27 Eylül 2024 Cuma

İnsanın gelişim sorunu

İnsan kendi veya diğer birinin gelişim seviyesini bilirse kendine ve diğerlerine daha faydalı olabilir. İnsanın gelişmişliği, maddi ve manevi unsurların bir bileşimi olarak değerlendirilir. Gelişim için bu yazıda daha çok bilişsel, bedensel ve ahlaki gelişim çerçevesinde bir değerlendirme yapılacaktır.

Akademisyen olarak başarılı bir eğitim-öğretim için öğrencinin (bunu karşılaştığınız bir kişi diye de düşünebilirsiniz) yeterliliğinin anlamak (seviyesini) için çaba sarfederim. Aslında bu yaklaşım -yukarda da belirttim- onların gelişim durumunu bilirsek daha faydalı olabiliriz düşüncesine dayanmaktadır.

Gelişim (İng. development; esk. inkişaf) kalıtımsal ve çevresel etkilerle, bireyin, beden yapısı, fizyolojik güç ve ruhsal özellikler bakımından düzenli biçimde büyümesi, gelişmesi ve olgunlaşması olarak tanımlanmaktadır. Gelişmek TDK Sözlükte ise ilerlemek, olgunlaşmak, genişlemek; inkişaf etmek şeklinde açıklanmıştır.

Biz ve diğer biri gelişmesini tamamlayarak olgunlaşmışmıdır?

Kişisel gelişim, bireylerin bedensel, ruhsal, zihinsel, ekonomik vb. alanlarda yetilerini geliştirmesi, potansiyelini artırması ve karşılaşabileceği problemlere çözüm üretebilmesidir.

İnsan hayatı birçok evrelere sahiptir. Bunlar sağlıklı/dengeli geçirilebilirse gelişmiş bir birey ve sonuçta toplum olunabilir. Birçok filozof, yazar, psikolog vs bu dönemlere dikkat çekmiştir. Bunlardan biri de William Shakespeare’dir (1564-1616).

Yedi Çağ

Shakespeare'in "Size Nasıl Geliyorsa" eserinden "İnsanın Yedi Çağı" şiirinde insanın hayatının dönemlerinin bir ayrımı vardır: “Bütün Dünya bir oyun sahnesi, bizler birer oyuncuyuz, /Bütün erkekler ve kadınlarsa sadece birer oyuncu; /Girerler ve çıkarlar; /Bir kişi birden çok rolü oynar, /Bu oyun, insanın yedi çağıdır.

Bu çağlar şu şekilde sıralanmıştır.

1-İlkin bebeklik, /Dadısının kollarında sesler çıkarır ve kusar;

2-Sonra mızmızlanan bir okul çocuğu, okul çantasıyla, /Yüzünde parıldayan sabahla, istemeyerek, /Salyangoz gibi okula sürünür.

3-Daha sonra aşık gelir, /İç çekerek sevgilisinin kaşlarına yazılmış acıklı bir şarkıyla.

4-Daha sonra bir asker, /Garip yeminlerle dolu ve leopara benzeyen sakalıyla, /Şeref düşkünü, savaşta hızlı ve apansız, /Topun ağzında bile /Şöhret hayalleri kuran.

5-Daha sonra adaletli, /Şişman göbeği leziz etlerle dolu, /Gözleri sert ve resmi kesilmiş sakalı, /Bilge atasözleri ve modern örneklerle dolu; /Böylece o da rolünü oynar.

6-Altıncı çağ ise /Sıska, ihtiyar bunaklık gelir, /Burnunda gözlük ve yanında kesesiyle; /Gençliğinden kalma çorabı engin bir dünyaya tanık olmuştur. /Bacakları çökmüş; ve büyük adam sesi /Tekrardan çocuksu sopranoya döner /Ve sesinde ıslıklar vardır.

7-Bu garip maceralı tarihi sona erdiren son sahne ise ikinci çocukluktur, sadece unutmaktır; dişsiz, gözsüz, tatsız, her şeysiz.

Aksama

İşler yolunda giderse insan bu evreleri yaşayabilir. Bazen işler yolunda gitmez ise bir dönem hızla geçer öbürü başlar veya bazen bir döneme takılıp kalır insan. Bu takılmalar patolojik boyut kazanabilir veya geri bırakır insanı. Bu yüzden gelişim aksaması (İng. faulty development, maldevelopment) ortaya çıkar. Alfred Adler'e göre, aşırı sevgi, esirgeme ya da bedensel engeller dolayısıyla beklenen gelişmenin aksamasıdır bu durum.

Üzülerek de olsa tüm bireylerin gelişmelerinin tüm evrelerini tamamladıklarını söylemek mümkün değildir. Sosyal medyada, iş hayatında biyolojik yaşını almış insanların durumunu gözlemledikçe toplum neden böyle sorusuna daha bilimsel bir cevap bulabiliyor insan: Gelişmemişlik.

Bazen çocuklukta kalmış yetişkin bedenliler, bazen ergen tavrı içinde yaşlılar vs vs ortada geziyor.

Bu konuya devam edeceğim…

Son söz: İnsan gelişme durumuna göre ya insan ya da biyolojik bir canlı olur.

Teknoloji ve güvenlik

 Ulusal Güvenlik kavramının yeni bir çocuğu daha oldu. Teknoloji Güvenliği…

Geçmişte can ve mal güvenliği, sınır güvenliği, yol güvenliği gibi kavramlar ile sınırlı olan güvenlik anlayışımıza son yıllarda Gıda güvenliği eklenmişti. Şimdi akla hayale gelmeyen alanlarda yeni güvenlik kavramları hayatımıza girmeye başladı. Manipülasyon ve dezenformasyon içerikli bilgi güvenliği ve haber güvenliği de bunlardan birisi. Yine buna benzer bir kavram olan algı operasyonları karşısında şuur veya bilinç güvenliği de artık konuşulmalı bence.

Elbette yazımızın konusu teknoloji güvenliği… çağ teknoloji çağı ve hepimiz artık neredeyse teknolojinin esiri olduk. telefonsuz, internetsiz, bilgisayarsız bir hayat düşünemez olduk. buna sosyal medya ve TV’leri de eklediğimizde aslında nasıl bir sanal kuşatmaya maruz kaldığımızı anlayabiliriz.

Son günlerde dünyanın en azılı ve en acımasız terör örgütü olan İsrail terör örgütünün icra ettiği teknolojik saldırılar şeytanı bile hayrete düşürdü. Çağrı cihazı kullanan Hizbullah mensubu 4 bin asker bir çağrı ile suikasta uğradı. Bir anda bir çağrı ile 4 bin patlama yaşandı. Ölen ve yaralananlar var. Cep telefonlarının kullanımının artık güvenli olmaktan çıkması ile kendilerince çözüm arayan Hizbullah yetkilileri çözümü çağrı cihazı ve telsizler aracılığı ile haberleşmede bulmuştu. Ancak bu cihazların siparişi ile birlikte harekete geçen İsrail terör örgütü mensubu şebekeler cihazların üretimi esnasında cihazlara 3 gramlık patlayıcılar yerleştirerek her cihazı bir bomba haline getirdi.

Telsizlerde de benzer uygulamalar söz konusu. Zira bu olayın ertesi günü bu defa telsizlerde patlatıldı.

Gelinen süreçte uzaktan kumanda edilebilen her teknolojik cihaz, sahibi için tehlikeli hale geldi. Bu bir paranoya değil bir vakıa artık. Siz kendi teknolojinizi kendiniz üretmiyorsanız, kendi yerli yazılımınızı kullanamıyorsanız tehlikedesiniz demektir.

Cep telefonlarının ilk kez çıktığı günlerde ASELSAN da 1997 yılında bir telefon çıkarmıştı. İlk yerli cep telefonumuzun adı da ASELSAN 1919 idi. Hatta bu telefon o günlerde diğer telefon markalarında olmayan birçok özelliğe de sahipti. Mesela diğer telefonlarda titreşim özelliği yoktu. Bizimkinde vardı. diğerleri hantal iken o diğerlerinden daha hafifti. Telefon dinlemelerini engelleyen özel bir teknolojiye sahipti. Telefon üretime geçti daha yurt dışına da ihraç edildi ama üretimi durduruldu. Zira telefon dağıtım şirketleri ASELSAN yerine Nokia telefonları pazarladılar. Yani bizimki destek göremedi. Niye mi? Ev danasından öküz olmaz da ondan. Sadece ondan mı? Elbette değil… Zira engellendi. Çünkü bize ne demişlerdi? “Siz yapamazsınız, size pahalıya gelir biz daha ucuza veririz.”

Bu zihniyet değil miydi uçak fabrikalarımızı kapattıran, yerli otomobillerimizin benzin depolarını doldurmadan görücüye çıkarttıran… İHA’ları yaptırmayan…

Şimdi artık bir silkinme dönemi yaşıyoruz. Mühendislerimiz harika işler çıkarıyor. Allah’a şükür artık garip intihar vakaları da duymuyoruz.

Bugün artık daha fazlasını yapmak zorunda olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Zira savaşlar meydanlarda yapılmıyor artık. Kılıç kalkanı geçtik topla tüfekle yapılan savaşlar da neredeyse tedavülden kalkacak.

Savaşın da bir kuralı, ahlakı, etiği vardı. Savaş meydanı, er meydanıydı. Ancak artık savaş meydanları kahpeliğin zirve yaptığı yerler haline geldi. Savunmasız sivil halk, çoluk, çocuk, yaşlı, kadın demeden öldürülüyor. Hastaneler, okullar, ibadethaneler, çadır kentler bile bombalanıyor.

Kendisini insan öldürmeye programlandırmış İsrail terör örgütü şeytanın bile aklına gelmeyecek metotları uyguluyor. Arkasında Amerika ve İngilizler ve diğer yardakçıları var. Yıllarca medeni diye bizlere yutturulan Avrupa yani Batı dünyası var. Gerçi İsrail küçük bir Amerika iken Amerika da büyük İsrail konumunda. İngilizler mi? Onlar da dünyadaki her kötülüğün anası durumunda… Dünyayı alttan alta karıştıran ama ortada gözükmeyen sinsi bir şeytan…

Bugün Gazze başta olmak üzere dünyanın neresinde bir zulüm, bir katliam varsa altında bu üçlüyü bulabilirsiniz.

İsrail teknolojik aletlerin içine sızarken yine en büyük destekçisi ABD… Yani İsrail’in fitilini ateşlediği her kurşunun imalatı ABD’ye ait. Bugün Gazze’de öldürülen her insanın vebali bu üçlünün üzerindedir.

Bizdeki Batı hayranları, kripto Siyonistler iftihar duyuyordur bu katliamlardan ve son saldırılardan. Bizler ise lanetliyoruz. Ancak biz daha çok çalışmalıyız. Cebimizde gönüllü taşıdığımız bombaların, casusların şerrinden emin olmak istiyorsak toplu iğneden başlayıp akla gelen her ne teknolojik ihtiyaç varsa hepsini yerli imkanlarla üretmeli ve onlara can veren yazılımları da yerli yazılımlarla donatmak zorundayız.

Buna mecburuz ve buna mahkumuz…

24 Eylül 2024 Salı


23.09.2024 tarihi itibariyle kurulu güç 114.090 MW oldu. Santral Sayısı: 31.438 adet oldu. 31 Temmuz ile 23 Eylül 2024 tarihleri arasında toplam 4.400 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 2.897 MW artış kaydedildi. Yılbaşından bu yana kurulu güç değeri 5.534 MW artış kaydedildi.

Hoşgörü sınırları

 

Hoşgörülü olmak, başkalarının düşüncelerine, inançlarına ve davranışlarına saygı göstermek, farklılıklara karşı anlayışlı ve kabul edici bir tutum sergilemektir.

Hoşgörülü insanlar, bakışları, duruşları, konuşmaları ile hemen belli olurlar toplumda. Önyargılarla yaşamazlar, karşılarındaki insanların düşüncelerine kıymet verirler.

Hoşgörüyü, toplumsal barış ve kişisel ilişkiler ve uyum sağlamak için de önemserler.

Bilirler ki hoşgörü; bireyler arasındaki çatışmaları, kavgaları, kin ve nefreti azaltır ve insanlar arasında daha güçlü bağlar kurulmasına yardımcı olur.

Bu erdemli insanlar birleştirici, yardımsever, fedakârdır.

Fakat bu erdemi taşıyan kişilere yanlış yapılması da olasıdır.

"Hoşgörülü kişiler; sahip oldukları tevazuları nedeniyle; ilim, bilgi, beceri ve daha nice konuda zirvede olsalar da; karşılarındaki kişilere aynı mesafe ve yükselikte dururlar.

Muhatap oldukları insanları kariyeri, bilgisi, konumu ile ezmek istemez. Meziyetlerini direkt açığa vurmaz. Yaşam içinde görülsün ister.

Hoşgörüsü yüksek olan bu erdemli ve samimi duruşu olan insanları farketmeyenler çok çabuk sıradanlık gömleği biçebilirler onlara.

Alçak gönüllülükle, hoşgörülü davrandığı, vasat insanlardan nasihat dinlemek zorunda da kalabilir maalesef.

Mütevazı, hoşgörülü insanlar ılımlı ve olumlu bir şekilde hayatlarına devam ederler. Kalpleri yumuşaktır.

Mühim meselelerden biridir ki; bu hasleti değer vermeyenler kötüye kullanmasın.

Yüreğimizdeki vefa, sevgi, kabullenme, hoşgörü; gözlerimizden ışık kıvılcımları olarak çıkıyorsa; yaratılmışa sevdamızdandır.

Ailede hoşgörü ise, aile efradının birbirlerine karşı anlayışlı, sabırlı ve saygılı olmasıdır. Bireylerin farklı düşünce, duygu ve alışkanlıklara sahip olabileceğini kabul etmek, ailenin huzuruna ve sağlıklı iletişimine vesile olur.

Bu erdemli insanlar birleştirici, yardımsever, fedakârdır.

Fakat bu erdemi taşıyan kişilere yanlış yapılması da olasıdır.

"Hoşgörülü kişiler; sahip oldukları tevazuları nedeniyle; ilim, bilgi, beceri ve daha nice konuda zirvede olsalar da; karşılarındaki kişilere aynı mesafe ve yükselikte dururlar.

Muhatap oldukları insanları kariyeri, bilgisi, konumu ile ezmek istemez. Meziyetlerini direkt açığa vurmaz. Yaşam içinde görülsün ister.

Hoşgörüsü yüksek olan bu erdemli ve samimi duruşu olan insanları farketmeyenler çok çabuk sıradanlık gömleği biçebilirler onlara.

Alçak gönüllülükle, hoşgörülü davrandığı, vasat insanlardan nasihat dinlemek zorunda da kalabilir maalesef.

Mütevazı, hoşgörülü insanlar ılımlı ve olumlu bir şekilde hayatlarına devam ederler. Kalpleri yumuşaktır.

Mühim meselelerden biridir ki; bu hasleti değer vermeyenler kötüye kullanmasın.

Yüreğimizdeki vefa, sevgi, kabullenme, hoşgörü; gözlerimizden ışık kıvılcımları olarak çıkıyorsa; yaratılmışa sevdamızdandır.

Ailede hoşgörü ise, aile efradının birbirlerine karşı anlayışlı, sabırlı ve saygılı olmasıdır. Bireylerin farklı düşünce, duygu ve alışkanlıklara sahip olabileceğini kabul etmek, ailenin huzuruna ve sağlıklı iletişimine vesile olur.

Hoşgörü, aile içinde zorluklar karşısında desteği beraberinde getirir. Farklılıklarla yaşamayı mümkün kılar.

Hoşgörünün aile içinde gelişmesi için bazı şartlar vardır.

Doğru bir iletişim, yanlış anlaşılmaların önüne geçer.

Hemhal olabilmek, empati kurmak. Karşı tarafın bakış açısını anlayarak onun yerine kendini koymak, anlayış sahibi olmamızı sağlar.

Her bireyin gelişim hızı ve potansiyeline fırsat tanımak önemlidir. Sabırla bu durumu takip edebilmek.

Saygı ve güvenle aile zeminini oluşturarak, hoşgörünün özgün ve özgür gelişime temel atmasını sağlamak çok önemlidir.

Bu saydıklarımız, aile içindeki bağları kuvvetlendirir ve daha huzurlu bir yaşam ortamı sağlar.

Kali'temiz;

Bize kalan vefa, sevgi, sadakat, hoşgörü ve saygıyla görünür olur /temizce...

İnsanların bazı hatalarına karşı affedici olduğumuzda da kendimizi yükten kurtarıp iyilik etmiş oluruz.

Hoşgörü ruha serilen kuş tüyü yatak gibidir....

23 Eylül 2024 Pazartesi

Enflasyonla Mücadele Ederken…


Türkiye ekonomisi, son dönemde enflasyonla mücadele ve para politikası kararlarıyla yön bulurken, bir yandan da istihdam ve sanayi verilerinde toparlanma sinyalleri veriyor. Para Politikası Kurulu’nun politika faizini yüzde 50’de sabit tutma kararı, enflasyonla mücadelede kararlı duruşunu sürdürdüğünü gösteriyor. Peki, bu kararlar ve ekonomideki son veriler bize ne anlatıyor?

Enflasyonla Mücadele: Zor Ama Gerekli Bir Yol

Ağustos ayı enflasyon verilerine baktığımızda, yıllık TÜFE %51,97 seviyesinde. Bu oran, Türkiye ekonomisinin halen enflasyonist baskı altında olduğunu gösteriyor. Enflasyonun kontrol altına alınması kolay olmayacak, ancak Para Politikası Kurulu’nun sıkı para politikasını sürdürme kararı bu noktada kritik bir adım. Yurt içi talepteki yavaşlama ve Türk Lirası’nın reel değer kazanımı, enflasyonun ana eğilimini aşağı çekmeye başlamış durumda. Ancak, henüz istenilen seviyeye ulaşıldığını söylemek zor.

Özellikle hizmet sektöründeki enflasyonun yılın son çeyreğinde iyileşmesi bekleniyor. Bu da, önümüzdeki aylarda fiyatlarda bir rahatlama olabileceği anlamına geliyor. Ancak enflasyon beklentilerinin hâlâ risk unsuru olduğunu unutmamak gerek. Piyasalarda fiyatlama davranışları, bu beklentilere göre şekillendiği için enflasyonu kalıcı olarak aşağı çekmek için uzun vadeli, sabırlı bir politika gerekiyor.

İstihdamda Umut Verici Sinyaller

Temmuz ayı istihdam verileri ekonominin başka bir yüzünü ortaya koyuyor. İşsiz sayısı 112 bin kişi azalmış ve işsizlik oranı %8,8’e gerilemiş durumda. Bu, ekonominin yavaş yavaş toparlandığının önemli bir göstergesi. Sanayi ve hizmet sektörlerindeki toparlanma, istihdamı olumlu yönde etkiliyor. Özellikle genç nüfusta işsizlik oranındaki düşüş dikkat çekici. Genç işgücünün ekonomiye entegrasyonu, orta ve uzun vadede büyüme açısından büyük önem taşıyor.

Ancak işgücüne katılım oranı hâlâ istenilen seviyelerde değil. Ekonomide genişleme sinyalleri alırken, işgücünün daha fazla insanı kapsaması, daha güçlü ve sürdürülebilir bir toparlanma anlamına gelir.

Sanayi ve Ticaret: Toparlanma Yavaş Ama Kararlı

Sanayi üretimi verilerine baktığımızda yıllık bazda %3,9’luk bir daralma söz konusu. Ancak aylık bazda %0,4’lük bir artış var. Yani, sanayi sektörü zorlu bir dönemden geçiyor olsa da toparlanma sinyalleri veriyor. Ticaret sektöründe ise tablo biraz daha karmaşık. Yıllık bazda ticaret satış hacmi azalmış olsa da, perakende sektöründe %5,4’lük bir artış söz konusu. Bu da iç tüketimin hala canlı olduğunu gösteriyor.

İnşaat sektöründeki toparlanma ise dikkat çekici. Yıllık ciro artışı %58,8 seviyesinde. Bu, inşaat sektörünün ekonomiye ciddi bir katkı sağladığını ortaya koyuyor. Türkiye, inşaat odaklı büyüme modeline sıkça başvurduğu için bu veriler çok şaşırtıcı değil. Ancak sürdürülebilir bir büyüme için diğer sektörlerde de benzer performanslar görmek gerekiyor.

Konut Piyasası: Yatırımcılar Dönüşümlere Ayak Uyduruyor

Ağustos ayında konut satışlarındaki %9,9’luk artış, iç piyasalarda konut talebinin güçlü kalmaya devam ettiğini gösteriyor. Ancak ipotekli konut satışlarında düşüş var. Bu da, tüketicilerin farklı finansman yöntemlerine yöneldiğinin bir işareti. İlk el konut satışlarındaki %18,7’lik artış ise inşaat sektöründeki canlanmayı doğruluyor. Yeni projelere olan talep, ekonominin inşaat ayağının hala güçlü olduğunu ortaya koyuyor.

Ancak yabancılara yapılan konut satışlarındaki %26,2’lik düşüş, dikkat çekici bir başka veri. Yabancı yatırımcıların Türkiye konut piyasasına ilgisi azalıyor. Bu durum, döviz girişini olumsuz etkileyebilir. Yabancı yatırımcılar için Türkiye’nin cazibesini artıracak politikaların devreye sokulması gerekiyor.

Sonuç: Zorluklar ve Fırsatlar Yan Yana

Türkiye ekonomisi bir yandan enflasyonla mücadele ederken, diğer yandan sanayi ve istihdamda toparlanma sinyalleri veriyor. Ancak bu toparlanma, istenilen hızda değil. Para Politikası Kurulu’nun sıkı duruşu, enflasyonla mücadelede doğru bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak sanayi üretimindeki yıllık daralma, ticaret hacmindeki düşüşler ve yabancı yatırımlardaki azalma, ekonominin halen ciddi risklerle karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

Önümüzdeki süreçte ekonomiyi dengede tutmak için, sanayi üretimini canlandıracak ve yurtdışı yatırımları çekecek adımlar atılması gerekecek. Bu dengelerin sağlanması, Türkiye’nin uzun vadede sürdürülebilir bir büyüme yakalaması açısından kritik önemde. 

18 Eylül 2024 Çarşamba

Başkanlık seçimlerinden büyük sıfırlamaya

 

Piyasaların geleceği ve tüm ülkelerin ekonomi politikaları açısından yaklaşan ABD seçimlerinin önemi her geçen gün artmaya devam ediyor. Bir tarafta klasik ılıman küreselci politikalarına devam etmek isteyen demokratlar, diğer tarafta bu politikaların başta ABD ekonomisi olmak üzere tüm dünyayı perişan ettiğini savunan cumhuriyetçiler. Üstelik başlarında ABD tarihinin en ilginç ve kontrol edilemez eski başkanı…

İthalat vergilerini Çin için atom bombasına çevirmeyi, FED’i sıkıştırıp bunaltmayı, küresel elitlerin canını alabildiğine sıkmayı planlayan Trump’ın yol haritasıyla ile Harris’in takibi sürdürmeye niyetli olduğu güzergâh hiç ama hiç birbirine benzemiyor.

Şartlar böylesine derin yol ayrımlarının var olduğu bir seçime göre gelişecek olduğundan da piyasalar haftalardır bir türlü istikrarlı bir rota tutturmayı başaramıyor. Seçim yaklaştıkça savrulmaların artma ihtimali de oldukça yüksek…

ABD seçimleri hem Avrupa’nın hem de Çin’in çok yüksek derecede kaderini etkileyecek. Adım adım deflasyona sürüklenen bir Çin tablosuyla karşı karşıyayız. İhracat canavarı bir ülkenin deflasyona sürüklendiğinde neler olduğunu daha önce Japonya sayesinde tecrübe ettik.

Seksenli yıllarda ABD’yi kendi ürünleri açısından adeta açık pazara dönüştürüp parasını sürekli halde devalüe ederek ihracat canavarına dönüşen Japonların hazin sonlu hikayesini hatırlayalım. 1985 yılında ABD ve diğer Batı’nın ihracatçı ülkeleri, devasa ihracatıyla rezerv para doların kullanım yoğunluğunu azaltan ve ABD ekonomisini ithalata bağımlı hale getiren ordusuz Japonya’nın boğazına basıp bu düzenin köküne dinamit koyacak olan “parasını devalüe edememe anlaşmasının” altına imza atmasını sağladılar. Parasını devalüe edemeyen bir ülkenin ihracatını rakiplerine karşı artırması artık mümkün olmayacağından teknoloji devi Japonların kısa sürede nefesi kesildi ve o günlerde Çin’in de henüz hazırlık liginde olmasından ötürü teknolojide ihracat devleri yine ABD ve Batı Almanya oldu. (Bakınız: Plaza Anlaşması)

Çinliler Japonların yaptığı hataları yapmadan pandemiye kadar geldiler. Bu hikayeden büyük ders çıkardılar. ABD’liler defalarca parasını devalüe etmemesi ve bu yolla ihracatını yavaşlatması için defalarca girişimde bulunsa da Çinliler ordusuz Japonlara benzemediğinden muvaffak olamadılar. Ta ki pandemiye kadar…

Pandemi işleri değiştirdi. Çin özellikle GSYH’sinin %30’unu oluşturan (5 trilyon dolarlık) emlak piyasasından ciddi zarar gördüler. Çünkü dünyadaki diğer ülkelerin çoğundan farklı olarak var olmayan projelerin yani geleceğin kredilendirildiği bir gayrimenkul sistemine sahipler. Pandemi bu kar topu gibi büyüyen düzeni adeta atomlarına ayırdı. Üç senedir toparlayamıyorlar.

Üstüne bir de şimdi en büyük ticaret partnerinin başkanlık koltuğuna, Büyük Amerika hayalleri kuran ve gümrük vergileriyle tüm ticari düzeni alt üst etmeye hazırlanan bir aday var. Söz konusu ekonomi politikaları Çin ile başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerini de derinden etkileyecek durumda. Çünkü Avrupa ülkeleri için de Çin en önemli ihracat pazarı…Hali hazırda resesyon döneminin başlaması üzerine faiz indirimine başlayıp toparlanmaya çalışan Avrupa’yı çok sıkıntılı günler bekliyor.

Bugün faiz indirimi yapması beklenen ABD için de işlerin ne kadar zorlaşacağı seçimden sonra netleşecek. 30 trilyonu aşkın kamu borcunun finanse edilmesi için artık gelirleri yetmeyen ABD’de seçilecek başkana göre faiz indirimi süreci ciddi farklılık gösterebilir.

Faiz indirimleriyle piyasalara sihirli değnek ile dokunulacağını düşünenler çok ciddi şekilde yanılıyor. Daha önceki tüm faiz indirimi süreçlerini incelediğimizde karşımıza her defasında piyasaların 6-9 aylık problemli dönemler geçirdiğine dair net bir tablo çıkıyor. Yani henüz kara görünmediği gibi bu sürecin tam ortasında başkan değişikliği gibi son derece önemli bir gelişme bizi bekliyor.

Böylesine devasa bir açmazdan büyük bir sallantı yaşamadan piyasaların ve insanlığın feraha ermesinin pek mümkün olduğunu düşünmüyorum. Önümüzdeki birkaç yıllık periyotta tüm sistemi sıfırlayacak gelişmelerin ortaya çıkması muhtemel. Küreselcilerin her yıl Davos’ta gerçekleştirdikleri World Economic Forum toplantılarında sürekli dile getirdikleri Büyük Sıfırlama-The Great Reset bu meselenin ete kemiğe bürünmeden önceki ilk prototipi.

Böylesine büyük bir değişim için ihtiyaç olunan güçlü aksiyonlar neler olabilir diye düşündüğümüzde karşımıza iki ihtimal çıkıyor: Belki bir savaş belki de bir iç savaş… Başkanlık seçimi de bu zorlu sürecin başlangıç vuruşu olacak gibi duruyor…

Hayat Sahnesi


Bir tiyatro sahnesinde gözlerimizi açtığımızı hayal edelim mi? Perdeler yavaşça aralanıyor ve sahnede biz varız. Elimizde bir metin yok, rehberlik eden bir sahne ışığı da yok. Ama içten içe hissediyoruz ki bir rolümüz var; bu sahnede yapmamız gereken, oynamamız gereken bir karakter var. Bu büyük oyunun yönetmeni: Yaratıcımız. Her birimizin hayat dediğimiz bu sahnede üstlendiği bir görevi var.

Hayat, aslında baştan sona yazılmış bir senaryo gibidir. Fakat bu senaryoyu canlandırırken bize tanınan özgürlük, bize sunulan doğaçlama kabiliyeti, bu oyunu daha da zenginleştirir. Rolümüz önceden belirlenmiş olabilir, ama sahnedeki hareketlerimiz, tepkilerimiz, neyi nasıl yaşayacağımız, bizim elimizde. Yani biz, sadece önümüze konulan bir metni okumakla yetinmiyoruz; onu ruhumuzla şekillendiriyor, kendi yorumumuzu katıyoruz.

Zamanın akışını bir tiyatro perdesine benzetebiliriz demiştik. Her sahne, o perde açıldığında başlar ve bittiğinde kapanır. Hayatımızda da tıpkı sahneler gibi dönüm noktaları vardır. Bir gün çocukken açılan o perde, büyüdüğümüzde kapanır; bir başka perde, gençliğe açılır. Her perde, bir son gibi görünse de aslında bir başlangıçtır. Zamanın döngüsünde her son, yeni bir sahneye hazırlıktır. Hayatın sahneleri ardı ardına gelir, fakat hiçbir sahne diğerinin aynısı değildir.

Sahnede yalnız olmadığımızı da unutmamalıyız. Tıpkı tiyatroda olduğu gibi, bu hayatta da diğer oyuncularla etkileşim halindeyiz. Kimi zaman aynı sahneyi uzun süre paylaştığımız kişiler olur, kimi zaman ise kısa bir anlık temasla ayrıldığımız. Bu kişiler bazen hayatımıza yön verir, bazen sadece gelip geçerler. Fakat her birinin, bu büyük oyunun bütününde yeri vardır. Sahnedeki her karakterin, her jestin ve her repliğin bir anlamı olduğu gibi, hayatımızdaki her insanın ve her anın da bize kattığı bir şeyler muhakkak vardır.

Ancak en önemli kısmı, oyunu nasıl oynadığımızdır. Elimize verilmiş bir metin olabilir; bize belirli bir rol biçilmiş olabilir. Fakat bu rolü nasıl canlandıracağımız, bizim elimizdedir. Kimimiz içtenlikle oynar, tüm varlığıyla sahneye çıkar. Kimimiz ise bu oyunda sadece figüran kalmayı seçer. Hayat, içtenlikle oynadığımızda anlam kazanır. Sahnedeki doğaçlama, hayatın sürprizlerine verdiğimiz tepkiler, bize verilen rolü ne kadar samimi bir şekilde oynadığımızın göstergesidir.

Ve her tiyatro oyununun bir sonu olduğu gibi, bizim sahnemiz de bir gün kapanacak. Perdeler inecek, geriye alkışlar ya da sessizlik kalacak. İşte o an geldiğinde, geriye dönüp baktığımızda, bize verilen rolü en iyi şekilde oynayıp oynamadığımızı düşüneceğiz. Bu sahnenin yönetmeni, oyunun sonundaki değerlendirmeyi yapacak olan yaratıcıdır.

O halde, hayat sahnesinde elimizden gelenin en iyisini yaparak oynamalıyız. Aldığımız rolü samimiyetle, içtenlikle ve en anlamlı şekilde canlandırmalıyız ki sahnenin sonu yaklaştığında, alkışlar, rolümüzü hakkıyla oynadığımızda gelecektir.

BOTAŞ ile TotalEnergies arasında yıllık 16 milyar metreküplük sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) anlaşması ABD'de imzalandı. Anlaşma 2027 yılında devreye girecek ve 10 yıl süreyle geçerli olacak.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, BOTAŞ ile TotalEnergies arasında yapılan uzun vadeli anlaşma çerçevesinde, önümüzdeki 10 yıl boyunca toplam 16 milyar metreküp sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) tedarik edileceğini duyurdu.

BOTAŞ ile TotalEnergies arasındaki LNG anlaşmasının imza töreni, ABD'nin Texas eyaletinin Houston şehrinde düzenlenen Gastech 2024 enerji forumunda yapıldı.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, burada yaptığı açıklamada, Türkiye'nin enerjide ithalata bağımlı bir ülke olarak piyasalardaki dalgalanmalara karşı korunması gerektiğini vurguladı. Bu kapsamda enerji kaynaklarını çeşitlendirmeyi, stratejik bir öncelik olarak değerlendirdiklerini belirtti.

Bayraktar, doğalgaz ve diğer enerji kaynaklarının farklı tedarikçilerden sağlanmasının, uzun yıllardır sürdürdükleri altyapı yatırımlarının ana hedeflerinden biri olduğunu ifade etti.

16 milyar metreküplük bir anlaşmaya varıldı

Bayraktar, gazı sadece boru hatlarıyla değil, aynı zamanda gemilerle LNG olarak tedarik etme hedefiyle yola çıktıklarına değinerek, "Bu anlamda yaptığımız yatırımlarla bugün Türkiye'deki yıllık olarak kullandığımız gaz ihtiyacının rahatlıkla yarısını sıvılaştırılmış şekilde alabilecek hale geldik." diye konuştu.

Daha önce spot olarak yapılan LNG alımlarının anlaşmalarla uzun döneme yayıldığına işaret eden Bayraktar, "TotalEnergies ile yaptığımız anlaşma 10 yılı kapsıyor. 2027 yılından başlamak suretiyle 10 yıl boyunca her yıl yaklaşık 1,6 milyar metreküp 16 kargoluk LNG'nin Türkiye'ye teslimini içeriyor. Dolayısıyla aslında 16 milyar metreküplük bir anlaşma" bilgilerini paylaştı.

17 Eylül 2024 Salı

Osmanlılarda Toplu Taşıma Kuralları

6 Aralık 1909 tarihinde kabul edilen “Dersaâdet Otobüs ve Omnibüs Osmanlı Anonim Şirketi Şartnâmesi” şu maddelerden ibâretti:

- Otomobil, otobüs, omnibüs ve emsâlinin modeli, taşıyacağı yolcuların miktarı belediyenin izniyle olacaktır.
- Arabaların miktarı belediye tarafından tâyin ve gazetelerle ilân edileceği gibi, numaraları üstlerine yazılacaktır.
- Sırf kadınlar için ayrı olarak kâfi miktarda arabalar bulunacaktır.
- Sokaklarda beklemek yasak olup her yerde dâire mârifetiyle gösterilen yerlerde (duraklarda) bir müddet durabileceklerdir.
- Bilâ-mezuniyet arabaların tatili sebebiyle ahâlinin bîzâr edilmesine meydan verilmeyecektir ve târifeden fazla ücret alınmayacaktır. Eşya nakliyesi için ayrıca târife yapılacaktır.
- Geceleri yolculardan fazla ücret talep olunmayacaktır.
- Köprülerden geçmek için her arabadan köprü ücreti alınacaktır.
- Askerlerden yarı ücret alınıp, belediye çavuşları vazîfede ücretsiz binecektir.
- Arabaların gerek temizleme ve gerek metanetine ve gerek trenlerin yolunda hareket eylemelerine, zayıf ve sakat atlar koşulmamasına dikkat olunacak. Şehir içinde buharlı her nev’i arabaların sürati normal süratten fazla olmayacaktır.
- Makinistler ve arabacılar ehliyetli olacağı gibi, güzel ahlâklarına dâir belediyenin tasdiki olacaktır.

Kaynak: Türkiye Gazetesi Takvimi 

16 Eylül 2024 Pazartesi

Ahlaki çöküşün faturası: Masum canlar

 

Ahlaki çöküşün derinleşen izleri, Narin cinayeti ve sıla bebek istismarı başta olmak üzere son dönemde ülkemizde yaşanan dehşet verici olaylar, toplumun ahlaki olarak ne kadar büyük bir çöküş içinde olduğunu acı bir şekilde ortaya koyuyor.

Tekirdağ’da henüz iki yaşındaki Sıla bebeğin üvey babası ve komşuları tarafından maruz kaldığı cinsel istismar ve ardından hayatını kaybetmesi, hepimizi derinden sarsan bir trajedi oldu. Aynı şekilde Narin adlı çocuğun katledilmesi, toplumun içinde bulunduğu karanlığın bir diğer yüzüdür. Bu olaylar, toplumsal vicdanın kaybolduğunu ve insanlığımızın en temel değerlerinden uzaklaştığımızı göstermektedir.

Bu ahlaki çöküşün en büyük sebeplerinden biri, dini ve manevi değerlerin körelmesi ve toplumsal yaşamdan silinmesidir. Din, bireyin ve toplumun vicdanını şekillendiren, iyiliğe yönlendiren bir rehberdir. Ancak günümüzde bu değerler zayıflamış ve yerini maddi hırslar, bireysel çıkarlar almıştır. Toplumun maneviyata dayanan hassasiyetleri körelmiş, sorumluluk duygusu zayıflamıştır. Aileler de bu manevi eksiklikten büyük bir darbe almış, içindeki bağlar zayıflamış, bireyler sorumluluklarından uzaklaşmıştır.

Sıla bebeğin annesinin bu vahşete sessiz kalması, toplumdaki manevi boşluğun ve ahlaki erozyonun ne kadar derinleştiğini gözler önüne seriyor. Artık aile, çocuğun güvenliğini sağlayan bir yapıdan uzaklaşmış; empati, merhamet ve vicdan değerleri yitirilmiştir. Bu tür olaylar, manevi boşluk içinde savrulan bireylerin yol açtığı trajik sonuçlardır.

Bu ahlaki dejenerasyonun birkaç temel sebebi vardır:

1. Dini ve Manevi Değerlerin Zayıflaması: Manevi değerler, toplumun ahlaki yapısını ayakta tutan en önemli faktörlerdir. Ancak modern dünyada bu değerler zayıflamış , yerini bencillik ve çıkarcılık almıştır. Yeni nesile ezber ettirilen “bu benim hayatım kimse karışmaz” özgürlük ve bireysel mottosu

2. Aile Yapısının Çözülmesi:

Aile, toplumun temelidir ve manevi değerlerle güçlendirilmesi gerekir. Ancak günümüzde aile yapısı zayıflamış, aile içindeki bağlar kopmuştur. Çocuklar, bu eksiklikten dolayı korunaksız hale gelmiştir.Çocuklar tabletlere veya ekranlara emanet durumdalar.

3. Merhamet ve Empati Eksikliği:

Maneviyatın zayıflaması, insanların bencil ve duyarsız hale gelmesine neden olmuştur. Çocuklara yönelik işlenen bu tür vahşetler, toplumun merhamet ve empati duygusunu kaybettiğini göstermektedir.

Bu ahlaki çöküşü durdurmanın tek yolu, topluma manevi değerleri yeniden kazandırmaktır.

Maneviyat, bireyi kötülükten uzaklaştıran ve iyiliğe yönlendiren bir rehberdir. Aile yapısı, manevi değerler ve sorumluluk bilinci üzerine yeniden inşa edilmelidir. Aileler, toplumu oluşturan temel yapılar olarak güçlendirilmeli, çocuklar korunmalı ve ahlaki eğitim ön planda tutulmalıdır. Din ve maneviyat, yalnızca bireysel ibadetlerle sınırlı kalmamalı; toplumsal yaşamın her alanında vicdan, merhamet ve sorumluluk bilinciyle uygulanmalıdır.

Toplum, manevi değerlerine geri dönmezse, bu tür trajedilerin sonu gelmeyecektir. Ancak empati, vicdan ve sorumluluk bilinciyle hareket eden bir toplum, gelecekte bu tür olayları engelleyebilir. İnsan olmanın temelinde bu değerler yer alır ve bunları kaybettiğimizde hem insanlığımızı hem de geleceğimizi kaybederiz.

15 Eylül 2024 Pazar

Herkesin dilinde, herkesin gündeminde bir dava, bir tahkikat: Narin Güran. Mevzum Narin Güran cinayeti değil medyamızın ve toplumumuzun yaklaşımı üzerine aslında. Kimimiz kahraman savcı, kimimiz usta bir hâkim kesildik. Olayı dört başı mamur çözdüğümüzü düşünüyor, her sabah ekran karşısında ahkâm kesiyoruz. Bir dosyanın kapağı aralanır aralanmaz, deliller sosyal medyanın dört bir yanına saçılıyor, tutanaklar manşetlerde çalkalanıyor. Sanki bu olay hepimizin gözleri önünde çözüme kavuşacak, sanki topluca bir dava filmi izliyor gibiyiz. Oysa, neyi izlediğimizin farkında değiliz.

Medya reyting uğruna önümüze her gün yeni bir kırıntı atıyor. Sabahın köründe kriminal uzmanlar, eski emniyet müdürleri, kendini bu işe adamış gazeteciler; ekranlarda boy gösteriyor. Öğlen tekrar ediyorlar söylediklerini, akşam haberlerinde ise manşet oluyor söyledikleri. Haber siteleri her detayı evirip çevirip farklı başlıklarla servis ediyor. Google News’te karşımıza çıkan haberler, her seferinde yeni bir suçlu ya da kurban yaratıyor. Ama asıl sorun burada başlıyor; medya etiği çiğnenirken, soruşturmanın temelleri de yıkılıyor.

Delillerin üstünde tepinmek, alenen konuşmak, tahkikatın gidişatını zehirliyor. Peki, kimse düşünmüyor mu? Bir soruşturmada hangi delil karartılırsa, işin içinden çıkılamaz? Herhangi bir hata, dava sürecini nasıl çıkmaza sokar? Bu detaylar artık herkesin önünde tartışılıyor, hassas bilgiler ulu orta paylaşılıyor. Olayların en ince ayrıntısına kadar ifşa edilmesi, hem soruşturmayı riske atıyor hem de toplumu derin bir paranoya ve güvensizliğe sürüklüyor.

Bu noktada durup düşünmeliyiz: Tahkikat toplumun gözleri önünde yürütülmesi gereken bir süreç midir? Herkesin, her şeyi bilmesi bu süreci daha şeffaf mı yapar, yoksa kaosa mı sürükler? Kriminal vakaların detayları gündelik tartışma konusu haline geldiğinde, toplumsal ruh sağlığı ne hale gelir? Bu soruları çoğaltmamız çok kolay.

Medyanın, kendisine biçilen görev ile sorumluluk arasında denge kurması gerekir. Haberin, bilgi vermekle sınırlı kalmayıp toplumu şekillendiren bir güç olduğunu unutmamalı. Oysa günümüzde, medya aracılığıyla şekillendirilen bu güç, toplumun psikolojik yapısını zayıflatıyor. İnsanlar, izledikleri haberlerden sonra adeta birer dedektif gibi olayları çözmeye çalışıyor. Ama gerçekte, medyanın gösterdiği sadece bir film, bir yanılsama. Soruşturmanın derinlikleri, medyanın parıltılı yüzeyinde kaybolup gidiyor.

Gerçek adalet, topluca tartışılan bir olayın sosyal medya gündeminde değil, soğukkanlı bir şekilde yürütülen adil bir süreçte bulunur. Herkesin gözleri önünde yürütülen bir dava, sonunda bir trajediye dönüşebilir. Çünkü bilgi güçtür; ama bu gücü kullanırken dikkatli olmazsak, kontrolü kaybetmemiz an meselesi. Her detayı bilmeye çalışmak, olayların perde arkasındaki gerçekleri unutmamıza neden oluyor.

Toplum olarak yaşadığımız bu durumu sadece bir davanın öznesi olarak değil, genel bir problem olarak görmek zorundayız. Tahkikatın toplum önünde yürütülmesi, her bireyin bir savcı ya da hâkim rolüne bürünmesine neden oluyor. Fakat unutmayalım, gerçek adalet sabır ve titizlikle inşa edilir; reyting kaygısıyla değil, dikkatli ve gizli bir süreçle sağlanır.

Sorulması gereken soru şu: Biz adaleti mi istiyoruz, yoksa medyanın sunduğu illüzyonun bir parçası olmayı mı seçiyoruz? Medya reyting uğruna adalet mekanizmasını zora sokmaya devam mı edecek? Bu konuda devletin yaptırımı ne olacak, yayın yasağından gizlilik ilkesine alınan tedbirlerin yetersizliğine nasıl çözüm bulunacak?

Beşeri sermaye, insanların bilgi, beceri ve diğer ekonomik faaliyetleriyle ilgili olarak önemli niteliklerin toplamı olarak değerlendirilmektedir. Ülkelerin ekonomik güçlerini fiziki sermayelerinin yanında beşeri sermaye varlıkları da oluşturmaktadır. Fiziki ve beşeri sermayenin birbirlerine uygun bir şekilde ortak bir noktada buluşmaları ülkelerin ekonomik gelişimlerini de önemli derecede artırmaktadır. Ülkelerin ekonomik gelişme unsurlarına fiziki sermaye etkisi, beşeri sermaye varlıklarının niteliksel kalitesinden geçmektedir. Beşeri sermaye varlığı doğrudan ve dolaylı olarak tüm alanları etkilemektedir. Beşeri sermaye varlığının temelini oluşturan genç nüfus oranı fazla olan ülkeler de iş gücüne mesleki eğitim yoluyla nitelik kazandırılarak ekonomik büyümeye katkı vermesi beklenmektedir.

Türkiye'de insan gücünü oluşturan genç nüfus oranın fazlalığı en önemli zenginlik kaynakları arasındadır. İnsan gücünün genç yaşta nitelikli mesleki eğitim alması ülke kaynaklarının verimli kullanılması ve kalkınma seviyelerinin artışına da önemli katkı sağlamaktadır. Mesleki eğitimin genç yaşta alınması Türkiye'de beşeri sermaye varlığına yapılan yatırımların etkinliğini de artırmaktadır. Bu alana yönelik Türkiye'de hazırlanan tüm kalkınma planlarında eğitim kalkınmanın en önemli unsuru olarak kabul edilmektedir. Kalkınma planlarında özellikle beşeri sermaye varlığına fayda sağlayacak nitelikli iş gücü yetiştirme konusu öncelikli çalışma alanı olarak değerlendirilmektedir.

Son yıllarda Türkiye’de lise seviyesinde niteliksel ve niceliksel yatırımlarla birlikte mesleki eğitim önemli derecede ivme kazanmıştır. Bu sayede mesleki eğitim programları yaygınlaşmış ve bu programlara talep de artmıştır. Mesleki eğitim kurumlarında insanların mesleki beceri ve yeteneklerinin geliştirilmesi, iç piyasada iş gücü verimliliğini arttırıcı bir etki yapmıştır. İşgücü verimliliğinin artışı da beşeri sermaye varlığının artışına önemli katkı vermektedir. Bu noktadan hareketle Türkiye'de beşeri sermaye varlığına katkı sağlayan özellikle erken yaşlarda alınacak mesleki eğitimin önemi ortaya çıkmıştır. Mesleki eğitimin daha alt yaş gruplarında verilmesi Türkiye’de uzun vadede mesleki işgücüne önemli katkı sağlayacaktır. İşgücünün artışı, üretimi etkileyerek fiziksel sermayenin de artmasını sağlayacaktır. Fiziksel sermaye açısından güçlü bir Türkiye’de dünya önemli bir ekonomik güç haline gelecektir.

    Ülkelerin kalkınma seviyelerini önemli derecede etkileyen eğitim, tüm dünya ülkeleri için stratejik bir öneme sahiptir. Kalkınma da amaç toplumda eşit gelir dağılımı, insanların hayat standartlarının yükselmesi ve sağlıklı bir yaşam sürmelerinde devamlılıklarının sağlanmasıdır. Kalkınma politikaları uzun vadede eğitime yapılan niceliksel ve niteliksel yatırımlarla etkisini göstermektedir. Kalkınma ve eğitim arasındaki önemli ilişki, tüm dünya ülkelerinin kalkınma seviyelerini artırabilecek eğitimin hangi nitelik de olması gerektiği konusuna odaklanmalarını sağlamıştır. Bu nedenle kalkınma politikalarını etkileyecek eğitimin niteliği, insanların belli bilgi ve becerileri öğrenmeleriyle birlikte ülkelerin beşeri sermaye varlığına uygun olmalarıyla da ilişkilidir.

Ekonomide durgunluk sinyalleri

Türkiye ekonomisinde son haftalarda dikkat çeken gelişmeler, ekonomi yönetimi açısından karmaşık bir tablo ortaya koyuyor. Hem olumlu hem de olumsuz sinyallerin bir arada olduğu bu süreçte, bankacılık sektöründen enflasyona, ihracat rakamlarından güven endekslerine kadar birçok başlık, gözlerin yeniden ekonomiye çevrilmesine neden oldu.

Geçtiğimiz haftaya kıyasla en dikkat çekici gelişme, Merkez Bankası rezervlerindeki artış oldu. 30 Ağustos itibarıyla 156,7 milyar TL seviyesinde olan toplam rezervler, 6 Eylül’de 166,4 milyar TL’ye yükseldi. Elbette, bu artış finansal istikrar açısından pozitif bir sinyal. Fakat soru şu: Bu artış, sürdürülebilir mi? Zira geçmişte benzer iyileşmelerin hızla geri döndüğüne şahit olduk. Rezervlerdeki artış, kısa vadeli dış borç ödemeleri ve döviz kuru dalgalanmaları karşısında bir tampon görevi görebilir, ancak rezervleri uzun vadede güçlendirmek için daha geniş çaplı yapısal reformlara ihtiyaç olduğu aşikâr.

Bir diğer dikkat çeken nokta, ihracat verileri. Ağustos ayında ihracatta %2,4’lük bir artış kaydedilmiş durumda. İlk bakışta sevindirici bir gelişme gibi görünse de, sektörler arası dengesizlikler bu artışın arkasındaki asıl hikâyeyi ele veriyor. Otomotiv sektöründe ihracat %3,4 artarken, çimento ve toprak ürünleri gibi sektörlerde %8,4’lük bir düşüş yaşanmış. Buradan çıkarılacak ders, Türkiye’nin ihracat portföyünün çeşitlendirilmesi gerektiği gerçeğidir. Sadece birkaç sektörde yaşanan büyüme, genel ihracat artışını sürdürülebilir kılmak için yeterli olmayacaktır.

Enflasyon cephesinde ise çanlar çalmaya devam ediyor. Ağustos ayında Yİ-ÜFE’deki %1,68’lik artış, özellikle enerji fiyatlarındaki %3,04’lük yükseliş ile birlikte değerlendirildiğinde, halkın cebini daha da zorlayacak gibi görünüyor. Enerji fiyatlarının yukarı yönlü baskısı, üretim maliyetlerini artırarak enflasyonu tetiklemeye devam ediyor. Üreticinin bu maliyeti tüketiciye yansıtacağı aşikâr. Bu da önümüzdeki aylarda TÜFE’de yukarı yönlü bir hareketin sinyallerini veriyor. Ekonomi yönetiminin enflasyonla mücadelede daha proaktif olması gerektiği açık.

Tüm bu gelişmelere rağmen ekonomik güven endeksi ise düşüşte. Temmuz ayında 120,4 olan endeks, Ağustos ayında 117,1’e geriledi. Güven endeksindeki bu düşüş, piyasa aktörlerinin geleceğe dair endişelerini yansıtıyor. Belirsizlik ortamı, döviz kurlarındaki dalgalanmalar ve enflasyonist baskılar, yatırımcıları temkinli olmaya itiyor. Kısacası, güven zedelenmiş durumda ve bu durumun toparlanması için sağlam bir ekonomik programa ihtiyaç var.

İşsizlik oranı ise hafif dalgalanmalarla birlikte endişe verici bir tablo sergiliyor. Mevcut verilere göre genel işsizlik oranı %9,2 seviyesinde, genç nüfustaki işsizlik ise %17,7’ye ulaşmış durumda. Özellikle genç nüfustaki bu yüksek oran, iş gücü piyasasında kalıcı yapısal sorunların olduğunu gösteriyor. Hizmet sektörü dışındaki alanlarda yeterince iş imkanı oluşturulamaması, ekonomik büyümenin sosyal refah üzerindeki etkisini sınırlıyor. İnşaat sektöründe ve hizmetlerde yaşanan dalgalanmalar da iş güvencesizliği sorununu daha da belirgin hale getiriyor.

Sanayi üretimi tarafında ise karmaşık bir tablo karşımıza çıkıyor. Toplam sanayi üretimi geçtiğimiz aya kıyasla %0,4’lük hafif bir artış gösterse de, özellikle ara malı üretiminde %4,3 gibi ciddi bir gerileme yaşandı. Bu durum, üretim zincirindeki sıkıntılara işaret ediyor ve sanayi kapasitesinin tam anlamıyla kullanılmadığını ortaya koyuyor. Dayanıklı tüketim malları ve yatırım mallarında gözlemlenen artışlar ise, sanayi üretiminin bazı segmentlerinde toparlanma yaşandığını gösteriyor. Ancak, madencilik ve enerji üretimindeki gerileme, üretim yapısının çeşitlendirilmesi ve enerji arz güvenliği konusundaki sorunların çözülmesi gerektiğini bir kez daha vurguluyor.

İç ticaret verileri incelendiğinde, perakende satış hacmi endeksi ve tüketici talebinde karışık sinyaller alıyoruz. Temmuz ayında iç ticaret hacmi bir önceki aya kıyasla %0,6 oranında azalırken perakende satış hacmi bir önceki aya göre %0,8 oranında artış gösterdi. Yaz dönemi ve tatilin etkisiyle vatandaşların yazın harcamalarını artırdıkları göz önüne alınırsa bu artışın çok sınırlı kaldığı söylenebilir. Ayrıca kapanan şirket sayısındaki artışın %42,9 gibi yüksek bir seviyede seyretmesi, ticari faaliyetlerde zorlukların devam ettiğine işaret ediyor.

Sonuç olarak, Türkiye ekonomisi son haftalarda bir yandan toparlanma işaretleri verirken, diğer yandan belirsizliklerle mücadele etmeye devam ediyor. Rezerv artışları, kısa vadede umut verse de enflasyon ve güven endekslerindeki düşüşler, derin yapısal reformların aciliyetini ortaya koyuyor. İhracat cephesindeki sektörel dengesizlikler ise ülkenin dış ticaret stratejisinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine işaret ediyor. Önümüzdeki haftalarda ekonomi yönetiminin bu sorunları ele alış biçimi, ülkenin ekonomik geleceğini şekillendirecek en önemli unsurlardan biri olacak. 

13 Eylül 2024 Cuma

Kişi kendisi nasılsa karşısındaki insanı öyle görür, öyle bilirmiş. Velhasıl kişi kendinden bilir işi derler.

Ben kendim nasılsam, seni öyle görürüm. Öyle yargılarım! Kişi ya da kişiler seni anlatırken, aslında aynada ki kendi yansımasını ifade eder karşı tarafa…

Oysa hiç kimse kendi kitabına bakmadan, başkasının özetini çıkarmamalı! Büyük konuşmamalı, kınamamalı… Bilirsiniz kişi kınadığını yaşamadan ölmez denir…

Yol uzunsa ve hikâyen devam ediyorsa, sadece kendi hayatına odaklanmak en doğru olandır.

Etrafımıza şöyle bir baktığımızda her türlü hasetliği, fesatlığı, ikiyüzlülüğü, fitneliği, çarpık ilişkileri yaşayan kişilerin herkesi kendi yanına çekip, etrafa kendisi gibi tanıtmak isteme çabası, ahkâm kesip ben oldum havalarına girme dengesizliğine şahit olduğumuz zamanlar sıkça oluyor değil mi?

Bu yaklaşımda olan kişiler er ya da geç kalbinin ekmeğini yiyeceğini bilmeden bilinçsiz bir şekilde yaşayan insanlardır. Ah annem ah bizi hep; ‘’hayır dile komşuna, hayır gelsin başına’’ diyerek büyüttün! Başkasının birinin bin olmasını, kalanın bize olmasını aşıladın hep ömrün boyunca… Kimsenin hakkını yemeden, kendi hakkını da kimseye yedirmeden yaşamayı öğütledin. İyilik etmezsen iyilik bulamazsın, karşılıksız, çıkarsız başı darda olana koş kızım derdin hep annem, nur içinde yat… Her bir sözün kulağımda nakış nakış işlendi, bende çocuklarımı bu mantık ile yetiştiriyorum.

Aynaya baktığı vakit yüzüne yansıyan çirkinliğini makyajın dahi kapatamadığı yüzler var. Çünkü kalbi yüzüne yansır insanın, kalbi kötü olan insanın siması bozulur. Kalbi güzel olanın da makyaja ihtiyacı olmaz! Bu kişi veya kişilerin ağzından yalan, kalbinden fitne, fesat eksik olmaz. Allah böyle insanların şerrinden hepimizi muhafaza eylesin…

Bu insanların size yaklaşım mantığı da şudur! Dostunu yakın tut, düşmanını daha yakın. Çünkü sizden uzak olduğu anda size zarar veremeyecek, sizin hayatınızda olup biteni öğrenemeyecek, sizin hakkınızda dedikodu üretemeyecek! Dikkat edin bu yapıda olan insanlar, dedikodu malzemesi bittiği anda soluğu sizde alırlar. Başka işleri güçleri olmasa gerek ki, sürekli başkalarının hayatına burnunu sokmaktan kendini alıkoyamayan insanlar gerçeğini de unutmamak gerekir.

Aslında bu insanlar, içten içe sizin başarınıza kahrolsalar da, hasetlik, fesatlık etseler de sanki sizi seviyor gibi davranarak, yanınızda olmaya devam ederler. Yedi yirmi dört arar sorar, sizi seviyor gibi davranırlar. Kendi etrafında kimse olmadığı için sizi de yalnızlığa çekmeye çalışırlar.

Şu sana şunu dedi. Bu sana bunu dedi diyerek kendi söylemek istediği tüm kinini, nefretini başkalarının ağzı ile size kusarlar. Aslında siz bunun farkındasınızdır ama o kişi ya da kişilerin bu ikiyüzlülük mutluluğu yaşamasına izin verirsiniz. Günümüz insanının en kötü hastalığı bu olmuş ne yazık ki! Yüzüne gülüp, arkandan kuyunu kazmak, çok üzücü bu durum…

Bu insanlık yoksunu insanları olabildiğince hayatımızdan uzak tuttuğumuz takdirde mutluluğu yakalamamız zor olmasa gerek. Benim hislerim çok kuvvetlidir, hakkımda kimin ne düşündüğünü, ne için yaklaştığını hemen çözerim ve ona göre bir yol haritası çizerim. Herkese kendi davrandığı gibi davranırım ama her şeyin farkında olduğumu da zamanı gelince gereken tepkimi koyarak gösteririm!

Etme bulma dünyasıdır bu dünya! Kim kime ne ettiyse, ne yaşattıysa er geç aynısı önüne çıkacaktır. Hele hele de çoluk çocuğu olan insanlar birilerine nasıl zarar verebiliyor, nasıl büyüklenerek konuşuyor, nasıl üst perdeden bakabiliyor, bunları yapmayı nasıl göze alabiliyor inanın aklım almıyor. Üzdükleri kadar üzüleceklerinin farkında değiller yâda bunu unutuyorlar…

Oysaki herkesin yaşattığı her şey, bir gün kendi sınavı olacak... 

Eğitim yaşamsal önemde bir sistemdir

İnsanlık tarihi ile eşdeğer olan eğitim sürecinde teknik olarak günümüze benzer bir eğitim sisteminden söz etmek mümkün olmasa da tarih boyunca özellikle toplumların devamı açısından eğitim yaşamsal önemde görülmüş, toplumların geleceğini güvence altına almak amacıyla, o toplumun kültürel, politik, ekonomik özelliklerini benimsemiş ve uygulayabilen yeni kuşakların yetiştirilmesinde eğitim önemli işlevler görmüştür.

Bilim ve sanatta gelişim süreci, küresel dengeler, uluslararası ilişkiler, hak ve özgürlükler, adalet, eşitlik, enerji, ticaret, çevre, tarım, insanlığın geleceği gibi tüm insanları ilgilendiren hususlarda dünyadaki tüm mevcut yapılanmalarda ciddi sorunlar var.


Yeni dengeler, yeni siyaset biçimleri, yeni değerler, yeniden yapılanma arayışları söz konusu.


Bilginin durağan olmayan hızlı, statik ve sürekli gelişmişliği karşısında yapı ve kurumsal sürekliliğin durağan oluşu eğitimin evrensel taleplerini artık karşılayamamaktadır.


Tarih nasıl tüm insanlığın etkide bulunduğu bir olguysa eğitim, kültür, teknoloji gibi insana dair olan her şey de tüm insanlığın ortak bir ürünüdür.


İnsanlık tarihindeki her gelişme ve ilerleme bir birikimin sonucudur. Bir anda gerçekleştiği kabul edilen her olay yine belirli bir zihinsel, duygusal ve eğitimsel gelişmişlik düzeyi gerektirmektedir.


Aristo’dan sonra kendisine “muallim-i sani” yani ikinci öğretmen denilen Farabi, “Eğitimin amacı mutluluğu bulmak ve bireyi topluma yararlı hale getirmektir.’’ derken öğretim ve eğitim kavramlarını ayrıştırmış, öğretimi kuramsal erdemler oluşturmak, eğitimi ise ahlaki erdemleri ve iş sanatlarını var etme yöntemi şeklinde kurumsal ve yapısal bir sistemi işaret etmiştir.


Türkiye’nin aydınları, akademisyenleri, medyası, sivil toplum kuruluşları ve tüm kesimleriyle eğitimin teori ve pratiğindeki işleyişinde bir mutabakat zeminine ihtiyacı var. Bir bütünlük içinde atılması gereken adımlara ihtiyacı var. Millet adına yürütülecek ve toplumun sesi olacak bir yaklaşımla demokrasi ve hukuk ekseninde olduğu gibi eğitimde de bir yeniden yapılanma süreci yaşamamız gerekiyor.


Örneğin; Geçmişte Bilginin değişmezliği ve kesinliği söz konusu iken bugün bilginin değişkenliği kabul edilmelidir. Geçmişte öğrenme sadece bilginin aktarılması ile gerçekleşirken bugün öğrenme aktif katılımla gerçekleşmelidir. Geçmişte akıllı, üstün zekâlı, rasyonel, elit bireyler yetiştirme amacı güdülürken bugün tüm bireyleri, kapasiteleri ölçüsünde geliştirme, herkesin öğrenebileceğine olan inanç söz konusu olmalıdır. Geçmişte katı disiplin, dayak ve cezalandırma esas iken bugün fiziksel ve psikolojik şiddetin olmadığı eğitimde demokrasinin esas olduğu gerçeği bilimsel olarak kabul edilmelidir. Geçmişte eğitim sadece yaşama hazırlık süreci olarak görülürken bugün eğitimin yaşamın bir parçası ve yaşamla iç içe olduğu gerçeği kabul edilmelidir.

Geçmişte konu ve öğretmen merkezli anlayış, içerik öğesi ağırlıklı program ağırlıkta iken bugün öğrencinin bireysel gelişimi ve sorun çözme kapasitesinin geliştirilmesi esas alınmalıdır. Değerler, toplumu oluşturan bireylerin hayata bakışını yansıtmaktadır. Geleceğe emin adımlarla yürümek ve erdemli bir nesil yetiştirmek için değerler eğitiminin tesadüflere bırakılmadan planlı ve programlı bir şekilde yapılması gerekmektedir. Öğretimdeki ayrışımlarla eğitim anlayışı ve uygulamalarında geçerli sabit yaklaşımlar analiz edilip uygulama alanları yaratılmalıdır. Türkiye’nin arzulanan seviyeye yükselebilmesi, küresel bir aktör olabilmesi ve güç dengelerini kendi lehine çevirebilmesi ancak eğitimle ilgili yapısal sorunlarını aşmakla mümkündür. Bir sıçrama noktasının eşiğinde durduğumuzu ve bu süreçte atılacak doğru adımların Türkiye’yi taşıyacağı ufukları mutlaka hesaba katmalıyız.


Tüm ülke olarak el birliği ile eğitim seferberliği şeklinde her türlü hak, eşitlik ve bilimsel talebin önündeki geçmişten kalan yapısal/bürokratik engeller kaldırılmalı ve böylelikle tüm insanlarımızın sahip olduğu potansiyeli ülkemizin geliştirilmesi yolunda kullanabilmesinin önü açılmalıdır.