğunu daha önce Japonya sayesinde tecrübe ettik.

Seksenli yıllarda ABD’yi kendi ürünleri açısından adeta açık pazara dönüştürüp parasını sürekli halde devalüe ederek ihracat canavarına dönüşen Japonların hazin sonlu hikayesini hatırlayalım. 1985 yılında ABD ve diğer Batı’nın ihracatçı ülkeleri, devasa ihracatıyla rezerv para doların kullanım yoğunluğunu azaltan ve ABD ekonomisini ithalata bağımlı hale getiren ordusuz Japonya’nın boğazına basıp bu düzenin köküne dinamit koyacak olan “parasını devalüe edememe anlaşmasının” altına imza atmasını sağladılar. Parasını devalüe edemeyen bir ülkenin ihracatını rakiplerine karşı artırması artık mümkün olmayacağından teknoloji devi Japonların kısa sürede nefesi kesildi ve o günlerde Çin’in de henüz hazırlık liginde olmasından ötürü teknolojide ihracat devleri yine ABD ve Batı Almanya oldu. (Bakınız: Plaza Anlaşması)

Çinliler Japonların yaptığı hataları yapmadan pandemiye kadar geldiler. Bu hikayeden büyük ders çıkardılar. ABD’liler defalarca parasını devalüe etmemesi ve bu yolla ihracatını yavaşlatması için defalarca girişimde bulunsa da Çinliler ordusuz Japonlara benzemediğinden muvaffak olamadılar. Ta ki pandemiye kadar…

Pandemi işleri değiştirdi. Çin özellikle GSYH’sinin %30’unu oluşturan (5 trilyon dolarlık) emlak piyasasından ciddi zarar gördüler. Çünkü dünyadaki diğer ülkelerin çoğundan farklı olarak var olmayan projelerin yani geleceğin kredilendirildiği bir gayrimenkul sistemine sahipler. Pandemi bu kar topu gibi büyüyen düzeni adeta atomlarına ayırdı. Üç senedir toparlayamıyorlar.

Üstüne bir de şimdi en büyük ticaret partnerinin başkanlık koltuğuna, Büyük Amerika hayalleri kuran ve gümrük vergileriyle tüm ticari düzeni alt üst etmeye hazırlanan bir aday var. Söz konusu ekonomi politikaları Çin ile başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerini de derinden etkileyecek durumda. Çünkü Avrupa ülkeleri için de Çin en önemli ihracat pazarı…Hali hazırda resesyon döneminin başlaması üzerine faiz indirimine başlayıp toparlanmaya çalışan Avrupa’yı çok sıkıntılı günler bekliyor.

Bugün faiz indirimi yapması beklenen ABD için de işlerin ne kadar zorlaşacağı seçimden sonra netleşecek. 30 trilyonu aşkın kamu borcunun finanse edilmesi için artık gelirleri yetmeyen ABD’de seçilecek başkana göre faiz indirimi süreci ciddi farklılık gösterebilir.

Faiz indirimleriyle piyasalara sihirli değnek ile dokunulacağını düşünenler çok ciddi şekilde yanılıyor. Daha önceki tüm faiz indirimi süreçlerini incelediğimizde karşımıza her defasında piyasaların 6-9 aylık problemli dönemler geçirdiğine dair net bir tablo çıkıyor. Yani henüz kara görünmediği gibi bu sürecin tam ortasında başkan değişikliği gibi son derece önemli bir gelişme bizi bekliyor.

Böylesine devasa bir açmazdan büyük bir sallantı yaşamadan piyasaların ve insanlığın feraha ermesinin pek mümkün olduğunu düşünmüyorum. Önümüzdeki birkaç yıllık periyotta tüm sistemi sıfırlayacak gelişmelerin ortaya çıkması muhtemel. Küreselcilerin her yıl Davos’ta gerçekleştirdikleri World Economic Forum toplantılarında sürekli dile getirdikleri Büyük Sıfırlama-The Great Reset bu meselenin ete kemiğe bürünmeden önceki ilk prototipi.

Böylesine büyük bir değişim için ihtiyaç olunan güçlü aksiyonlar neler olabilir diye düşündüğümüzde karşımıza iki ihtimal çıkıyor: Belki bir savaş belki de bir iç savaş… Başkanlık seçimi de bu zorlu sürecin başlangıç vuruşu olacak gibi duruyor…

Hayat Sahnesi


Bir tiyatro sahnesinde gözlerimizi açtığımızı hayal edelim mi? Perdeler yavaşça aralanıyor ve sahnede biz varız. Elimizde bir metin yok, rehberlik eden bir sahne ışığı da yok. Ama içten içe hissediyoruz ki bir rolümüz var; bu sahnede yapmamız gereken, oynamamız gereken bir karakter var. Bu büyük oyunun yönetmeni: Yaratıcımız. Her birimizin hayat dediğimiz bu sahnede üstlendiği bir görevi var.

Hayat, aslında baştan sona yazılmış bir senaryo gibidir. Fakat bu senaryoyu canlandırırken bize tanınan özgürlük, bize sunulan doğaçlama kabiliyeti, bu oyunu daha da zenginleştirir. Rolümüz önceden belirlenmiş olabilir, ama sahnedeki hareketlerimiz, tepkilerimiz, neyi nasıl yaşayacağımız, bizim elimizde. Yani biz, sadece önümüze konulan bir metni okumakla yetinmiyoruz; onu ruhumuzla şekillendiriyor, kendi yorumumuzu katıyoruz.

Zamanın akışını bir tiyatro perdesine benzetebiliriz demiştik. Her sahne, o perde açıldığında başlar ve bittiğinde kapanır. Hayatımızda da tıpkı sahneler gibi dönüm noktaları vardır. Bir gün çocukken açılan o perde, büyüdüğümüzde kapanır; bir başka perde, gençliğe açılır. Her perde, bir son gibi görünse de aslında bir başlangıçtır. Zamanın döngüsünde her son, yeni bir sahneye hazırlıktır. Hayatın sahneleri ardı ardına gelir, fakat hiçbir sahne diğerinin aynısı değildir.

Sahnede yalnız olmadığımızı da unutmamalıyız. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, bu hayatta da diğer oyuncularla etkileşim halindeyiz. Kimi zaman aynı sahneyi uzun süre paylaştığımız kişiler olur, kimi zaman ise kısa bir anlık temasla ayrıldığımız. Bu kişiler bazen hayatımıza yön verir, bazen sadece gelip geçerler. Fakat her birinin, bu büyük oyunun bütününde yeri vardır. Sahnedeki her karakterin, her jestin ve her repliğin bir anlamı olduğu gibi, hayatımızdaki her insanın ve her anın da bize kattığı bir şeyler muhakkak vardır.

Ancak en önemli kısmı, oyunu nasıl oynadığımızdır. Elimize verilmiş bir metin olabilir; bize belirli bir rol biçilmiş olabilir. Fakat bu rolü nasıl canlandıracağımız, bizim elimizdedir. Kimimiz içtenlikle oynar, tüm varlığıyla sahneye çıkar. Kimimiz ise bu oyunda sadece figüran kalmayı seçer. Hayat, içtenlikle oynadığımızda anlam kazanır. Sahnedeki doğaçlama, hayatın sürprizlerine verdiğimiz tepkiler, bize verilen rolü ne kadar samimi bir şekilde oynadığımızın göstergesidir.

Ve her tiyatro oyununun bir sonu olduğu gibi, bizim sahnemiz de bir gün kapanacak. Perdeler inecek, geriye alkışlar ya da sessizlik kalacak. İşte o an geldiğinde, geriye dönüp baktığımızda, bize verilen rolü en iyi şekilde oynayıp oynamadığımızı düşüneceğiz. Bu sahnenin yönetmeni, oyunun sonundaki değerlendirmeyi yapacak olan yaratıcıdır.

O halde, hayat sahnesinde elimizden gelenin en iyisini yaparak oynamalıyız. Aldığımız rolü samimiyetle, içtenlikle ve en anlamlı şekilde canlandırmalıyız ki sahnenin sonu yaklaştığında, alkışlar, rolümüzü hakkıyla oynadığımızda gelecektir.