Dünyanın büyüleyiciliği renklerinden kaynaklanıyor. Göze güzelliğini veren renkleri ayırt etme gücüdür. Fizyolojik veya zihinsel, renk körlüğü bir mahrumiyet, renk düşmanlığı ise tarifi zor bir saçmalıktır. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz renkler var. Göz göze gelince yüreğimizi şımartan ve bizi hayata olduğundan daha sıkı bağlayan renklerimiz var. Korktuğumuz veya tepkisiz kaldığımız renkler de… Ama hiçbirimiz sevmiyoruz diye bir rengi öldürmeyi düşünmüyor, hoşlanmadığımız renkleri ortadan kaldırmanın hesabını yapmıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bizim sevmediğimiz renk başka birilerinin tutkusu olabilir. Çünkü biliyoruz ki gün gelir sevmediğimiz rengin meftunu olabiliriz. Toprak da öyle düşünüyor ki hiçbir çiçeğe ambargo uygulamıyor: Göğsüne kondurulan her filizi, rengine dokunmaksızın yeşertiyor, doğasına uygun renkle kendisini temsil etmesine fırsat veriyor. Renklerin çokluğu ve sayısız türevleşme becerisi bize de bir şey söylüyor: Dünya renkleriyle güzel. Ne kadar çok renk, o kadar huzurlu hayat. Çünkü bak diyor renkler insana, ait olduğunuz gezegen dışında kalanların, bir ya da birkaç rengi var ve işte o yüzden, tam da ondan dolayı oralarda hayat yok. Ve işte o yüzden, ondan dolayı, burada hayatı sağlayan çeşitliliğe müsamaha göstermek gerekir. Ve yine o yüzdendir ki dünyayı kaybediş, renkleri yitirişle olacak.
Çeşitlilik azaldıkça dünya da sönükleşiyor. Zorunlu olmadıkça kutuplarda yaşamayı tercih etmememizin sebebi varoluşumuzun renklere ayarlı olmasıdır. Aynı şekilde beşeriyetin orta kuşak ikliminde yoğunlaşmasının dolaylı sebebi de yine renk çeşitliliği olmalı. Başlangıçtan beri sadece insan soyunun değil bitki ve hayvan soylarının, dolayısıyla canlı türlerin ortaya çıktığı, gelişip serpildiği ve dünyaya yayılmasının çıkış noktası da yine elbette orta kuşak ikliminin egemen olduğu coğrafyalardır. Güney-kuzey ve Doğu-Batı ekseni bu ilk çıkıştan, ilk mayalanıştan, ilk yeşerişten, tabir yerindeyse insanlık emeklemeyi bırakıp yürümeyi öğrendikten sonra gerçekleşmiştir. Haddizatında dünyayı yaşamın olmadığı öteki bütün gezegenlerden ayıran belirgin vasıf da çok renkliliktir. Dolayısıyla çeşitlilik ve çok renklilik doğal dengenin olmazsa olmazı, hatta omurgasıdır. Bütün bunlardan çıkan sonuç açıktır: Renklerin sayısı arttıkça yeşerti de artar, azaldıkça yeşerti de gücünü kaybeder.
Çiçekler kuruyunca renkleri birbirine yaklaşır. Kokuları azalır, temsil kabiliyetini yitirir. Ölüler arasındaki fark, dirilerdeki kadar belirgin değildir. Hayat, farka vurgu yapar ve nefes alıp veren her şey kendini temsil etme becerisi gösterdiğinden dünyayı olduğundan çok daha coşkulu kılar. Düşünsenize dünya bir baştan ötekine bir kuru otlar alanı, yine bir baştan ötekine cesetler yığını olsa buna hangimizin kalbi dayanabilirdi? Düşünsenize her şeyin ve herkesin aynı olduğu bir dünyada daha ne kadar yaşayabilirdik? Zaten, içimizdeki yolculuk hissinin gözesi bizde olmayan, sahip olmadığımız renkleri görme hissi değil midir?
Gelgelelim aramızda öyle bir insan türü var ki epey zamandır renklerin amansız düşmanı. Kendi rengi dışındaki bütün inançları, düşünceleri, toplulukları, kültürleri ve tenleri yok etme uğraşı veriyor. Dünyayı bir ölü tenler mezarlığına dönüştürmeye çalışıyor. Gelgelelim ki ve nasıl oluyorsa alabildiğine güçlü, güçlendikçe daha çok rengi solduruyor, çeşitliliğin sınırlarını daraltıyor, sönükleştiriyor, nihai aşamada tek bir inancın, tek bir rengin, tek bir kokunun egemenliğinde bir dünya tasarlıyor. İşgal ettiği bütün coğrafyalarda oranın endemik renklerini ya dönüştürerek ya kolunu kanadını kırarak kendine benzetiyor, benzemeyenleri kurutup kötülük müzesine gönderiyor. Amerika’yı keşfediyor, oranın güzellikleriyle büyülenmek yerine, orayı büyüyle buluşturan kızıl renklileri sarı altınlar karşılığında yok ediyor. Afrika’ya iniyor siyah derilileri boyunlarındaki incileri almak için yok ediyor veya köleleştirerek emrine amade kılıyor. Güçlü, kaba ve sinsi kollarını Asya’ya uzatıyor bir tutam pamuk için sarı benizlilerin altını oyuyor, milyonlarca çekik gözlüyü katlediyor. Şimdi de sıra Ortadoğu’nun esmer derililerinde diyor. Topu topu kaç rengi var ki derimizin? Neden hepimiz beyaz olmak zorundayız? Neden hepimiz sizin inancınızı, kültürünüzü, renginizi benimsemek zorundayız? Bırakınız hangi dağ hangi çiçeğe kucak açıyorsa bahar oraya gelsin, yağmur oraya yağsın, orası çiçek bahçesi olsun, öylece kalsın. Bırakın kim nerede, ne şekil yaşamak istiyorsa yaşasın. Bırakın her yağmurlu havanın ardından, orada, tam da yerden nem kokusu yükselirken bir gökkuşağı eğilip onu, onunla birlikte insanı ve insanlığı öpsün.
Dünyayı tek renge mi indirgemek istiyorsunuz? Diğer bütün renkleri beyazın potasında mı eritmek istiyorsunuz? Atmosferi, attığınız bombalar gibi içinizdeki karanlıkla mı kaplamak istiyorsunuz? Ama zaten sizin sadece teniniz beyaz ve ruhunuzdan katran akıyor. Ama zaten siz yüzyıllardır ışık alıyor, karanlık satıyorsunuz; iyilik alıyor, kötülük satıyorsunuz; hayat alıyor, ölüm satıyorsunuz. Çekin elinizi rengarenk kıtalarımızdan; çekin elinizi inançlarımızdan, yerimizden, göğümüzden, kültürlerimizden, sizden farklı olan her şeyimizden. Bize dokunmayın, renklerimizi öldürmeyin. Unutmayın ki renklerin de bir hesabı vardır ve er ya da geç, o hesap, bir gün, bir yerde görülecek. Renklerin hışmı sizi bitirecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder