Elimize kalemi veren kim, bu defter neyin nesi? Hangi ormanın, hangi ağacından elde edildi bu defter?
Ve imalatında çalışanlar kimlerdi? Başlıyor yazı ve imzasız yazgı.
Cevapsız sorularla başlıyor her şey? Aslında sorular zor, soruyu soranın hâli daha da zor. Elimize tutuşturulan defteri açıyoruz ve başlıyoruz çizgi çekmeye. Oysa yazmadan oku denilmedi mi? Biz, yazılanı okumakla mı mükellefiz? Demek ki önce okumakla başlıyor ömür. Şimdi ilk sayfasını çeviriyoruz ömür defterinin. O da ne! Bomboş bir defter. Ben mi dolduracağım bu defteri? İlk çizgiyi çekecek olanı arıyoruz. Arayış…
Ben yazı yazmayı bilmem ki. Önce kalem tutmak lazım. Çizgi çekiyoruz. Eğik, dik ve şekillerle başlıyor kalem tutuş hikâyemiz. Satıra sığmayan çizgiler, satıra sığmayan harfler, satıra sığmayan hayaller daha ilk tecrübemizde kendini göstermiyor mu? Ve başımızda bir uyaran, bizi aynı hizaya çekmeye zorluyor. Olmadı! Oldu! Güzel! Devam et! Dur! Sil! Her uyarıda kendimizi toparlayarak ilerliyoruz. Eksiğimizi görüyoruz. Hoşumuza gitmiyor bu uyarılar. Bir an önce bitsin istiyoruz. Bitsin bu çektiğimiz çizgiler. İki çizginin dışına çıksa da çizgiyi kabullenip sonuca varmak istiyoruz.
Kim istemiyor, kim istiyor? Hepimizin çizgisi bir defterle başlıyor. Çizgi… Dümdüz. Hatasız. Güzel. Ancak sağa sola, düşe kalka doluyor ilk sayfa. Onay bekliyoruz. Çizgilerimizden belli oluyor hayat çizgimiz. Bir istikâmet çıkıyor. İlerle!
Çok uzaklardan gelip bizi bulan bu defter…Belki de defterler de memnun değil sahiplerinden. Peki, sahibiyle bu defteri buluşturan kim? Bu hikâyeyi oluşturan kim? Sürekli yaz emrine uyarak bu defteri dolduran ben miyim? İtirazımız var ancak hep reddediliyor. Ne kalem ne defter ne de bu can sıkan çizgiler, harfler, heceler mutlu ediyor. Hayır hayır, buna dur demek istiyorum. Yeni baştan bir defter, yeni kalemler, yeni renkler, bana ait olan çizgiler, sağa doğru değil, sola doğru; aşağıya doğru, yukarıya doğru ve defterin istediğim yerine çizgiler çekmek istiyorum. Olmuyor, bu iş böyle gitmeyecek. Bu hikâye bitmeyecek ve hep yarım kalacak. Yarım kalıyor hayaller, yarım kalıyor bu defter ancak yarım kalmayan ve çizgi çekmekle başlayan ve çile çekmekle süren bir ömür kalıyor elde. Evet, elde var bir ömür; elde var hatalarla dolu bir defter; elde var istenilmeyen yazgıya boyun eğip ilerleyen bir hikâye. Kabul etmesek de böyle devam ediyor defter. Doluyor defter, doluyor biçilen vade.
Derken başka bir zamana uyanıyoruz. Renkleri tanıyor, yeni çizgiler öğreniyor, yeni yazılar, yeni hikâyelerle tanışıyoruz. Acemisi olduğumuz defteri bir kenara bırakıp kazandığımız tecrübe ile başlıyoruz yeni deftere. İçimizde bir ah var. Kime sorsak aynı dertten muzdarip. Gözümüzü kamaştıran, elimizi ayağımızı dolaştıran bir şeyler oluyor. Meğer bir yılda dört mevsim varmış. Gönül diyarına gelmeyen nice mevsimler de varmış. Ten kışta, ruh baharda, can harda.
Kendi kendimizi telkin ediyoruz. Aman deyip geçsek de geçmiyor içimizde tortu bırakanlar. Cilalı bir yüzle içimizi dışa vuruyoruz. Yetmiyor. Geçim kapısı tamam olsa da geçmediğimiz nice kapıda bekleyip durduğumuzu çok geç görüyoruz. Geçmiyor yaralar. Sekerek yürümeye de razıyız. Ayağımıza takılan nice çelmeye rağmen bizi bekleyen o kapıdan geçme hayali.
Şimdi elimizde yeni defter, yeni başlangıçlar. Hikâye devam ediyor. Kalem de farklı, kelam da. İçeri girme hakkımızı kullanmak istiyoruz. “Dur! Çok geç kaldın.” diyorlar. İtiraz ediyoruz. Oysa hiçbir derse geç kalmamıştım. Hep takdir görmüştüm, hep taltif. Şimdi ilk kez ve son kez “geç kâğıdı” istiyorum hayattan. Kapılar kapanıyor. Ömür defteri elimde kalıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder