31 Ekim 2024 Perşembe

Tüketerek Tükenme

Türkiye ekonomisinde tüketim artarken, üretim ve sanayi sektörleri aynı ivmeyi yakalayamıyor. Bu durum, yatırım, üretim ve istihdam politikalarının gözden geçirilmesi gerektiğine işaret ediyor. Türkiye'nin büyüme hedeflerini sürdürülebilir kılabilmesi için, üretim kapasitesini artıracak ve istihdam yaratacak bir politika çerçevesine ihtiyaç var.

Öncelikle, yatırım meselesi en temel konu olarak öne çıkıyor. Türkiye, sanayi ve teknoloji yatırımlarında yeterince hızlı ilerleyemiyor. Yerli üretimi desteklemek adına yapılan teşvikler olsa da, bu teşvikler genellikle kısa vadeli sonuçlara odaklanıyor. Üretim ve sanayi yatırımlarının uzun vadeli bir strateji çerçevesinde planlanması, istihdamı artırabilecek projelere öncelik verilmesi gerekiyor. Bu noktada, sadece inşaat sektörüne yönelik yatırımlar değil, sanayi ve yüksek katma değerli sektörlerdeki yatırımlar da teşvik edilmeli. 

Üretim tarafında ise, Türkiye'nin ithalata bağımlı yapısı dikkat çekiyor. Hammadde ve ara mal ithalatına bağımlılık, üretim maliyetlerini yükselterek sanayi üzerindeki yükü artırıyor. Özellikle döviz kurundaki dalgalanmalar, ithalata dayalı üretim modelinin sürdürülemezliğini gözler önüne seriyor. Türkiye'nin ithal bağımlılığını azaltacak yerli üretim projelerine ağırlık vermesi, sanayide maliyet baskısını hafifletebilir. Bu kapsamda, Türkiye'nin kendi hammaddesini üretebileceği veya ithalatı ikame edebileceği sektörlere yönelik yatırım ve üretim planları geliştirilmelidir. 

İstihdam tarafına bakıldığında ise, sanayi üretiminin zayıf kalması, iş gücü piyasasını olumsuz etkiliyor. Özellikle genç işsizlik oranlarının yüksek seyretmesi, istihdam yaratacak bir üretim modelinin ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Türkiye'nin mevcut istihdam politikaları, daha çok geçici çözümler ve kısa vadeli teşviklerle sınırlı kalıyor. Oysa kalıcı ve nitelikli iş gücü yaratabilecek sanayi projelerine, özellikle teknoloji odaklı sektörlerde istihdam sağlayabilecek politikalara ihtiyaç var. Bu noktada mesleki eğitim programlarının güçlendirilmesi, sanayi ile iş birliği içinde genç iş gücünün sanayiye kazandırılması da önemli.

Bu dengesizlikleri gidermek ve sürdürülebilir bir ekonomik yapı inşa etmek için öncelikle Türkiye'nin sanayiye yönelik yapısal reformlara odaklanması gerekiyor. Yatırımların daha verimli alanlara kanalize edilmesi adına teşvik sistemleri gözden geçirilmeli; özellikle teknoloji ve yüksek katma değerli sektörlerde yatırımı cazip hale getirecek vergi indirimleri ve uzun vadeli finansman olanakları sağlanmalıdır. Ayrıca, yerli üretimi artırmak için ithal girdilere olan bağımlılığı azaltacak Ar-Ge projelerine ağırlık verilmeli, stratejik sektörlerde yerli üretim kapasitesi artırılmalıdır. Eğitim reformları ile sanayinin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünü yetiştirmek, mesleki eğitim ve sanayi iş birliğini güçlendirmek de istihdam sorununa kalıcı çözümler getirebilir. Bu adımların bütüncül bir plan çerçevesinde uygulanması, Türkiye'nin ekonomik güvenliğini artıracak ve dış şoklara karşı daha dirençli hale getirecektir.

İstihdam yaratırken enflasyon baskısı oluşturmadan ekonomik büyümeyi sağlamak için, Türkiye’nin özellikle verimliliği artıracak politikalara odaklanması önemlidir. Bu bağlamda, iş gücü piyasasında verimliliği artırmak amacıyla teknoloji ve dijitalleşme projelerine yatırım yapılmalı, nitelikli iş gücünü destekleyecek eğitim programlarıyla çalışanların yetkinlikleri güçlendirilmelidir. Üretim süreçlerinde dijitalleşme ve otomasyonun artması, birim üretim maliyetlerini düşürerek fiyat istikrarını sağlamaya katkıda bulunabilir. Aynı zamanda, yüksek katma değerli sektörlere yapılan yatırımlarla, istihdam yaratılabilir ve ülkenin ekonomik üretim kapasitesi artırılabilir. Bu yaklaşım, hem iş gücü piyasasını genişletirken hem de enflasyonist baskıyı hafifletmek adına uzun vadeli ve sürdürülebilir bir çözüm sunar.

Son olarak, Türkiye'nin bu üç alanda (yatırım, üretim, istihdam) kalıcı bir dengeyi sağlayabilmesi için uzun vadeli, sürdürülebilir bir büyüme planına ihtiyaç duyuluyor. Bu plan, sanayi üretimini artıracak, teknoloji ve inovasyon yatırımlarına odaklanacak ve yüksek istihdam yaratacak projeleri kapsamalıdır. Üretim kapasitesi güçlendirildiğinde, Türkiye ekonomisi dış şoklara karşı daha dayanıklı hale gelebilir ve ithalat bağımlılığından kaynaklanan kırılganlıklar azaltılabilir. 

Bu bağlamda, Türkiye’nin güçlü bir sanayi ve üretim politikasına ihtiyacı olduğu aşikar. Tüketimle desteklenen bir büyüme modeli, uzun vadede sürdürülebilir bir ekonomi yaratmaz; bunun yerine üretim ve istihdamla desteklenen dengeli bir büyüme modeli benimsenmelidir.

24 Ekim 2024 Perşembe

Farkındalığa çağrı

Cemiyet Hâlik olduğu gibi, Hâlik de cemiyettir. 

Emile Durkheim

Toplum; felsefesi, duygusu, bakış açısı, kelime dizilimi farklı fertlerden oluşur. Farklılıkların zenginliğimiz olduğunu söyleyen idrak haklıdır zira bu çeşitlilik, rengârenkliği; bambaşka desen ve motifleri bir bedende toplayarak ince işçilikle konuşturulmuş el emeği göz nuru bir kilim deseni gibi temaşası muazzam bir tablo çıkarır ortaya. Burada, birbirini saygıyla karşılayan hiçbir renk ahengi bozmaz. Diğerinin manevra alanına ve sınırlarına kaş çatmadan bakabilen her desen bahtiyardır. Kendinden fazla yer tutanın ana motifi oluşturduğunu bilen her detay huzurlu…

Ancak mukaddes bir tarihi omuzlarında taşıyan, gücünü birlik ve beraberliğinden alan bir milletin zaman zaman aynı renk ve cisim istikametinde buluşup sade, motifsiz, tek renge hasredilen bir halı dokuma zarureti de vardır. Bilhassa dünyanın dumura uğradığı, çağın dâhi yüzünün kızardığı büyük meselelerde millet olmak, insanlığın safında durmaktır. Burada renkler hükmünü yitirir, desen oluşturmanın manası kalmaz. Kendi yetersizliğimizle yüzleştiğimiz zamanların tek arzusu merhametin, adaletin, hakkın, hakikatin sözcülüğünü yapacak, bir acı etrafında toplanacak ve aynı amaca hizmet edecek bir topluluk görebilmektir. Dolayısıyla toplum nezdinde bazı hususlar tartışmaya kapalıdır.

Vicdanımızı parlatmak için geldik, onun için yaşıyoruz. Bize bir yargı gücü verildi. Onunla iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan, sağlamı çürükten ayırma yetisi oluşturmamız gerekiyor. Faydalıyı zararlıdan elbette. Ve bütün bunları, bu ayırt etme mekanizmalarını türümüzün selameti için yapmamız gerekiyor. En sıradan insandan tutun da zihni en gelişmiş olana kadar bu dünyada kapladığımız hacim ve sahip olduğumuz işlev sadece vicdanlı biri olmaktan geçiyor. Bunun için buradayız, bunun için yaşıyoruz. Bunun için uyanıyor, bunun için hareket ediyor, bunun için nefes alıp veriyoruz. Vicdan yoksa insan da yok insanlık da yok. Yılanlara meydan okumayanların “insanım demeye” hakkı yoktur. Akreplerle savaşmayanların, onlar tarafından sokulduklarında acılarından şikayet etmeye hakları yoktur. Dünyayı yılanlar yönettiğinde kabalık ve çirkinlik kaçınılmaz olur. Mahalleyi akrepler bastığında hiç kimse, uykusunda bile rahat değildir, yorgunluk kaçınılmaz olur. Ortadoğu’yu yılanlar ve akrepler işgal etti. Artık Ortadoğu yorgundur, uykusuzdur, bitap düşmüştür. Bazıları evlerinin güvenli, kapılarının kilitli, pencerelerinin korunaklı olduğunu söylüyor. Ama değil, oraya da gelecek, oradan da aşağı sarkacak, oradakileri de sokacaklar. Hem de fena sokacaklar. Akrebin doğasını biliyoruz. Son zehrini kendine saklar. Öncesinde, rastladığı ne varsa zehir şırınga eder. Ve şimdi, işte şimdi sorma vaktidir: Ey mahallesini, sokaklarını, caddelerini yılanların, akreplerin işgal ettiği insanlar vicdanınızı neden konforlarınızın arkasına itiyorsunuz. Vicdanınızı neden yüksek gürültülerinizin, resmi demeçlerinizin gerisinde gizliyorsunuz. Vicdanınızı neden kendi bedenlerinizle, zevklerinizle sınırlıyor, uzak beldeleri uzak addediyorsunuz. Vicdanını konforuna kurban verenlerin insan kalamayacağını bilmiyor musunuz? Kötülük hava gibidir, zehirli gaz gibidir, akışkandır. Orada, bir saniye sonra buradadır. Vicdan, bulunduğu yerde, daha ilk rastladığı noktada kötülüğe dur demezse sesi kısılır, artık bir daha hiç konuşamaz. Vicdanın sesi kısıldı mı artık insan insanlıktan çıkar. Vicdan geri çekildi mi insanlık onun daha da gerisine çekilir. Siz sadece konuşuyorsunuz baylarım. Gördüklerinizi vatandaşlarınız da görür diye. Sahip olduklarınıza zarar gelir diye. Sözüm ona özene bezene kurduğunuz sistemler yıkılır, altında kalırsınız diye. Vicdan ortaya çıkınca kirli pazarlıklarınız ifşa olur diye. Oysa vicdanın terk ettiği hangi gezegende ışık varolmaya devam edebilir ki?


Modern dünyanın ahlâkî bunalımı

Dünya, her penceresinden başka bir vahşetin, başka bir acının ve hüsranın görüldüğü devasa bir bina gibi. Kıtalar, şehirler ve iklimler değişse de insana ve cemiyete dair manzaralar aynı. Tüm cephelerde müşterek bir sorunun yaşandığı besbelli. Kimsenin adını koymak istemediği bu beynelmilel sorun; bir “ahlaki bunalım” ve “insanın değersizleşmesi” sorunudur. Modern dünyanın en mühim meselesi kanaatimce budur.

Geride bıraktığımız hafta boyunca, ülkemizin gündemi daha fazla para kazanmak için bebeklerin, günahsız ve masum yavruların canına kasteden bir cinayet şebekesiydi. İçlerinde doktorlar, sağlık çalışanları, hastane yöneticileri yani eğitimliler, okumuşlar var. Ahlak olmayınca ve insan değerlerini kaybedince bilgi ve eğitim, toplum için faydaya değil zarara dönüşüyor. Sahi insanı durduracak olan şey içinde midir? Yoksa dışında olanlar mı insanı dizginler?

Ülkemizden yansıyan insan manzaraları ahlaki krizin ne kadar yaygın ve derin olduğunun göstergesi gibi. Mesela sabah programlarında, çocukların biyolojik babalarının kim olduğu araştırılıyor. Aile üyelerinin istismarına uğrayan ve öldürülen çocukların hüzünlü akıbeti tüm bültenlerde yer aldı. Ticarette kantarın topuzu öylesine kaçmış vaziyette ki gün aşırı etiketler değiştiriliyor. Sosyal medya mecralarında çocukları ve gençleri eroin ve alkol bağımlılığına sürüklemek isteyen, çocukları fuhuş ve diğer cinsel sapkınlıklara teşvik eden sayısız içerik ve içerik üreticisi var.

Aynı manzaralar ve belki daha fazlası dünyanın diğer şehirleri ve ülkeler için de geçerli. Geçen yaz Avrupa’da pek çok şehirde sokaklarda eroin/uyuşturucu madde satılan otomatları bizzat gördüm. Ahlaki problemlerin ve krizlerin yoğunluğu farklılaşsa da muhtevası hep aynı. Yani bugün yaşanan tüm sorunların temelinde “insanın değersizleşmesi” ve “insanın ahlakını yitirmesi” bulunmaktadır.

İnsan bozulursa her şey bozulur. İnsan düzelirse her şey düzelir. Bugün canımızı sıkan, moralimizi bozan tek bir toplumsal mesele dahi yoktur ki temelinde, “insanın ahlaki değerlerini yitirmesi” olmasın. Ekonomik problemlerin, çevre felaketlerinin, sosyal çatışmaların, savaşların velhasıl bütün meselelerin altında az önce zikrettiğim sorunların olduğu aşikâr. İnsan, “biz ne ara böyle olduk” demeden edemiyor.

Kaybedilen şeyler, her nerede kaybedildiyse ancak orada bulunabilir. İnsanın kişilik gelişiminde, ahlaki gelişiminde, ilk inanç ve değer yargılarının kazanılmasında erken çocukluk yılları çok mühimdir. Bu kritik dönemde, anne ve baba çocuğun ilk ahlak öğretmenidir. Anne babalarımızdan öğrendiklerimizle içimizde bir anayasa ve bir babayasa inşa ederiz. Bu ahlaki yargılar ve değerler yaşamın diğer dönemlerine rehberlik eder. Dolayısıyla ebeveynlerin bu kutsal vazifelerini yeniden hatırlaması gerekmektedir.

İkinci mesele, okulun sadece bir talim yeri değil aynı zamanda bir terbiye kurumu da olduğu hakikatidir. Çocukların sadece beyinlerinin değil kalplerinin ve ahlaklarının da eğitilmesi gerekir. Aksi halde okul bilgili ve yetenekli, muhterisler, zalimler ve katiller yetiştirir. Bilgi ancak ahlak ve değerle birleşirse cemiyete fayda sağlar. Aksi halde zulmeder.

Üçüncü husus ise ahlakın ve ahlaklı olmanın toplumda muteber görülmemesidir. Ne acı ki bugün iyi niyet eziklik, fedakârlık enayilik gibi görülmektedir. Ailede ve okulda aldığı terbiyenin cemiyette karşılık bulmadığını, değerli olmadığını gören çocuk ve genç, toplumda öne çıkan, pratik ama ahlaki olmayan davranışları seçecektir.

Milletler de tıpkı insanlar gibi yaşar ve ölür. Bir cemiyetin iki tür ölümü vardır. Birincisi biyolojik olarak ölmesidir ki bu, nüfus artış hızının azalması yoluyla olur. Toplumun ikinci tür ölümü ise ahlaken ölmesidir. Yani toplumu koruyan ve ayakta tutan maneviyatın, değerlerin ve ahlakın yitirilmesi sebebiyle olur. Bugün her iki tür ölümün de ülkemiz ve pek çok ülkeler için geçerli olduğu aşikâr. Umulur ki, yitirilen şeylerin farkına varalım, bu rehavetten ve bu kabullenişten kurtulup özümüze dönelim.

21 Ekim 2024 Pazartesi

İyilik, dünyayla boks yapan bir kelebek gibidir.

Oysa, seyirci üstünlüğü vardır hep kötülüğün. Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz, ne konuşuyoruz artık? Gazze'de bebek katliamlarını içimiz titreye titreye izlerken burnumuzun dibinde şeytanlaşmış pisliklerle yaşıyormuşuz. Bir gurup şapşal çıkmış ekonomi böyle olursa millet ne yapacağını şaşırır diyor! Bu ahlaksızlığa bu pencereden bakanlara ne anlatacaksın! Hangi inanç, hangi değer açıklayabilir bu kötülüğü. Bi kıymık batıversin artık vicdanlarımıza. İnsanlık bu kadar ayaklar altına alınan bir değer değil. Hata nerede? Sağlık sisteminde mi? Eğitim sisteminde mi? Aile eğitiminde mi?

Günlerdir yazıyorum toplum değil, sistem hasta diye çünkü bize sağlığı hiç çaktırmadan “ölümsüzlükle” yer değiştirdiler. Nerede ne anlatı varsa inanıyoruz. Bu çetenin başındaki fosil atık doktor daha düne kadar televizyon ekranlarında evlerimizin içine girmiş bize bilgi veriyor. Ve daha niceleri var böyle ver parayı çık ekrana. Biri çıkar elma suyu der, biri çıkar armut suyu, biri çıkar ayva suyu, tıp bilimi her zaman bizler için ulaşılamayan bir şey oldu. Zygmunt Bauman ne güzel anlatıyor “sağlığın yerine ölümsüzlüğün koyulmasının bedeli ölümün gölgesinde yaşamaktır”.

Yönetimde cesur bir alternatif Holakrasi


Yetkinin tek elde toplandığı ve kararların çok aşamalı süreçlerden geçtiği bürokratik yönetim sistemi, hızlı karar almanın başarının temel dinamiklerinden biri haline geldiği bugünlerde geçerliliğini yitirmeye başlıyor. Peki, işi bu tespitle bırakmayıp bir çözüm yolu tasarlayacak olsak nasıl bir sistem benimseyebiliriz?

Bugün üç yüz kadar global şirketin uygulamaya başladığı holakrasi yönetimi, şirketlerdeki birçok departmanın ast-üst yönetim modeli olmadan kendi kendini yönettiği, karar alma konusunda da herkesin görev ve sorumlulukları dahilinde yetki sahibi olduğu bir yeni nesil yönetim şekli.

The Economist dergisinin yaptığı, 167 ülkeyi kapsayan bir araştırmaya göre bugün 81 farklı ülkenin rejimi, işlese de, kusurlu da olsa “demokrasi” olarak tanımlanıyor. Geçmişte bu sayının 0 olduğu bir dönem de vardı, yaygın bir rejim olarak demokrasinin ortaya çıkması, gelişmesi ve mevcut formuna ulaşmasıyla birlikte ülkeler ve vatandaşları, demokrasinin kendilerine en uygun yönetim biçimi olduğuna karar verip kendi ülkelerinde hayata geçirmeye başladılar. Çünkü demokrasi adildi, verimliydi, yenilikçiydi, şeffaftı, fırsat özgürlüğü tanıyordu ve özgürlükçüydü. İş dünyasındaysa ideal bir sistemle yönetmek ve yönetilmek, ideal bir dünyada olup olmamamızla ilgili değil. İş dünyasında ideal bir sistem mümkün ve mevcut; o da holakrasi.

Holakrasi, komiteler tarafından yapılan ve deneylemeye dayanan bir iş yönetimi düzeni; çalışanların yönetimi ele almasını ifade ediyor. Bu sistemde iş tanımları rollere; görev ve yetki atamaları iş dağıtımına; yüksek rütbelerce şekillendirilen ve gerektiğinde tekrar gözden geçirilmeyen organizasyonlar, grupların kendileri tarafından düzenlenen ve ihtiyaca göre tekrar şekillendirilen organizasyonlara; ofisteki politik davranışlar ve torpillerse şeffaf kurallara dönüşüyor. Hiyerarşik bir düzen yok, herkes eşit ve bu durum hızla değişen 21. yüzyıl dünyasında organizasyonlara, mutlak gücün engellediği yenilik, esneklik ve adapte olabilirlik gibi özellikleri kazandırıyor.

Holakratik organizasyonlarda hiç kimse, bir fikri, şirkete açıkça zararlı olmadığı sürece çöpe atmıyor. Masaya getirilen tüm fikirler projeleştiriliyor ve bu süreçte, çalışanların tamamı yatay bir yetkiye dağılımına tâbi tutuluyor. Çalışanlardan biri bir rol aldığında, –tabii bir felaketle sonuçlanmayacaksa- bunu kendi uygun gördüğü şekilde gerçekleştirebiliyor. Bu da holakrasinin yöneticisiz karar alma özelliğinden kaynaklanıyor. Bu özellik hem organizasyonların verimliliğini artırıyor; hem de organizasyonları inovasyona ve adaptasyona açık hale getiriyor.

Amerikali bir online perakende şirketi olan Zappos, holakratik yönetim modelinin önde gelen uygulayıcısı. 1500 çalışanı olan şirket, 2014 sonunda eski kurumsal yapısından sıyrılıp; bu yeni yönetim modeline geçiş yaparak yönetici unvanlarını, yöneticileri, hiyerarşik kararları ortadan kaldırdı. Şirketin kurucusu Tony Hsieh Delivering Happiness isimli kitabında, çalışanlarına yalnızca değer vermekle kalmadıklarını, şirketin iç dinamiklerini ortaya çıkarmak için çok ciddi bir çaba gösterdiklerini yazıyor. Şirket içinde, hiyerarşinin kimi zaman yaratıcılığı kısıtlayan sınırlarının ötesine geçerek alınan kararların sebeplerini çalışanlarla paylaşarak, şirketin temel stratejisinin her kademeden insan tarafından anlaşılmasını, benimsenmesini ve hatta geliştirilmesini hedefliyorlar. Çoğu zaman geleneksel yöntemler sonuca giden en kestirme yol gibi görünse de, çalışanların her birinin birer girişimciye dönüşmesini teşvik eden bu yatay sistem, çalışanlara kolektif zekanın bir parçası olma fırsatı tanıyan, Y ve Z kuşağının iş hayatından ve iş yerinden beklentilerini çok daha doyurucu bir şekilde karşılayan ve çok daha nitelikli bir sistem sunuyor.

Bugüne kadarki en sağlam uygulamalarını internet şirketlerinde görmüş olsak bile, geleneksel sektörlerin de organizasyonlarını yatay düzleme yatırıp strateji oluşturma, karar verme, süreç tasarlama gibi önemli yetkileri dağıtmasının zamanı gelmiş gibi görünüyor.

17 Ekim 2024 Perşembe

Bugünkü çocuklar şanslı mı?

Zaman ve dönemlerle ilgili insanların şikayetvari homurdanmalarına hep rastlarsınız. Kimileri “yanlış zamanda dünyaya gelmişiz” der, döneminin nimetlerinin arttığını görünce. Kimileri de özel olarak bugünün çocuklarının daha şanslı olduğunu belirtir; özellikle çocukların hayatına bakarak.

Aslında her dönemin kendi koşulları içerisinde bir takım güzellikleri ve dezavantajları olduğunu zihni arkaplanda tutarak bir değerlendirme yapılmalıdır. Fakat bununla birlikte modern zamanlardaki değişimlerin üretilen kültürle bağlantılı olarak dönemsel sorunlar yarattığı da bir başka gerçek şeklinde önümüzde durmaktadır.

Günümüz çocukları dijital bir kültürün içinde büyümektedirler. Bu kültür çocukların aile, insan, dünya ve eşya ile olan ilişki biçimlerini dönüştürmektedir. Dolayısıyla bugün daha çok kendi benliği çerçevesinde bir hayat süren çocukların geçmişten yaşam tarzı, değer ve hayata bakış açısı itibarıyla farklılaştığını öncelikle belirtmeliyiz.

Türkiye’nin son 40-50 yılını bile karşılaştırdığımızda çocuklar arasındaki farklılıkları çözümlemek mümkündür ki, bugün elli yaşının üzerinde olanlar ile onların torunları arasındaki pratik karşılaştırmalar farkları ortaya koyma noktasında bize net doneler sunabilecektir.

Dedelerimizin yaklaşık 7-10 civarlarında çocukları oluyordu. Bu aynı zamanda kırsal kesimde bir iş gücü anlamına da gelmekteydi. Babalarımızın ise 3-5 çocukları oluyordu. Bu nesilde şehre doğru göçler de başlamıştı ki, bu durum çocuk sayısındaki düşüşü açıklayan faktörlerden birisidir. Şimdiki nesil ise şayet evlenirse (zaten evlenme yaşı giderek yükselmektedir) 1-2 çocukla yetinmektedir. Bu, şehirleşme, bireyselleşmenin önemli tezahürleri olarak ortaya çıkmaktadır.

Bir önceki nesilde şehre yeni gelenler Türkiye’nin orta ve alt sınıflarından insanlar olarak birçok mahrumiyetler yaşadılar. Gecekondu yaşamlarına dair 1970’li yıllardan itibaren yükselen yerli arabesk filmler bu sosyolojiyi iyi anlatmaktadırlar. Bu nesil bugüne gelince bu mahrumiyetleri yaşatmamak adına çocuklara sorumluluklar yüklemeden onlara nimetler vermeye başladılar.

Hatta kendi yapamadıklarını onlar üzerinden deneyimlemek istediler; okulda yüksek başarılar, ceplerine harçlıklar, müzik, dans vb. kursları. Öyle ki çocuklar bugün ebeveynleri mutlu etmek için yaşamaya başlayan ve dolayısıyla kendi olmakta zorlanan profillere dönüştüler. Keza telefon, bilgisayar, tablet vb. tüm aygıtlar çocukların başucu enstrümanları olarak onların vakitlerini almaya başladı.

Bu durum doğrusu evde bir otorite değişimini de gündeme getirdi ki, çocuklar dijital aygıtlar üzerinden aileleri üzerinde otorite oldular. Çocukları memnun etme kaygısı, onların otoritesini pekiştirdi. Bugün okul önlerine gittiğiniz zaman, çocukların çantalarını taşıyan, onlara bir şeyler yedirmeye çalışan ebeveyn manzaraları mebzul miktardadır. Geçenlerde bir öğretmen, dijital aygıtlar karşısında edilginleşen öğrencilerin konuşma zorluğu yaşadığı ve konuşma terapisi aldığını söyledi.

Bu durum çocukların hayatla başa çıkabilme potansiyellerini elinden almakta ve aslında psikolojik kriz eşiklerini düşürmektedir. Yani bu çocuklar en basit bir sorunla bile karşılaştığında başa çıkma mekanizmaları üretememekte; imkan ve potansiyellerini geliştirememektedir.

Diğer yandan çekirdek olan ailenin de giderek daralması, evden dede ve ninenin gitmesi, eski sosyal ağların dağılması sonucu çocuğa kültür aktarımı yapacak bir sosyalite kalmadığından, bugün çocuklar örnek pratikler üretmede zorlanmaktadırlar. Eskiden bir şekilde çocuğun yetişmesi, ebeveynler, dede ve nine ile akraba ve komşular arasında paylaşılırken, bu sosyal ağların bugün kalkmasıyla onlar dijital aygıtların eline kalmıştır. Sorun şudur ki, çocuklar kendi toplumlarına yabancılaşmaktadırlar.

12. Kalkınma Planında ve Yükseköğretim Kurulunun 2024-2028 yıllarını kapsayan stratejik planlamasında, araştırma üniversiteleri başta olmak üzere 5 yıl içinde en az 2 üniversitemizin ilk 200’e, en az 10 üniversitemizin ilk 500’e ve en az 50 üniversitemizin ilk 1000’e girmesi hedefini koyduk. Bu hedefe ulaşacağımıza yürekten inanıyorum.” (Bk. https://www.yok.gov.tr/Sayfalar/Haberler/2024/2024-2025-akademik-yil-acilis-toreni.aspx).

Önemli bir mesaj olarak her iki konuşma Türk üniversitelerinin uluslararası ligde önemli bir konuma yükselmesine (hedefine) dikkat çekmektedir. Ümit edelim bu gerçekleşsin.

2024-2025 Akademik Yılı’nın öğrenciler, akademisyenler, idari personel ve ülke için hayırlı olmasını dilerim.

Bir mutsuzluk furyası almış başını gidiyor. Herkes her halinden mutsuz bir halde dolaşıyor yeryüzünde. İnsan, gündelik telaşların derdinde geleceğinden vazgeçmiş bir halde sadece bugünü yaşamanın hevesinde carpe diem felsefesi tadında günleri günlere eklemleyerek yaşıyor. Bir şikâyet türküsüdür dolamış diline, her haline sitemler büyütüyor. Bu halimiz bir bakıma pandeminin bize mirası. “Senin derdin dert midir benim derdim yanında…” edebiyatını kendine siper edinerek empatiden yoksun bir halde sadece kendi etrafında dönüyor. Yazık ki, ne kadar kendi etrafında dönerse dönsün, bir türlü kendini bulamıyor. Kendi etrafında dönerken de dünyanın, kendisinin etrafında döndüğünü zannediyor. Kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi misali kendi etrafımızda dönüp duruyoruz. Dünyaya oyunlar oynayıp eğlenmeye gelmişiz gibi yaşıyoruz. Kendi hâlihazırda bir oyun ve eğlenceden ibaret olan hayatın zevkine daldığımızdan beri gerçek hayat yurdu olan ahireti unuttuk. Bu bilince varmadığımız müddetçe de kaybetmeye mahkûm olacağız. Hem bu dünyayı hem de ahiret yurdunu.

Olana şükredip olmayanda bir hayır aramak yerine olanda hinlik ararken olmayanda isyana sığınıyor insan. Hep daha fazlasının peşinde koşarken elindekini de kaybettiğinin farkına varamıyor. Bu koşunun sonunu bilmek dahi istemiyor. Hayattan aforoz edileceği günü bekliyor.

Bir de her şeyin değiştiğinden şikâyet etmesi yok mu insanın, belki de en büyük yanılgısı bu halinde boy gösteriyor. Şikâyet edince haklı olacağını düşünerek kendi dışında olan biten her şeyden şikâyetçi ve davacı oluyor insan. Hatayı kendi dışında arayan da doğruyu asla bulamıyor.

Değişen hiçbir şey yok aslında, her şey olması gerektiği yerde duruyor. Uyandığın yatak, elini yüzünü yıkadığın çeşme ve lavabo, giydiğin kıyafetler, içtiğin çay, vedalaşarak ayrıldığın hane halkı, akşam gelmek için çıktığın ev, kapattığın kapı, bindiğin araba, gittiğin işyeri ve orada yaptığın iş, mesai arkadaşların, günlük rutinlerin, akşam geri geldiğin ev, oturduğun sofra, izlediğin televizyon ve programlar, kullandığın cep telefonu, uyumak için başını koyduğun yastık, hâsılı hayat adına yaşadığın 24 saat içinde değişen hiçbir şey yok. Dünün tekrarı bir bugün yaşıyorsun esasında. Dünün tekrarı bir bugün yaşıyorsan o vakit de yarın için bir hayal, bir düş kurmanın bir anlamı kalmıyor. Nihayetinde kendi yanılgısında yeniliyor insan.

Heraklitos yanılmış olabilir mi acaba? Değişmeyen tek şey değişimin kendisi mi? Yoksa her şey olması gerektiği kadarıyla olması gerektiği yerde duruyor da değişen tek şey insanın kendisi mi? Şimdi bazılarınız değişim ile ilgili bir takım güzellemeler yapmaya başlayabilirsiniz. İnsanın olgunluğuyla değişimin doğru orantılı olduğunu ve bunun kaçınılmaz bir son olduğunu söyleyebilirsiniz. Pek de haksız sayılmazsınız esasında. Ancak bugün değişim ile beklenti aynı tonda yer alıyorsa insanın hayatında mevcut değişimin geçmiş deneyimlerin bir sonucu olmaktan sıyrılarak geleceğin düşü haline gelmesi normal kabul edilmeye başlıyor. Böyle olunca da insanlar hatalarından ders almak yerine geleceği satın almanın peşine düşüyor. Yapılan planlamaların, arge çalışmalarının, yeşertilen umutların hepsi menfi bir beklentiden öteye geçmiyor. Sınav kaygısındaki öğrenci hali üzere bir hayat yaşıyor. Seferin hazzından ziyade zaferin ganimetini hesaplıyor. Sonra da geleceği düşlerken beklentilerin bataklığında saplanıp kalıyor.

İlla değişen bir şey arıyorsa insan, o zaman da dönüp kendisine bakmalı ilkin. Değişen tek bir şey varsa hayatta, o da insanın kendisinden başkası değil! Bakış açısı, yaklaşımları, beklentileri, arzuları, duyguları, hâsılı yaşam adına, insanın hayatı anlamlandırması gereken her ne varsa onları değiştirmediği müddetçe kendisinin değişiminin anlamı kifayetsiz kalıyor.

Hülasa “… Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.” (Ra’d Suresi 11. Ayet)

Hava soğuyor…

Sıcaktan bunaldığımız günler yerini güneşin yüzünü göstermeye nazlandığı mevsimlere bırakıyor.

Çıkmazdan evvel dışarıya bakıyor, ‘yağmurluk mu alsak?’…

Karar vermeye çalışıyoruz.

Pencereden yüzümüze vuran ürpertici serinlik…

Gökyüzünde kendinden gayrını sevemeyen ressamların sıklıkla kullandığı kül rengi bulutlar.

Yakında bitmek bilmez yağmurlar, dinmez görünen fırtınalar yerini kar yağışına bırakacak…

‘Kar en fazla yoksulun üzerine yağar’ derler.

Zengine oyundur, spordur kar…

Yaz tatillerinde kayak yapmak üzere kafileler halinde uzak iklimlere göçenler, memlekete kış geldiğinde fazla kar toplayan bölgeler, şehirler aramaya koyulurlar.

Gündüz uçsuz bucaksız beyazın üzerinde kayak yaparak keyiflenir, gece şöminenin başına toplanarak av maceralarını anlatmaya doyamazlar.

Yoksula mevsimin ilk soğuğuyla çöker hüzün…

Ruhu bedeninden evvel üşümeye başlar.

Hüznün miladı okulların açılma arifesidir belli…

Çocukların okul ihtiyaçlarını yevmiyeli işler karşılamaz; kirayı, faturaları, mutfak masraflarına sıra gelmez.

Yoksulun sürekli iş ümidi zenginin kar tatili bitimine kalmıştır.

Yeni destek yatırımları projelendirilecek, hayata geçirilmek üzere devlet teşviklerine başvuru yapılacak.

Devlet destek talepli yatırımlara evvela alacağı vergileri hesaplayarak olur verecek.

Teşvikli yatırımlar hazine arazileri üzerinde yükselirken, zengin vergilerden sonra arabasını değiştirecek, modelini yükseltecek, evini yenileyecek, yazlık arayışına devam edecektir kış boyu…

Sonra proje hepimizin beklediği aşamaya gelebilecektir nihayet;

Zira Devlet desteği istihdam garantilidir…

Kurulacak fabrika şehrin istihdamına katkı sağlayacak, işsizlerimiz evlerine ekmek götürebilecektir.

Kaldı mı, istihdama ayrılan bütçede, şehrimizin işsizlerinin, çocuklarının okul masraflarını karşılamak üzere yevmiyeli işlerle karşılayamadığı kirayı, aylık faturaları, mutfak masraflarını ödeyebilecek, yoksulumuzu iş sahibi yapacak küçücük parça?

Hepimiz sorsalar milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçıyız…

Lakin ekonomik müesseselerimizi, ticari ilişkilerimizi Marksistlerin, ‘Alt yapı, üst yapıyı belirler’ diyalektiğinden öteye götüremiyoruz;

Alt yapı; üretim araçları, üretim güçleri, üretim ilişkileri, üstyapı; din, sanat, felsefe, bilim, ahlak, kültür…

“Maddi hayatın üretim tarzı, sosyal, siyasal, entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” der Marks.

Oysa tam tersi olmamalı mıydı?

“Allah, Âdem'e isimleri öğretti…”

Eşyaya tasarruf edebilecek üst dil; şeyleri manalandırma imkânı verdi.

Üretim araçlarını, üst dil, üst mana, üst yapı şuuruyla inşa edebilsin diye…

Bizde diyalektik, yukarıdan aşağı başlayarak, satıhta tekâmül eder.

Kaldı mı işsize, yoksula, ihtiyaç sahiplerine, kış mevsiminin hüznünü savuşturabileceği azıcık, üç beş kuruşluk miktar?

Kalmadı mı?

Öyleyse bekleyişlerimizi sonraki devlet destekli, teşvikli yatırımlara bırakalım yine biz…

Önünüzdeki baharlara bakalım yine biz…

16 Ekim 2024 Çarşamba

 15.10.2024 tarihi itibariyle; kurulu güç 114.233 MW oldu. Santral Sayısı: 31.632 adet oldu. 31 Temmuz ile 15 Ekim 2024 tarihleri arasında toplam 4.576 adet santral devreye girmiştir. Yine aynı tarihler arasında kurulu güç 3.039 MW artış kaydedildi. Yılbaşından bu yana kurulu güç değeri 7.677 MW artış kaydedildi.

Gıda güvenliği üzerine

Son günlerde gündeme gelen gıda hileleri (tağşiş) ve halk sağlığını tehdit eden uygulamalar, dikkat çekici bir şekilde arttı. Görev alanı içinde gıda denetimlerinden başlayarak, gıda üreticilerinin denetlenmesi, laboratuvar analizleri ve nihai tüketiciye ulaşana kadar geçen süreçte gıda güvenliğini sağlamak olan Tarım ve Orman Bakanlığı’nın soframıza gelen yiyeceklerin güvenli ve sağlıklı olması için sorumluluk taşıdığını hepimiz biliyoruz.

Gıdadaki tağşiş, yani bir gıdanın içine farklı maddeler ekleyerek kalitesinin düşürülmesi veya tüketicinin kandırılması, ne yazık ki ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Tağşişin en sık görüldüğü alanlardan biri et ve süt ürünleridir. Bakanlığın belirli periyotlarda denetim yapması sahadaki denetim sayısı, piyasanın büyüklüğü ile kıyaslandığında yetersizdir. Bu denetimler sonucunda kesilen cezalar, işletmelerin yeniden bu yola başvurmalarını engelleyebilecek kadar caydırıcı olmadığının altını çizelim. Gıdadaki tağşiş, genellikle ürünün görüntüsü veya tadında çok bariz fark yaratmadığı için, tüketiciler bu durumu fark edemiyor ve bilinçli bir şekilde tepki gösteremiyor. Denetimlerin sıklaşmasına rağmen, bazı işletmeler ne yazık ki bu hileli yöntemleri kullanmaya devam ediyor.

Tavukçuluk sektöründe, üretim aşamalarında yapılan hatalar ve yanlış uygulamalar ciddi sağlık riskleri doğuruyor ki, antibiyotik kullanımının kontrol altına alınması yönünde adımlar atılmış olsa da bazı tavuk çiftlikleri hala aşırı antibiyotik kullanımıyla dikkat çekiyor. Tavukların hızlı büyümesi için kullanılan ilaçlar, insan sağlığı açısından tehdit oluşturuyor. Ayrıca, tavuklarda kullanılan yemlerdeki hileler halkımızın sağlığı açısından endişe verici boyutlarda.

Balıkçılık çok mu farklı? Elbette fark yok. Balıkçılık sektöründe de denetimler küçük balıkçıların bu tür uygulamalardan kaçınmak yerine, hileli satışlar yapması, büyük bir sorun olarak kalmaya devam ediyor. Bal üreticileri hakeza aynı şekilde. Doğal balın içine glikoz, şeker şurubu gibi maddeler karıştırılarak tüketici kandırılıyor. Bal üreticilerinin, %100 doğal ibaresiyle satışa sundukları balların aslında büyük oranda yapay tatlandırıcılar içerdiğini laboratuvar testleriyle ortaya çıkaran bakanlık kontrol elemanlarının töhmet altında bırakılmaları ayrı bir ayıbımız.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın düzenli olarak açıkladığı tağşiş ve taklit listeleri, kamuoyunu bilgilendirmek açısından önemli. Ama ne yazık ki sorunu kökünden çözmüyor. Bu noktada, denetimlerin sadece üretim aşamasında değil, dağıtım ve satış aşamalarında sıkı tutulması, tüketiciye güvenli gıda ulaştırılması adına kritik bir öneme sahiptir. Denetimlerin sonuçlarının daha şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşılması ve bu işletmelere ağır yaptırımlar uygulanması gerekiyor.

Hepimizin sağlığını doğrudan etkileyen bir konu olan gıda denetimlerinin etkili hale getirilmesi, tüketicilerin bilinçlenmesi bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Unutmayalım ki, sadece denetimlerle değil, bilinçli tüketici davranışıyla da bu hilelerin önüne geçilebilir.

Discord ve benzerleri

Günümüzde dijital iletişim uygulamaları, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda. Discord gibi platformlar, bireylerin sesli, yazılı ve görüntülü iletişim ihtiyaçlarını karşılarken, bilgi ve içerik paylaşımını da hızla gerçekleştiriyor. Her biri farklı bir özelliğiyle ön plana çıkan bu uygulamalar, kullanıcılarına kaliteli ses iletişimi, görsel ve video paylaşımı gibi avantajlar sağlıyor. Ancak bu yeni iletişim dünyası, beraberinde denetim ve güvenlik konularını da getiriyor.

Sosyal medyanın olmadığı yakın geçmişte, sosyal kontrol mekanizmaları, yakın gözetimi oldukça güçlüydü. Aile, okul, mahalle gibi sosyal çevreler, bireylerin davranışlarını ve sosyal ilişkilerini şekillendirmede önemli bir rol oynuyordu. Bugün ise, sanal dünyadaki kontrolsüzlükle oluşan haddi aşmalar zamanla normalleşerek gerçek dünyaya da aktarılıyor. Özgürlüğün sınırlarının belirsizleştiği bu ortam, hem bireysel güvenlik hem de milli güvenlik açısından tehdit oluşturuyor. Örneğin, çeşitli platformlarda organize olabilen kişiler taciz gibi bireysel kötülükler, gruplar kötü niyetli akımları yaymak veya gençleri zar arlı ideolojilere yönlendirmek gibi tehlikeler barındırabiliyor.

Bu noktada, bu platformların yöneticilerinin üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi büyük önem taşıyor. Her uygulamanın kullanıcı güvenliğini sağlama yükümlülüğü bulunuyor. Bu tür mecralarda özgürlük kavramının, bireysel güvenliği tehdit edecek noktaya taşınmasına izin vermek, toplumun huzur ve refahını tehlikeye atmak anlamına gelir. Dolayısıyla, devlet erkinin bu süreçlere müdahale etmesi kaçınılmazdır. Kimilerinin özgürlük kısıtlaması olarak nitelendirdiği bu müdahale, aslında toplumun genel çıkarlarını koruma amacını taşır. Devletin bireylerin özgürlük haklarını gözeterek, sanal ortamın denetlenebilir hale gelmesi için adımlar atması oldukça muteber.

Özellikle 13-25 yaş arasındaki gençlerin bu uygulamalarda kötü niyetli kişi ve gruplar tarafından etkilenme riski oldukça yüksek. Bu gençler, henüz gelişimlerini tamamlamamış olmaları nedeniyle manipülasyona açık hale gelebiliyorlar. Teknoloji çağının sunduğu imkanlar, bir yandan bilgiye ulaşımı kolaylaştırırken diğer yandan olumsuz etkilenmeye de zemin hazırlıyor. Ailelerin, okulların ve yakın çevrenin bu konuda yeterince bilinçli olması, gençlerin doğru yönlendirilmesi için kritik. Ancak bu bilinç, tek başına yeterli değil; devletin de gerekli düzenlemeleri yaparak dijital dünyadaki tehlikelere karşı koruyucu tedbirler geliştirmesi elzem.

Teknolojinin olumsuz etkilerini yine teknoloji ile aşmak mümkün. Çeşitli yazılımlar, yapay zeka destekli içerik filtreleme sistemleri ve veri güvenliği önlemleri, dijital platformların daha güvenli hale getirilmesinde etkili olabilir. Ancak bu tür çözümler, platformların gönüllü çabaları kadar, yasal düzenlemeler ve denetim mekanizmalarıyla da desteklenmeli. Uygulamaların adı veya sunduğu hizmetin türü ne olursa olsun, önemli olan, kötü niyetli kullanımların engellenmesi ve doğru kullanımın teşvik edilmesidir.

Dijital platformların toplum üzerindeki etkilerini kontrol altına almak, bireysel ve toplumsal güvenliğin teminatı açısından vazgeçilmez. Bu noktada devletin rolü, bireylerin haklarını korumakla birlikte, toplumun genel refahını da sağlamak olmalı. Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengeyi kurmak için yapılacak düzenlemeler, toplumun hem dijital hem de fiziksel dünyada daha huzurlu bir yaşama sahip olması için oldukça önemli. Vesselam…

İnsan ömrü tıpkı kelebek misalidir! Bir varsın, bir yoksun…

Ömür dört mevsimi yaşatır her bir bireye…

Kişinin bebeklik ve çocukluk dönemi bahar mevsimidir. Yeni yeni uyanması, hayata tutunmasıdır.

Gençliği ise en güzel zamanı yaz mevsimidir. Her bir yan cıvıl cıvıl…

Orta yaşı sonbahar gibidir, kışa adım adım yaklaşma mevsimidir.

Ve yaşlılık, artık ömrün son demi yavaş yavaş kışa hazırlıktır.

Elbette yaşlanmayı göremeden bu fani dünyaya veda edenlerde var.

Ölüm sadece yaşlıya yok, yaşayan her canlıya vardır. Her canlı ölümü tadacaktır. Ali İmran suresi 185

Bütün ömründen bir gün hesaba çekileceksin, ona göre yaşamalısın!

Hiç birimiz ne bulunduğumuz konumumuza, ne edindiğimiz servetimize, ne de göz kamaştıran güzelliğimize güvenmemeliyiz. Biliyor musunuz, bunların hepsi geçicidir.

Buna hiçbir şey olmaz, yeri arkası sağlam dediğimiz insanlar bile bir anda her şeyini kaybede biliyor.

Her şey anlıktır. Allah’ın her şeyi yapmaya gücü yeter. Ol der olur!

Bu hayatta her şeyin bir çaresi vardır, fakat insan bozuldu mu çaresi yoktur…

Bozulmadan, kendimizden taviz vermeden, duruşumuzdan ödün vermeden yaşayalım.

Hayatta yaşadığımız hiç bir olay başımıza boş yere gelmez. Hepsinin illa ki bir sebebi vardır.

Hacı Bektaş-i Veli’nin ‘Ayağın taşa takılsa, kalbini yokla’ dediği gibi…

Bazen şer biliriz hayır onda gizlidir, bazen hayır biliriz şer onda gizlidir. Biz bilemeyiz, yaratan bilir.

Dünyalar güzeli olsanız da o güzelliği yok etmeye bir sivilce yeter.

Dünyanın en zengini olsanız da onu yok etmeye de bir kıvılcım yeter.

Her şeyin geçici olduğunun bilinciyle hareket etmek gerek…

Bazen bir kelebeğin ömrü kadardır hayat. Ne kırmaya gelir, Ne de kırılmaya... Hz. Mevlana

Zaman tıpkı bir kar tanesi gibi sessizce eriyip gidiyor avuçlarımızdan.

Ve bizler yaşadıklarımız kadar, yaşayamadıklarımızla da var oluyoruz bu hayatta...

Kısacası ömür bitiyor ve biz hiç farkına bile varamıyoruz.

Daha dün bir çocuktuk, bugün yolun yarısından çok daha öteye ilerledik.

Dünyanın gösterişli halleri, yapmacık çıkarcı insanları çekmiyor dikkatimi.

Bana bir parça, yüreği güzel, samimi insan lazım. Maksim Gorki

Hepimiz bu handa yolculuk eden birer yolcuyuz. Kocaman bir yalan dünyanın içinde oyalanan!

Yaşam alanımızda şayet karşımıza çıkan insanlar bizi Allah’a yaklaştırıyor ise imtihan, Allah’tan uzaklaştırıyor ise cezadır. Hayatımıza giren insanlar ceza mı? İmtihan mı? Önce bunu ayırt etmeliyiz.

En acısı da nedir biliyor musunuz? Dün gördüğümüzü, bugün görememek.

Yani ortada bugün olup, yarın olamayacağımız bir dünya var.

Peki, bu yalan dünyada iyilik varken, kötülük yapmak niye ki?

Üzmek kırmak kolaydır, telafi etmek, onarmak zordur. Onarmaya çabalamak ise insanlıktır.

Bakın üzdün diyememiş de Neşet Ertaş; Yazımı kışa çevirdin demiş!

Şu naifliğe bakar mısınız? Kırgın olduğunu dile getirirken bile incitmekten imtina ediyor!

Kırdığınız, incittiğiniz insanlar için telafi çabası içine girmiyor ve vicdanen rahatsızlık duymuyorsanız, kalbiniz kararmıştır diyebilirim. Vicdan ve merhametinizi yitirmeyin…

Ahmed Arif der ki; ''Bir gönül inceliğidir, bir insana değerli olduğunu hissettirmek.''

Yani demem o ki dostlar, sözün özüne gelecek olur isek şayet, dün geçmişte kaldı, yarın senin için olacak mı orası da muamma, o halde gün bugündür, yani yaşadığın gün…

Geç kalma! Hayat ertelenmez! Elinizdeyken bilin ‘sevdiklerinizin’ değerini, kıymetini… Saygıyla…

Günün Sözleri;

Etrafınız adam kaynar, ama sizin gözleriniz bir tek kişiyi arar. Hayat böyledir işte!

Çürük elma, sağlam elmayı çürütür!

Allah’ım ben şer bildim, meğer sen hayrı onda gizlemişsin…

15 Ekim 2024 Salı

Kamuda tasarruf tedbirleri ile ilgili olarak doğru bilinen yanlışlar


Bilindiği üzere, tasarruf tedbirleri konulu 2024/7 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Genelgesi 17.05.2024 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Söz konusu genelgenin yayımlanmasından sonra bazı kamu kurumlarının ya genelge hükümlerini tam olarak anlamamaları nedeniyle veya fırsatçılık, işgüzarlık veya algı yaratma güdüleriyle aslında genelgede amaçlanan uygulamalar yerine genelgede yer almayan veya genelge ile amaçlanmayan uygulamalara başvurdukları ve bu durumun bazı kamu hizmetlerinde aksaklıklara (okullarda temizlik hizmetlerinin aksaması vb.) sebebiyet verdiği gibi haksızlıklara da yol açtığı görülmektedir.

Kamuda tasarruf tedbirleri ilgili olarak doğru bilinen başlıca yanlış uygulamaları aşağıdaki başlıklar altında irdeleyebiliriz. 

1- Tasarruf tedbirleri genelgesi genellikle büro malzemesi, makam aracı ve temsil ağırlama gibi cari giderleri kapamaktadır.

YANLIŞ.

Tasarruf tedbirleri genelgesi sadece cari harcamalarda tasarruf sağlanması değil, hizmet binaları, lojmanlar ve sosyal tesisler gibi kamu taşınmazlarıyla ilgili israfın önlenmesi, kamu kurumlarının görev ve faaliyet alanları dışında harcamalarda bulunmaması, yasal dayanağı bulunmayan veya yapılmayan işlerin bedellerinin ödenmemesi gibi aslında kamu idarelerinin kamu kaynağının kullanılması konusundaki sorumluluklarını da düzenlenmektedir. 

2- Kamu kurumları izin almadan demirbaş, makine ve büro malzemesi alamaz

YANLIŞ.

Demirbaş alımlarıyla ilgili olarak genelgenin ilgili hükmü “Kamu kurum ve kuruluşlarınca zorunlu haller hariç olmak üzere 3 yıl süreyle büro malzemesi, makine ve teçhizat, tefrişat, bilgisayar ve donanımı ile benzeri demirbaş alımı yapılmayacaktır” şeklindedir.

Söz konusu genelge hükmüne göre zorunlu hallerde yani acil ve zaruri ihtiyaç hallerinde kamu idareleri herhangi bir merciden izin almaksızın büro malzemesi, makine (iş makinesi dahil) ve teçhizat, tefrişat, bilgisayar ve donanımı ile benzeri demirbaş alımı yapabilir. Zorunlu hal durumu kamu kurumlarının bizzat kendileri tarafından belirlenecektir. 

3- Kamu Kurumları Hiçbir Şekilde Taşınmaz Mal veya Taşıt Aracı Edinemez

YANLIŞ.

Genelgenin ilgili bölümlerinde “Kamu kurum ve kuruluşları tarafından 3 yıl süreyle yurt içinde ve yurt dışında hiçbir şekilde yeni hizmet binası alınmayacak, kiralanmayacak, yapılmayacak veya bu amaçla arsa veya arazi satın alınmayacak, kamulaştırılmayacaktır.” Hükmü ile “Kamu kurum ve kuruluşlarınca, 3 yıl süreyle her ne şekilde olursa olsun yeni taşıt edinilmeyecektir.” hükmü bulunmakla birlikte genelgenin “Diğer Hususlar” başlıklı bölümünde; “Bu genelgede belirtilen hükümler hilafına ortaya çıkabilecek zorunlu ihtiyaçların karşılanabilmesi veya izin gerektiren durumlar için bakanlıklar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlar ile diğer idareler bakımından Cumhurbaşkanlığı’ndan, il özel idareleri bakımından İçişleri Bakanlığı’ndan, belediyeler bakımından Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan izin alınacaktır.” hükmü bulunduğundan kamu idareleri ilgisine göre Cumhurbaşkanlığı, İçişleri Bakanlığı veya Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan izin almak suretiyle bina, arazi veya taşıt edinebilir. 

4- Kamu ihaleleri sadece tasarruf tedbirleri gerekçe gösterilerek iptal edilebilir

YANLIŞ.

Kamu ihaleleri ancak 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’ndaki ihalenin temel ilkelerine aykırı bir durumun ortaya çıkması halinde iptal edilebilir. 

4734 sayılı Kanun’a göre ihalenin temel ilkeleri; saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlik, gizlilik, kamuoyu denetimi, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanması ve kamu kaynaklarının verimli kullanılmasıdır.

Tasarruf tedbirleri gerekçesiyle ihalenin iptali söz konusu ilkelerden “ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanması” ve “kamu kaynaklarının verimli kullanılması” ilkeleri ile bağlantılıdır. Dolayısıyla, ihalenin temel ilkelerine aykırı herhangi bir durumun olmaması örneğin ihalede en uygun bedelin piyasa rayiçlerine uygun olması halinde tasarruf tedbirleri gerekçe gösterilerek ihalenin iptal edilmesi yasal açıdan sorun teşkil eder. 

5- Tasarruf Tedbirleri Genelgesi yeni mevzuat getiriyor

YANLIŞ.

Tasarruf Tedbirleri Genelgesi bazı alımları kısıtlamak dışında yeni herhangi bir düzenleme getirmemektedir. Örneğin, genelgede taşıt edinimi ve kullanımı ile ilgili olarak yer alan düzenlemeler zaten 237 sayılı Taşıt Kanunu ile söz konusu kanuna istinaden yayımlanan ikincil mevzuat hükümlerinde yer almaktadır. Aynı şekilde, kamu kaynaklarının ihtiyaçlar ölçüsünde ve verimli kullanılması gerek 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu gerekse 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun temel ilkeleri arasında yer almaktadır.

Öte yandan, 2024/7 sayılı Tasarruf Tedbirleri Genelgesi’nde yer alan hususların çoğu daha önceki yıllarda Başbakanlık veya Cumhurbaşkanlığı tarafından yayımlanan tasarruf tedbirlerine ilişkin genelgelerde de yer almaktadır.

6- Tasarruf Tedbirleri Genelgesi personelin servis “hakkı”nı ortadan kaldırdı

YANLIŞ.

Kamu personeline sağlanan sosyal ve mali haklar esas itibariyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda yer almakta olup, söz konusu kanunda devletin kamu personeline taşıma (servis) hizmeti sağlayabileceğine ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Dolayısıyla, hâlihazırda kamu personeline sağlanan servis hizmetinin herhangi bir kanuni dayanağı bulunmamaktadır. Bu bağlamda söz konusu uygulama kanuna değil, memur sendikaları ile imzalanan toplu sözleşmeye istinaden yürütülmektedir. Bununla birlikte, söz konusu sözleşmeye göre de servis hizmetinin minibüs, otobüs vb. araç kiralaması yapılması suretiyle sağlanması zorunluluğu bulunmamaktadır. Bu nedenle, Tasarruf Tedbirleri Genelgesi personelin servis hakkını değil, yasal dayanağı bulunmayan servis kullanma imkânını ortadan kaldırmıştır. 

7- Kamu kurumları konser ve festival düzenleyemez

YANLIŞ.

Genelgenin ilgili hükmü “Uluslararası toplantılar ile millî bayramlar hariç açılış, konferans, seminer, yıl dönümü ve benzeri kutlama ve organizasyonlara ilişkin faaliyetler nedeniyle gezi, kokteyl, yemek ve benzeri davetler düzenlenmeyecek, hediye verilmeyecek ve diğer adlar altında ödeme yapılmayacaktır” şeklinde olup bu hüküm “Temsil, Tören, Ağırlama Ve Tanıtım Giderleri” başlığı altında yer almaktadır.

Burada kastedilen; toplu sünnet, toplu düğün, açılış etkinliği ve benzeri adlar altında yemekli toplantılar, ziyafet, kumanya dağıtımı, promosyon, eşantiyon vb. ürün dağıtımı yoluyla kamu kaynaklarının ölçüsüz şekilde dağıtılmasıdır. Genelge yasal dayanağı bulunmayan söz konusu etkinlikleri yasaklamaktadır. 

Genelge festival ve konser hizmet alımını yasaklamayı amaçlamış olsaydı genelgede açıkça festival ve konser hizmet alımından söz edilirdi.

Bu nedenle, belediyeler, üniversiteler ve benzeri kurumlar herhangi bir yerden izin almadan kurtuluş yıldönümleri, yöresel ürünlerin tanıtımı ve diğer geleneksel uygulamalar için festival ve konser düzenleyebilir (Yemekli toplantılar, ziyafet, kumanya dağıtımı, promosyon, eşantiyon vb. ürün dağıtımı olmaksızın).

8- Kamu kurumları eğitim, seminer ve danışmanlık hizmeti alamaz

YANLIŞ.

Genelgenin ilgili hükümlerine göre zorunluluk arz etmesi halinde kamu idareleri herhangi bir yerden izin almaksızın dışardan eğitim veya danışmanlık hizmeti alabilir. Zorunluluktan kasıt; alınacak eğitim ve danışmanlığın konusunun kurum personelinin bilgisi ve görevini aşan bir özel uzmanlık gerektirmesidir. 

9- Tasarruf tedbirlerine riayet etmek sadece mali disiplin ve etik açıdan gereklidir

YANLIŞ.

Tasarruf Tedbirleri Genelgesi esas itibariyle mevcut mevzuatın kamu menfaatlerine uygun şekilde kullanılması yönünde kamu idarelerine uyarılarda bulunmaktan ibarettir. Örneğin, Tasarruf Tedbirleri Genelgesi’nde kamu idarelerince istisnalar dışında hibe dahi olsa yabancı menşeli taşıt aracı edinilmemesi ve taşıt kullanımının sadece belli makamlarda bulunanlarla sınırlandırılması öngörülmüş olmasına karşın taşıt edinimi ve kullanımıyla ilgili söz konusu sınırlamalar zaten ilgili mevzuatta (237 sayılı Taşıt Kanunu ile Hizmet Alımı Suretiyle Taşıt Edinilmesine İlişkin Esas Ve Usuller vb.) mevcut bulunmaktadır. Söz konusu kanuna riayet edilmemesi hapis cezasını dahi gerektirmektedir. Bu nedenle, tasarruf tedbirlerine riayet etmek sadece mali disiplin ve etik meselesi olmayıp, kamu görevlilerinin kanunlara riayet etmesi ve kanunları uygulama yükümlülüğünün de bir gereğidir. 

10- Tasarruf tedbirlerinde yer alan düzenlemeler 3 yılla sınırlı geçici düzenlemelerdir

YANLIŞ.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, Tasarruf Tedbirleri Genelgesi’nde yer alan düzenlemelerin çoğu zaten ilgili kanunlarda yer almaktadır. Bu nedenle, genelgede belli bir süreyle sınırlandırılan tedbirler (3 yıl süreyle taşınmaz mal ve taşıt aracı edinilememesi vb.) dışındaki düzenlemeler geçici değil, sürekli olarak yürürlükte olacak düzenlemelerdir. Nitekim genelgede de genelgenin yürürlükte kalacağı süreyle ilgili herhangi bir sınırlama da bulunmamaktadır. 

11- Tasarruf Tedbirleri Genelgesi’ne riayet etmemek sadece disiplin cezasını gerektirir

YANLIŞ.

Her ne kadar tasarruf tedbirleri genelgesine riayet etmemenin yaptırımı 5018 sayılı Kanunda (Ek Madde 9) “Kamu kurum ve kuruluşlarının harcama ve uygulamalarının tasarruf tedbirlerine uygunluğunun idarelerince ve/veya Hazine ve Maliye Bakanlığınca izlenmesi ve denetlenmesi sonucunda, alınan tedbirlere aykırı iş ve işlemleri tespit edilenler hakkında tabi oldukları mevzuat uyarınca disiplin hükümleri uygulanır ve sonuçları idarelerince Cumhurbaşkanlığına bildirilir.” şeklinde ifade edilmiş ise de tasarruf tedbirleri genelgesinde yer alan hususların ilişkin bulunduğu kanunlarda çeşitli adli (hapis cezası) ve mali (kamu zararı) yaptırımlar da öngörülmüştür.

Bu nedenle, Tasarruf Tedbirleri Genelgesi’nde yer alan bazı hükümleri göz ardı etmek disiplin cezasının yanı sıra adli ve mali yaptırımlar da gerektirir. 

Sonuç,

Tasarruf tedbirleri genelgesi esas itibariyle yeni bir mevzuat getirmemekte olup, genellikle mevcut mevzuatın uygulanmasıyla ilgili olarak kamu kurumlarının dikkatli ve kamu kaynaklarının kullanımında özenli davranmaları konusunda dikkat çekmektedir.

Bu nedenle, kamu hizmetlerinin aksamaması ve kişilerin mağdur olmamaları açısından kamu kurumlarının söz konusu genelge hükümlerini doğru anlamaları ve uygulamaları ve fırsatçılık, işgüzarlık veya algı yaratma güdülerinden uzak durmaları, tasarrufun esas itibariyle büyük tutarlı harcamalara odaklı olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir.