29 Aralık 2020 Salı

Covid-19 Sürecinden Yeni Bir Paradigmaya Doğru

    II.Dünya Savaşı’ndan bu yana, dünya ciddi ekonomik durgunluklarla karşı karşıya kalmıştır. Bugüne kadar tüm dengesizliklerin aynı anda bu kadar sert yaşandığı bir zaman ise hiç olmamıştır. Bu yazımda Covid-19‘un getirdikleri ve bilimsel bağlamdan yola çıkarak ekonomik ve sosyolojik boyutları çerçevesinde nasıl bir yeni paradigma oluşturulabilir konularını analiz edeceğim.

    COVID-19 salgını tüm dünyada yayılırken, salgın sonrası dünyada spekülasyonlar başladı. COVID-19’dan sonraki dünyanın, benzeri görülmemiş ekonomik zorluklar ve yaygın sosyal kaygıların yeni normal hale gelmesiyle farklı ve zor bir dünya haline geliyor. Bununla birlikte, pandemi aynı zamanda rotamızı düşünme ve gözden geçirme ve birçokları için adil olacak bir alternatif bulma şansı da sunuyor.

    Pandemi, beraberinde yoğunlaştırılmış yurttaş gözetimi ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması ve tehlikeye atılmasını getiriyor. Ayrıca pandemi, uzun vadede küreselleşmeye, serbest ticarete, çok taraflılığa ve kalkınma işbirliğine ciddi zararlar verecektir. Peki tüm bunlara salt Covid-19 yol açıyor diye düşünebilir miyiz? Cevabımız hayır.

Alternatif Bir Dünya Doğru mu?

    Aslında şu an yaşanan krizin temeli neoliberal şirket kapitalizminin tıkanmasıdır. Bu salgının, içinde yaşadığımız derin eşitsizlik ve hileli dünyanın bizi bir kez daha farkına varmasını sağladığını hatırlatmak önemlidir. Evet, bu zamanda bir araya gelen ve birbirlerine yardım eden insan şefkatinin taştığını gördük. Evet, pandeminin ön saflarında gece gündüz çalışan sağlık çalışanlarını gördük; sık sık başkalarının hayatını kurtardığı için kendi hayatlarını tehlikeye atıyorlar.

    Ama çitin diğer tarafını da gördük. Kendini tecrit etmenin ve sosyal mesafenin sadece küçük bir azınlığın karşılayabileceği ayrıcalıklar olduğunu gördük. Sanayi kentlerinde mahsur kalmış göçmenlerin, virüse yakalanmaktan çok işlerini kaybetmekten endişelenen uçuş görevlilerinin, açlığın koronavirüsten önce onları öldürebileceği endişesinin yürek burkan hikayelerini okuduk.

    Bu trajik hikayeler, herhangi bir yere veya bölgeye özgü değildir. Mumbai’den Manila’ya, Manhattan’a kadar her yerdeler. Başka bir deyişle, bu kriz çalışan yoksulların, iş ekonomisine karışmış Y kuşağının trajedilerini ayrıntılı bir şekilde belgeledi ve sergiledi.

    Covid-19’un tüm dünyayı sarmaladığı, beraberinde daha pek çok olumsuzluğu getirdiği, gittikçe kötüleşen küresel sorunların derinleştiği günümüzde mutluluğumuzu geri getirecek bir dünya düzenine ihtiyacımız var. Bu oluşturulacak yeni dünya düzeninin ekonomik, sosyal, politik bağlamının oturacağı bilimsel temelli yeni bir paradigmayı oluşturmamızın tam zamanı. Covid-19 bunun için bir fırsat olarak düşünülmeli.

Nil GÜREL

Kaynak: Matematiksel.org

22 Kasım 2020 Pazar

Kısaca Enerji

Sanayinin temel girdilerinden olan enerji, ulusların kalkınmalarında ve refaha ulaşmalarında büyük önem taşımaktadır. Sanayileşme ve kalkınma yarışında öne geçebilme çabasındaki uluslar, bu yarışta kendileri için en avantajlı hammadde ya da enerjinin arayışı içerisinde olmak zorundadırlar. Bu çerçevede, enerji kaynaklarına sahip bulunan ülkeler, yarışa bir adım önde başlamaktadırlar. Enerjinin ucuz, kaliteli, zamanında ve güvenilir şekilde temini, ülke yönetimlerinin öncelikli konuları arasında bulunmaktadır. Dünyada sık sık gündeme gelen enerji krizleri, ülkeleri, enerji politikaları konusunda daha hassas, daha akılcı hareket etmeye zorlamaktadır. Enerjinin ekonomik gelişmenin temeli olduğu, bu nedenle ulusların kalkınmalarında ve refaha ulaşmalarında büyük önem taşıdığı, herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Ekonomik ve sosyal kalkınmanın temel girdilerinden biri olan enerjinin, dünyanın ve insanlığın geleceğindeki belirleyici konumu, geçtiğimiz her geçen gün daha da artmaktadır. 

Dünya fosil yakıtlardan Biden'le kurturlur mu?

 https://www.enerjigunlugu.net/dunya-fosil-yakitlardan-bidenle-kurtulur-mu-31889yy.htm



Karbon Nötr

Ülkemizin Net Sıfır Hedefi İçin Bir Planı Var mı? Varsa Hazırlandı mı? Önümüzdeki yıl gerçekleşecek COP26 iklim zirvesine kadar Ülkemizin kömürden çıkış için ve karbon nötrlüğe ulaştırmak için ne kadarlık bir kaynak söz konusu? Karbon Nötrlüğe ulaştırmak için İlgili Bakanlıklarımızın kısa ve orta vadede eylem planları ile birlikte mali ve finansman kaynakları planları var mı? İngiltere’yi 2050 itibarıyla karbon nötrlüğe ulaştırmak için 12 milyar sterlin fon sağlama sözü verdi.  Biz ne kadar kaynak yaratacağız? Kaynakların etkin ve verimli kullanılması adına ne gibi çalışmalar yapılmaktadır.

11 Haziran 2020 Perşembe

Madenciliğimiz salgını hasarsız atlatabilecek mi? Dr. Nejat TAMZOK

İçinde bulunduğumuz yıla damgasını vuran iki önemli gelişme, Türkiye’deki pek çok ekonomik sektörü önümüzdeki dönemlerde ciddi şekilde etkileyecektir. Bunlardan ilki Covid-19 salgını nedeniyle ortaya çıkan küresel ve yurtiçi ekonomik daralmadır. Diğeriyse salgın sürecinin etkisiyle dış ticarette korumacılık yanlısı görüşlerin giderek daha fazla uygulama alanı bulmasıdır.
Her ne kadar son günlerde etkisini yitiriyor gibi görünse de salgının bundan sonraki gelişimine ilişkin belirsizlikler henüz tam olarak ortadan kalkmış değil. Giderek sönümlenecek mi yoksa arkasından başka dalgalar da mı gelecek kesin olarak bilinmemekte. Bununla beraber, salgının küresel ekonomide bugüne kadar yaptığı tahribat dünyanın daha önce karşılaştığı ekonomik krizlere göre daha derin olacak.
Küresel ekonomik daralmanın şiddetiyle ilgili pek çok tahmin yürütülmekle birlikte, 2020 yılı için en azından eksi yüzde 3-4 civarında olacağı ve salgın sonrası normalleşmenin uzun zaman alacağı yönündeki tahminler ağırlık kazanmakta. Dünya ticaretinin bu yıl en iyimser olasılıkla yaklaşık yüzde 10 gerileyeceği, paranın gelişmiş ekonomilere doğru kaçacağı, özellikle gelişen ekonomilerde işsizlik ve yoksulluğun tavan yapacağı sıkça dile getirilen diğer olumsuzluklar arasında. Benzer şekilde, ekonomisinin bu yıl yüzde 3-4 oranında küçüleceği tahmin edilen Türkiye’nin de bu olumsuzluklardan payını alması şüphesizdir.
Bir taraftan tüm dünyada daralma yaşanırken diğer taraftan salgın koşullarında ülkelerin kendi kendilerine yeterliliği sorgulanmakta ve bu noktadan hareketle dış ticarette korumacılık eğilimleri giderek öne çıkmakta. Salgın öncesinde de sıkça gündemi işgal eden bu yöndeki görüşler, -döviz kurlarında meydana gelen yüksek artışların da etkisiyle- uzun süredir Türkiye’de “yerli ve milli” teması altında dile getirilmekte. Geçtiğimiz günlerde Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak "stratejik ve ülkemizde üretim imkânı olmayan ürünler haricinde artık ithalat eskisi gibi kolay olmayacak,” ifadeleriyle konuyu tekrar gündeme taşıdı. Bu yöndeki politika tercihi, söylem düzeyinde de kalmadı ve salgın döneminde yayınlanan cumhurbaşkanlığı kararlarıyla binlerce ürüne ek gümrük vergileri getirildi. Henüz bu yeni dış ticaret politikasının tam olarak belirgin olduğu söylenemez. Ancak “yurt içinde üretilebilen malların ithalatının zorlaştırılacağı” ifadesinden 1980 öncesi ithal ikameci politikaları hatırlamamak da mümkün değil.
Aktardığımız bu iki gelişmeden Türkiye madencilik sektörünün de olumlu ya da olumsuz yönde etkilenmesi kaçınılmazdır.
***
Türkiye madencilik sektörü, aslında salgın öncesinde de uzun süreli bir durağanlık içerisindeydi. Bir dönem sektörün lokomotifi olmuş mermer ve traverten gibi doğal taşların, demir ve nikel dışında metalik madenlerin, borlar ve trona dışında neredeyse tüm endüstriyel hammaddelerin üretimleri 2015 yılı sonrasında ya gerilemekte ya da yerinde saymaktaydı. Böyle olduğu için de Madencilik Üretim İndeksi’nde son beş yıldaki artış oranı sadece yüzde 17 düzeyinde kaldı. Bu artışın kaynağında, yukarıda saydığımız demir, nikel, bor ve trona dışında kum, çakıl gibi “yükte ağır pahada hafif” inşaat hammaddeleri ile linyit bulunmakta. Sonuçta, madenciliğin 2013 yılında 10 milyar dolar civarında olan Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya olan katkısı 2018 yılına gelindiğinde -kurun da etkisiyle- 8 milyar dolar civarına kadar gerilemişti.
Üretimlerde uzun süredir görülen durağanlık ihracat tarafında da söz konusudur. 2000-2013 yılları arasında yaklaşık 9 kat artan madencilik ihracatı 2013 yılından itibaren tek bir yıl haricinde her yıl gerilemiştir. 2019 yılı ihracatı 4,1 milyar dolar seviyesindedir ve bu rakam toplam üretim değerinin yaklaşık yarısına karşılık gelmektedir. İthalat ise 2018 yılında 4,7 milyar doları tek başına kömür olmak üzere toplam 6,7 milyar dolar düzeyindedir.
Salgının madencilik ihracatı üzerindeki etkisi çarpıcıdır. Bu yılın ilk 5 aylık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 15 oranında gerilemiştir. Söz konusu dönemde ihracat kayıpları borlarda yüzde 36, kromda yüzde 54, doğal taşlarda ise yüzde 20 civarındadır. Bununla birlikte, bu rakamların, salgının ihracat üzerindeki etkilerini tam olarak yansıtabildiği söylenemez. İhracatı olumsuz etkileyecek bir talep daralması olduğu açıktır ama önceki krizlerden farklı olarak bu defa salgın nedeniyle dünyada pek çok maden işletmesi üretimini durdurmak ya da sınırlandırmak durumunda kalmış, ayrıca dağıtım kanallarında aksamalar olmuştur. Dolayısıyla arz tarafında da bir geri çekilme söz konusudur. İlk beş aylık dönemde nikel, demir ve bakır gibi cevherlerin ihracatında görülen yüksek oranlı artışlar muhtemelen bu nedenden kaynaklanmaktadır.
Salgının Türkiye madencilik sektörü üzerindeki gerçek etkileri tüm dünya ekonomileri açılıp arz tarafındaki sınırlamalar tamamen ortadan kalktığında görülebilecek, yeni dönemde ortaya çıkacak olan arz talep dengesi belirleyici olacaktır. Bununla birlikte, salgın öncesinde de kriz yaşayan sektörün işi çok kolay görünmemektedir.
Türkiye, maden ihracatını kabaca yüzde 30 Çin’e, yüzde 30 Avrupa Birliği ülkelerine ve yüzde 10 ABD’ye yapmaktadır. Çin ekonomisindeki hızlı geri dönüşün Türkiye için olumlu olacağı söylenebilir, ancak büyümesi son 10 yılda neredeyse yarıya yakın gerileyerek yüzde 6’lara kadar gelen Çin’deki hammadde talebinin bundan sonra da eski hızında olmayacağını söylemek kehanet olmaz.
Salgın nedeniyle en yüksek daralmaların yaşandığı ABD ile Avrupa Birliği ülkelerine ihracat yapmakta olan maden işletmelerinin ise ciddi olumsuzluklar yaşayacağı son derece açıktır. Bu noktada maliyetler elbette belirleyici olacaktır.
Türkiye madencilik sektöründe gerek yatırım malları gerekse işletme giderleri bakımından yüksek oranda bir dışa bağımlılık söz konusudur. Dolayısıyla sektörün maliyetleri döviz kurundaki dalgalanmalardan ciddi ölçüde etkilenmektedir. Kurdaki artışların yanı sıra sektörün ithal girdileri üzerine doğru planlanmadan konulacak yükler, rekabet şansını büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır.
Bununla birlikte, Türkiye madencilik sektörünün en önemli sorunlarından biri, üretilen cevherlerin büyük bölümünün katma değeri yüksek ürünlere dönüştürülmeden ham olarak yurt dışına ihraç edilmesidir. Aynı cevherler yarı mamul ve mamul maddeye dönüşmüş olarak misli fiyatlarla ülkeye geri dönmektedir. Bu bakımdan, maden cevherlerinin ithal edilmesine değil tam tersine işlenmeksizin yurt dışına ihraç edilmesine sınırlama konulmalı, yerli ve ithal madenlerin mümkün olduğunca ucuza temin edilerek yerli sanayide kullanılabilmesi teşvik edilmelidir. Ayrıca, maden işletmelerinde kullanılan makina-ekipman ve malzemelerin yurt içinde üretilmesine yönelik sanayilerin geliştirilmesi de aynı ölçüde önemlidir. Türkiye, madencilik politikasını bu çerçevede yeniden gözden geçirmeli, yeni hedef ve stratejiler tanımlamalıdır.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

İklim krizi

Tüm dünya, küresel ısınmaya neden olan iklim değişikliğinin farkında ancak insanlık, tehdit ve çözüm konularında ikiye ayrılıyor. Yarıya yakın bir grup geri dönüş için bir fırsat olduğunu savunurken, diğer yarısı artık çok geç kalındığını düşünüyor. Türkiye ise 39 ülke arasında %95’lik oranla bu sorunu tehdit olarak gören ilk sıradaki ülke. Çin iklim değişikliğini tehdit olarak kabul etmezken, Hindistan sorun karşısında umutsuz.

bayram mesajı

Malum sebeplerden bu bayram çoğumuz ailesinden ve sevdiklerinden ayrı kalsa da, dilerim en yakın zamanda tüm bu zorlu süreç sona erer.

Milli ve manevi değerlerin coşkuyla yaşandığı, toplumsal bağların güçlendiği, huzur, barış, sevgi ve kardeşlik atmosferinin pekiştiği müstesna günlerden olan Ramazan Bayramı'nı kutlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Ramazan Bayramı'mız mübarek olsun.

Kısır döngü


Kısır döngü dediginiz her gün aynı şeyi yapmak ve bununla birlikte hayati sıradan görmek .Her yediğimiz farklı bir besin ile bizim duygumuzu değiştirir hatta bedeniniz bile değişir nasıl mı?
Hiç bilmedigin bir meyve almak ananas mesela Tadını sevmedin diyelim Ben bu meyve ile neyapabilirim? Zihin yine düşünmeye geçer ? Meyve salatasının içine koyabilirsin?
Zihin çalışması ile bile evinin bereketini artıran bir davranış türü yapıyorsun?
Sadece üzerine bal gezdirebilirsin ? Peki bu neyi önler ve yararı var mı? Israfi önler çöpe atmazsın yiyecekleri Örnek çok basit daha dahada yükselebilirdim şimdilik bu kadarını tercih ettim.
Aileler çocuklar ile birlikte origami yapabilir
Bu bir hoşlanmadığın bir kitap türü olabilir ,hiç işe giderken yada evine gelirken hiç bir kullanmadığın bir yol olabilir Bir şarki olabilir ,bir kurs olabilir ? Örneğin bir dans kursu El becerisini artırıyor bununla birlikte yeteneğini ortaya çıkarıyor
Ara sıra rolleri değiştirin ?
Ancak anneler de gördüğüm şey çocukları sadece mutfağa girdirilmesi evet el becerileri artıyor lakin kiloda artıyor. Mesela her gün aynı gazateyi okuma
Örneğin posta gazetesini okuyorsan bir defa da akşam gazetesi al

‪İKİ ŞEY‬

‪İki şey kişiyi gözden düşürür:‬ ‪1 Demagoji (laf kalabalığı)‬ ‪2 Kendini ağıra satmak (övmek, vazgeçilmez göstermek)‬

Enerji Sektörüne Pandeminin Etkileri ve Sektörün Geleceği

Nisan 2020 itibariyle global nüfusun %54 ünü oluşturan 4.2 milyar insanın kısmen yada tamamen karantina şartlarında yaşadığı bir ortamda diğer sektörler gibi enerji sektörü de derin bir krizin içerisinden geçiyor. İşte tam da böyle bir ortamda, pandeminin 2020 ‘nin ilk çeyreği itibariyle enerji sektörüne etkilerini ortaya koyarak, yılın kalanı için öngörülerini bir rapor olarak sunan Uluslarası Enerji Ajansı (IEA) ‘nın Global Energy Review 2020 başlıklı raporundan öne çıkan satır başlarını bu yazı içerisinde derlemeye çalıştım. Pandemi sürecinde enerji sektörüne ışık tutabilecek diğer tüm kurumlardan gelecek bilgi ve raporları da elimden geldiğince öz halde bu yazı dizisinin bir devamı olarak paylaşmaya gayret edeceğim.
İlk olarak Çin’de ortaya çıkan pandemi hızla dünyanın tamamına yayılarak hayatı adeta durma noktasına getirdi. Çin sadece tek başına global GDP’nin %16’sını üreten, 2019 yılı içerisindeki global enerji talebinin ise %24 ‘ünü oluşturan çok önemli bir aktör. Mart 2020 ‘ye geldiğimizde Çin’de iyileşme sürecinin başlamasına rağmen, dünyanın geri kalanı için henüz en kötü günler görülmemişti. Dünya geneline bakıldığında Mart’ın ortalarından Nisan’ın sonuna kadar geçen sürede kısmen yada tamamen karantina şartlarının uygulandığı ülkelerin toplam enerji tüketimindeki oranı %5’lerden %52’lere fırladı.

Nisan 2020 itibariyle global nüfusun %54, global GDP’nin ise %60’ını oluşturan 4.2 milyar insanın kısmen yada tamamen karantina şartlarında yaşadığı bir ortamda diğer tüm sektörlerde olduğu gibi enerji sektörü de derin bir krizin içerisinden geçiyor. İşte tam da böyle bir ortamda, pandeminin 2020 ‘nin ilk çeyreği itibariyle enerji sektörüne etkilerini ortaya koyarak, yılın kalanı için öngörülerini bir rapor olarak sunan Uluslarası Enerji Ajansı (IEA) ‘nın Global Energy Review 2020 başlıklı raporundan öne çıkan satır başlarını bu yazı içerisinde derlemeye çalıştım. Pandemi sürecinde enerji sektörüne ışık tutabilecek diğer tüm kurumlardan gelecek bilgi ve raporları da elimden geldiğince öz halde bu yazı dizisinin bir devamı olarak paylaşmaya gayret edeceğim.
İlk olarak Çin’de ortaya çıkan pandemi hızla dünyanın tamamına yayılarak hayatı adeta durma noktasına getirdi. Çin sadece tek başına global GDP’nin %16’sını üreten, 2019 yılı içerisindeki global enerji talebinin ise %24 ‘ünü oluşturan çok önemli bir aktör. Mart 2020 ‘ye geldiğimizde Çin’de iyileşme sürecinin başlamasına rağmen, dünyanın geri kalanı için henüz en kötü günler görülmemişti. Dünya geneline bakıldığında Mart’ın ortalarından Nisan’ın sonuna kadar geçen sürede kısmen yada tamamen karantina şartlarının uygulandığı ülkelerin toplam enerji tüketimindeki oranı %5’lerden %52’lere fırladı.
Pandeminin gelişmiş ekonomiler üzerindeki etkileri son derece yıkıcı olmaya devam ederken IMF tarafından açıklanan raporlar da son derece karamsar bir tablo çizmeye devam ediyor. Her yıl %3 ile %5 bandında artan global gayri safi yurt içi hasıla değeri (GDP), pandeminin etkisini kaybetmemesi durumunda büyük buhran ve ikinci dünya savaşında yaşanana benzer sert bir düşüşle karşılaşabilir.

Enerjiye olan talep ise bu kez alışıla gelen üretim – enerji ilişkisinin çok dışında bir seyir izliyor. Son kullanıcıların ihtiyaç duydukları ısınma, elektrik yada dijital hizmetlerin alt yapısındaki server gibi araçların enerji talepleri mevcut pandemi nedeniyle azalmaz, hatta artarken, jet yakıtı kimi enerji taşıyıcılara olan talep ise ekonomik daralmanın çok daha ötesinde düşmeye devam etmekte. Ekonomik daralmanın önüne geçilememesi durumunda 2020 yılı sonuna kadar global GDP’nin %6 oranında düşüş yaşaması kuvvetli bir ihtimal olarak masada duruyor.
Yılın ilk çeyreği geride kalırken, bir önceki yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında enerji talebinde %3.8 ‘lik bir daralma yaşandı. Eğer mevcut süreç olduğu şekliye ilerler, hızlı bir toparlanma yaşanmazsa enerjiye olan talepteki daralmanın yıl sonunda %6’ya ulaşması ön görülüyor, ki bu son 70 yıldır görülmemiş bir talep daralması anlamına geliyor.

İlk çeyrek ele alındığında kömür ve petrol krizden en çok etkilenen iki kaynak olarak göze çarpıyor. Bu iki fosil kaynaktan kömüre olan talep %8, petrole olan talep ise sadece ilk çeyrek sonunda %5 oranında azaldı. Nükleer ve doğalgaz’a olan talepte de düşüş gözlenirken ilk çeyreği büyüme verisiyle kapatan tek enerji kaynağı yenilenebilir enerji oldu.

"ilk çeyrekte büyümeyi başarabilen tek kaynak yenilenebilir enerji"

Yeni tamamlanan projelerin işletmeye alınması, insan hareketliliğine ihtiyaç duymaksızın çalışabilmesi, girdisinin tamamen ücretsiz ve işletilmesi sırasında karbon salımına sebep olmaması nedeniyle rüzgar enerjisi, güneş enerjisi ve hidro enerjinin lokomotifi olduğu yenilenebilir enerjiye olan talep ilk çeyrekte %1,5 oranında artmayı başardı. Bu süreçte tek daralan yenilenebilir enerji pazarı ise insan hareketliliğinin kısıtlanması nedeniyle biyo yakıtlar olduğunun da altını çizmeden geçmeyelim.
Yıllık bazda değişiklikleri şu aşamada öngörmek kolay olmamakla birlikte, petrolde %9’luk bir daralma ile 2012 seviyelerine geri dönüleceği, kömür talebinde ise daralmanın %8’lere yaklaşacağı tahmin ediliyor. Toplam enerji talebindeki daralmanın %6 olacağı ön görülürken, tüm kaynaklar arasında pozitif ayrışan tek kaynak ise yenilenebilir.

İnsan hareketliliğini en aza indirmeye yönelik olarak alınan tedbirlerin belkide en önemli pozitif sonucu ise karbon emisyonlarında meydana gelen ve gelmeye devam düşüş olduğunu söylemek gerekir. 2020 sonunda, tekrar 2010’daki seviyelere düşerek, 2019 değerlerinden %8 daha geriye çekilmesi beklenen karbon emisyonlarındaki düşüş 30.6 Gt mertebelerine olması bekleniyor. Bu beklenti, karbon emisyonlarının kayıt altına alındığı günden bu güne yaşanmış en büyük düşüş olarak tarihe geçecek. Daha önce 30’larda büyük buhran, 40’larda ikinci dünya savaşı, 80’lerde petrol krizi ve son olarak 2008’de finansal kriz sırasında geri çekilen karbon emisyonları hiç bu kadar büyük bir düşüşle karşılaşmamıştı.

Hareketliliğin tüm dünyada çok hızlı şekilde azalmasıyla gerek karayolu taşımacılığı gerekse havayolu taşımacılığı da insanlık tarihindeki en sert düşüşü yaşadı. Kimi Avrupa ülkelerinde uçuş sayısı %90 oranında azalırken bu süreç petrole olan talebin de azalmasıyla sonuçlandı.
Uygulanan karantina tedbirleri araç satışlarını da derinden etkiledi. Çin’in Şubat 2020 yılı araç satışları, bir önceki yılın aynı ayına oranla %82 azalırken bu oran Mart ayı için AB ülkelerinde %55 olarak kayıtlara geçti. Benzer şekilde ABD’deki araç satışları %38, Hindistan’daki satışlar ise geçen yılın aynı ayına göre %50 düşüşle gerçekleşti. Elektrikli araç satışlarındaki rakamlar ise AB ülkeleri için umut vericiyken ABD için standart araç satışlarındaki azalma oranını da aşarak farklı coğrafyalardaki alışkanlıkların sonuçlarını yansıttı.

Benim için de karantina sürecinin en merak edilen sorularından bir tanesi, sayısı milyarlarla ifade edilen büyüklükte insanın eve kapandığı durumda elektrik enerjisine olan talebin nasıl değişeceğiydi. IEA ‘nın raporu bu sorunun yanıtını çok net olarak veriyor. 30 ülkeden toplanan verilere dayanarak oluşturulan sonuçlar, tamamen karantina şartları altında yaşayan şehirlerde elektrik enerjisine olan talebin %20 oranında azaldığı yönünde.
Diğer taraftan bu talep düşüşü beraberinde yenilenebilir enerji kaynaklarının lehine yeniden şekillenen bir çeşitliliği doğuruyor. Talepten bağımsız olarak şebekeye entegre edilmiş yenilenebilir enerjiye dayalı santraller, pandemi sürecindeki talep düşümünden en az etkilenen arz kaynağı özelliğini taşıyorlar.

2020 içerisinde elektrik enerjisine olan talebin %5 ‘e kadar düşmesi bekleniyor. Bu oran, büyük buhrandan günümüze yaşanan en sert talep azalması olarak kayıtlara geçecek, ayrıca 2008’deki finansal kriz sonrası daralan dünya ile kıyaslandığında tam 8 kat daha fazla bir azalmadan bahsettiğimizin altını çizmeliyiz.
Elektrik enerjisinin arz tarafına baktığımızda ise ilk çeyrekte %2.6 ‘lık bir arz daralması yaşanırken aynı süre içerisinde yenilenebilir enerjiye dayalı elektrik arzı ise %3 büyümeyi başardı. Bu pozitif ayrışmanın önemli nedenlerinden bir tanesi geçtiğimiz yıl içerisinde işletmeye alınan kayda değer miktardaki rüzgar ve güneş enerji santrallerin kurulu güçte çift haneli büyüme rakamlarını yakaladığı trendini söyleyebiliriz. Ayrıca talepteki daralmadan bağımsız ticari modeller ile kurulan bu santraller işletme giderlerinin düşük olması, girdisinin doğal ve ücretsiz olması ile de kriz ortamında işletilmesi en karlı santral türü olarak bir adım öne çıkıyoR.

Bu güne kadar yaşanan gelişmeler ışığında, Pandemi sonrasındaki toparlanmanın gerek hızlı olduğu, gerekse yavaş olduğu senaryoların tümünde, enerji arzı konusunda bu süreci en az etkiyle atlatacak kaynağın yenilenebilir enerji olduğunu söylemek hiç de zor değil. Diğer taraftan, hızla yeni yatırımların devam ettiği yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı santrallerde, proje geliştirme ve inşaa süreçlerinin mevcut koruma tedbirlerinden çok olumsuz şekilde etkilendiğini söyleyebiliriz. Dünya üzerindeki bir çok pazar, tedarik zincirinde veya izin süreçlerinde yaşanan gecikmeler nedeniyle planlanandan daha uzun sürede yeni santrallerini devreye alabilecek. Bu noktada yatırımcıların mevcut yatırım iştahlarını azaltmamak adına bir çok ülke ek süreler tanıyarak yaşanan gecikmelerden sektörün en az zararla etkilenmesini hedefliyor.



6 Mayıs 2020 Çarşamba

Nüfus Sorunu


Nüfus Sorunu var mı?

Düşünce tarihine nüfus sorununu esas olarak R. Malthus getirmişti. Malthus'un tezleri yanlıştı fakat düşünce tarihinde derin izler bıraktı. Son yazıyla birlikte bu konuyu üç bölümlük makalede incelemiş olduk.
A) Malthus'un düşünce tarihine katkıları nelerdi?
B) Malthus'un tezleri nelerdi? C) Malthus'un tezlerinin neden yanlış olduğunu ve çözümün nerede olduğunu açıklayalım.
Wallace ve Darwin anılarında Malthus'u okuduktan sonra evrim kuramının kafalarında şekillendiğini belirtiyorlar.
4. daha çok gündeme gelmiştir.
-Nüfus geometrik sırayla büyümektedir.
Yani 1+2+4+8+16+32+64...
Yani 1+2+3+4+5+6+7...
-Besin kaynakları ise aritmetik sırayla büyümektedir.
Malthus diyorki, 5 milyon nüfus, 100 yıl sonra (4 kuşak) 40 milyon olacak.
5. ABD ve Büyük Britanyayı buna örnek gösterir.
1800de ABD nüfusu 5 milyondur=> 100 yıl sonra 80 milyon olur.
ABD tahmini tutmuş gibi gözüküyor fakat yanıltıcıdır çünkü nüfus doğumla değil dıştan göçlerle büyümüştü.
Bu teori yanlış olduğuna göre insanlığın nüfusla ilgili sorun yok mu? Var!
Fakat bu sorun, besin kıtlığından değil üretimin bilinçli (piyasa nedeniyle)kısıtlanmasından kaynaklanmaktadır.
6. Malthus nüfus sorununu çözmek için iki öneri yapmıştı.
-Evlilikler geç yapılsın; ama evlilik öncesi cinsel ilişkiyi de ahlaksızlık olarak nitelendirmişti.
-Yoksullara yapılan yardımlar kesilsin demişti. Çünkü o zaman insanlar, geçindiremeyeceği çocukları doğurmaz ya da 7. yardım kesilince beslenememekten dolayı erken ölürler" demişti.
"Bu doğanın kanunlarına uygundur" demişti.
Malthus nüfus fazlalığının, yoksul halktan kaynaklandığını ve dolayısıyla bütün yükü de onların taşıması gerektiğini ileri sürmüştü. >>
"Eğer bir insan, yerlerin paylaşıldığı bir sofraya gelmiş ve ona yer kalmamışsa ve önceden oturanlar yiyeceğini küçültmek uğruna elindekileri onlarla paylaşmak istemiyorsa, o zaman onların defolup gitmeleri gerekir. Gönüllü gitmezlerse de doğa bunu kendi sağlayacaktır" diyor.
bu görüşler o dönemde pek tutulmuştu çünkü Malthus, hem varlıklıların hem de herhangi bir işte çalışan emekçilerin işsizlere karşı olan korkularını kışkırtmıştı.Onları çizdiği karamsar ve korkunç tabloyla dehşete düşürmüştü. Bu görüşlere hem Godwin hem ütopik sosyalist Owen hem de Engels ve Marx sert eleştirilerle karşı çıkmışlardı.
Sosyalistlerin ve özellikle de Engels ve Marx'ın eleştirileri şöyleydi: hayvanlar ve bitkiler dünyasının koşulları insan toplumlarına yansıtılamaz çünkü nüfus sorunu ve sefalet, kapitalizmin yarattığı bir durumdu. Köylerinden edilen yoksullar mecburen kentlere doluşmuş ve işsiz kalmıştı. İşsizler ordusu kapitalistlerin istediği bir şeydi çünkü bu sayede ücretleri baskı altında tutabiliyorlardı. Bunların eğitimsiz ve cahil bırakılması da onların değil hükümetlerin bilinçli kararıydı.Peki bir nüfus sorunu yok muydu? Bence vardı. Ancak bu koşullar, içinde yaşadığımız topumsal koşullardan kaynaklanmaktadır ve bunlar akılla çözülebilir. Bilim ve teknolojik imkanlar herkesi doyuracak kadar üretim yapmaya imkan vermektedir fakat sermayenin birikim yasası ve piyasanın dayatmaları, fazla üretimi yasaklamaktadır. Ayrıca üretilenlerin büyük kısmı küçük bir azınlık tarafından tüketilirken, ürünlerin çok az bir kısmı diğer kalan çoğunluğa bırakılmıştır. Kıtlık bundan kaynaklanmaktadır. Avrupalı yılda ortalama 12 kg giysi atmaktadır. şimdi bunu bir de bizim durumumuzla kıyaslayın. dünyanın zenginliği zengin ülkelerce tüketilmekte, az gelişmiş ezilen ülke insanları ise yiyecek bulamamaktadır. Nüfus ve kıtlık sorunu eğer kapitalist sömürü sistemi olmasa ortaya çıkmazdı. Eğer kar dürtüsü, hızlı yaşam, hızlı üretim, hızlı dağıtım, hızlı tüketim olmasa bu dünya herkese bol bol yeter.

Malthus'ın düşünce tarihine katkıları:
3. bu önemli bir gelişmedir. Ayrıca Malthus, devletlere nüfus sayımının ne kadar önemli olduğunu kavratmıştır. Nüfus sorunu sosyal bilimlerin bütün alanlarında önemsenen bir unsur olarak gündeme gelmiştir. Hatta Malthus'un bu çıkışından sonra yoksulluk ve sefalet sorunu
Malthus'un iki tezi var.
Büyük Britanya'nın nüfusu 17 milyon=>100 yıl sonra 39 milyon.
Besin kaynaklarının kıtlığı sorunu ne ABD ne de Avrupa ülkeleri için söz konusudur.

24 Nisan 2020 Cuma

Karbon ayak izindeki azalma gerçekçi değil


Uzun zamandır odağımda SDG2030 amaçlarına paralel açlığa son ve gezegeni besle hedefleri var. Bu konuda Birleşmiş Milletler işbirliğiyle çalışıyorum dolayısıyla bu durumun sürdürülebilirlik, israfı azaltma hedeflerimizi nasıl etkilediği, iklim değişikliğine ve karbon ayak izine nasıl etki ettiği gibi konulara da dikkat çekmek isterim.
İklim krizini yönetmek için düşük karbon emisyonuna ihtiyacımız olduğu doğru ama coronavirus yüzünden şu an azalmış gibi görünen karbon ayak izi gerçekçi değil. Çoğunluk evinde, trafik yoğunluğu azaldı, uçak seyahatleri neredeyse yok, bu yüzden şu anki karbon ayak izi düşük. Ancak salgın kontrol altına alındığında çevreye negatif etkinin daha yüksek olacağı düşünülüyor. Normal düzene geçildiğinde hayat hemen normal olmuyor, tüketim alışkanlığı ve davranışlar belirsiz.
Tek kullanımlık plastik tekrar artışa geçti; plastik eldiven, maske kullanımı çok yüksek; doğada çözünmeyen ıslak mendil tüketimi korkunç boyutta. Bilinçsizce yapılan alışverişlerin gıda israfına da maalesef etkisi olacak. Çin geçen haftaki raporunda her gün ilave 200 ton tıbbi atık ve maske vb. ağırlıklı çöp oluştuğunu bildirdi.
COVID-19 bize tüm insanlık adına bir olmayı öğretti; 8,5 milyar insan şu an aynı dileği diliyor: hayatta kalmak ve sevdiklerimize zarar gelmemesi.
Yine dünya teknolojileri açısından bakarsak belki bu ani globalleşme sebebiyle çok daha ani bir mahallileşmemeyi ilerleyen günlerde konuşuyor oluruz.
Dünya daha önce de salgın hastalıkların, dünya savaşlarının, ekonomik buhranların etkisinde kaldı, o zamanki insanlar yasamak için bir sebep buldular, biz de bunun üstesinden geleceğiz.
Umutlu olun, sağlıklı kalın, EVDE KALIN!

Yaşam tarzı “Kendimize yeteri kadar vakit ayırmadığımızı anladık”

COVID-19’un dünyada etkili olma süresi, hayatımızda yarattığı değişikliklerin ne kadar kalıcı olacağını gösterecektir diye düşünüyorum.
Şu an tüm dünya doğduğundan beri alıştığı hayatın tam tersi şekilde hareket etmek zorunda kaldı; çocuklarımız okula gitmiyor, biz yetişkinler evlerimizden işlerimizi halletmeye çalışıyoruz, alışverişlerimizin çoğunu uygulamalar ve platformlar yoluyla gerçekleştiriyoruz.
Ben evden çalışmanın işe gidip gelirken yolda zaman kaybetmemek gibi bazı avantajları olduğunu düşünsem de home office sisteminin kalıcı olacağını sanmam. Daima yeniliklere açık olsam da elime defter – kalem alıp ekip arkadaşlarımla bir araya gelmeden verimli olduğumu hissetmiyorum, evet evden bazı işler halloluyor ama mesailer kadar verimli olmuyor. Tabii bu benim şahsi düşüncem, mesela yaklaşık beş yıldır sürdürdüğümüz online diyet uygulamamız bu dönemde çok daha avantajlı hale geldi. Zorunlu olarak yüz yüze olan danışmanlık hizmetimizi de online sisteme taşıdık. Bu süreç aslında online diyetin kolaylıklarını ve zaman tasarrufu konusundaki avantajını bir kez daha anlamamıza fırsat verdi. Nerede olursanız olun dünyanın her bir yerine ulaşabiliyor olmanın verdiği rahatlık eminim bu süreç bitse bile bir çok kişi tarafından daha cazip hale gelecektir.
Coronavirus’e dönecek olursak, hayatımızda değiştirdiği ilk şey zaman mefhumu oldu galiba, hepimiz zamansızlıktan şikayet ederken şu an elimizde hiç istemediğimiz kadar zaman var ve şunu çok iyi anladık ki kendimize yeteri kadar vakit ayırmıyoruz. Şu an sosyal medyada challenge kampanyalarıyla oyalanmaya çalışıyor herkes, oysa bunun yerine kaliteli vakit geçirmeyi ve kendimizi oyalamayı bilseydik… Bulunduğumuz bu dönemde vakit ayıramadığımız her şeyi deneyimleme fırsatı bulduk. Mesela ben düzenli meditasyon ve spor yapmaya yeniden başladım. Mutfakta daha çok vakit geçirip yeni tarifler deneyimliyorum. Bu süreç bittiğinde sosyal hayatımıza ve işimize daha çok vakit ayıracağımızı düşündüğümüz için bu dönemde kazandığımız alışkanlıklarımıza vakit ayırmakta zorlanacağımızı düşünüyorum.
Salgın sonrası ev teknolojilerinin bu yönde gelişeceğini düşünüyorum, akşamları eve gelince televizyondan veya dijital mecralardan dizi izlemenin ötesine, deneyime doğru gitmesi gerekiyor.

Ekonomi “Ekonomide devletçilik baskın olacak”

Tıbbın pandemiyi yeneceğine şüphem yok, mesele bunun zaman alacak ve bu arada yüz binlerce, hatta belki de milyonlarca insanın hayatını kaybedecek olması… Ama bir gün bugünler de geride kalacak. Peki nasıl bir dünyaya uyanacağız?
Yeni dünyada ekonomide devletçilik baskın olacak. Devlet batan ekonomiyi, sektörleri, şirketleri ayakta tutmak veya iflasları yönetmek için önemli roller üstleniyor; daha da üstlenecek. Amerika başta olmak üzere tüm dünyada açıklanan dev kurtarma paketlerinin sadece bir başlangıç olacağını düşünüyorum. Deregülasyon çağı bitecek, yeniden regülasyon çağına gireceğiz. Şirketler için devletle iş yapmak, devletle ilişki kurmak, regülasyonları etkilemek hayati önemde olacak. Gençler arasında devlette iş bulmanın popülaritesi artacak.
Devlet sadece ekonomide değil toplumsal hayatta da ağırlık kazandıracak ve bireysel özgürlükleri geriletecek. İsrail’de koronavirüse yakalananların hareketlerinin cep telefonuyla takip edilmesi gibi uygulamalar devleti 1984 romanındakine benzer bir “big brother”a çevirecek. Hastalığı takip etmek için cep telefonunu kullanan bir devlet aynı şeyi önce suçluları takip etmek için neden yapmasın? “Yapsın canım, ne var?” diyecek olanlara suçlu kategorisine siyasi suçluların da girdiğini, birçok ülkede devlet başkanını/iktidarı/rejimi eleştirmenin suç sayıldığını hatırlatayım…
Sektörlere ve yükselen teknolojilere bakacak olursak… Koronavirüs, dijitalleşmeyi kaçınılmaz biçimde hızlandıracak. Örneğin 14 yaşındaki kızım şu anda evde eski sınıf arkadaşlarıyla birlikte Zoom üzerinden eğitim alıyor. Aksayan yanlar var ama pekâlâ da oluyor. Uzaktan eğitim eğer mümkünse liseye veya üniversiteye dönmeye gerek var mı? Bu soru kaçınılmaz şekilde sorulacak. Okula tabii ki dönülecek ama uzaktan eğitim fiziki sınıf ortamında eğitimden bazı şeyleri devralacak. Bu “şeylerin” neler olacağını zaman içinde göreceğiz.
E-ticaretin de bu dönemde perakendeden pay kapma mücadelesinde büyük atılım yapacağını söylemek kehanet olmaz. Koronavirüs pandemisi bir gecede sona ermeyecek. Muhtemelen sokağa çıkma sınırlandırmaları kalksa bile toplumsal hayatta hijyene aşırı önem vermeye devam edeceğiz. Bu da e-ticareti güçlendirmeye devam edecek.
Medyada da dijitalin artık ana mecra haline gelmeye başlayacağını göreceğiz. Gazeteler bu dönemden sağ çıkabilir mi emin değilim. Organizasyon – etkinlikler de diijitale kayacak, zirvelerin, toplantıların, konferansların otel salonlarında değil Zoom’da veya başka uygulamalarda yapılmaya başladığını göreceğiz.
Sektör

Virüsün getirecekleri (Toplum)

2020 yılı insanları hiç beklenmedik felaketlerle karşı karşıya getirdi. Yangınlar, deprem, sığınmacılar, Suriye’de yitirilen çocuklar derken dünya bir sürprizle daha karşılaştı: Coronavirus.
Çin’de başladı ve bizlere sanki Çin’de kalacakmış gibi geldi. Ancak hızlı bir yolculuğa çıkarak Asya’yı, Avrupa’yı Atlantik’i geçerek Amerika kıtasına ve hatta Avustralya ve Yeni Zelanda’ya ulaştı. Corona adını verdiler “taç” şeklinden dolayı. Ama tiran bir yapıya sahipti. Binlerce ölüme neden oldu ve hâlâ da olmakta…
Başlangıçta insanlar önemsemediler, diğer salgınlar gibi çok etkin olmadığını düşündüler ve günlük yaşantılarına devam ettiler. Ancak öyle olmadı. Ölümlerin sayısı arttıkça virüsle ilgili bilgiler gerek sosyal medya gerekse medya aracılığıyla ulaştıkça soru işaretleri uyandı.
İtalya’da büyük yıkımlar olmaya başladığında Avrupa duruma farklı bakmaya başladı. Sonuçta evden çıkmamanın, belirli bir mesafede etkileşimde bulunmanın ve beden hijyeninin önemini kavramaya başladılar. Kaygı her geçen gün eteklerine sarılmaya başladı. Bazıları OKB benzeri eylemlere girip evlerine gelir gelmez soyunmaya, doğru banyoya gitmeye, her dakika ellerini yıkamaya ve de sürekli yerleri silmeye başladı. Kaygı, korkuya dönüşmüştü. Toplu taşıma araçlarına binenlerin sayısı azaldı. Restoranlar, kuaförler, her türlü kafe ve eğlence yerleri kapandı. Parklar boşaldı insanlar eve kapandı. Hatta camilerimizde cemaatle namaz kılma ertelendi. Eve kapananlar daha önce günü nasıl geçiriyordu? Belki işe gidiyorlardı belki çarşıya pazara çıkıyorlardı yani özgürdüler. Birden insanoğlunun elinden özgürlüğü alındı. Tıpkı kurgu bilim filmleri gibi…
İnsanoğlu kısıtlandığı zaman bedenen ya da sosyal olarak donakalım duygusu yaşamaya başlar ve öfke yükselir. Eğer duygu düzenlemesi sağlıklı değilse neler olabilir diye düşünmek gerekiyor. Bunun yanı sıra paylaşımların arttığını söylenebilir. 65 yaş üstü kırılgan kabul edilen bireylere genç çocukları, komşuları yardım etme isteğinde bulunmaya başladı. İnsanın değer kaybettiği bir süreçten kıymet bilinmeye, değer verilmeye başlandığını görüyoruz. Evde çocuklarıyla baş başa kalan ana babalar, çocuklarını tanımaya başladı. Ben hatırlarım geçmişte ailesiyle çatışma yaşayan bir ergen “babam benim hangi rengi sevdiğimi bile bilmez” demişti.
Bu özel durumlar tabii yeni yetişen gençlerin kişilik özelliklerini de olumsuz etkileyebilir. Ego kimliği gelişim sürecinde, içinde bulunulan sosyal ortam ve tarihsel yapının önemli olduğunu bilinir. Nasıl göç yaşayan toplumun çocukları göç yaşamayandan farklı özellikler taşıyorsa, corona felaketini yaşayan çocukların kişilik özellikleri de farklı olacaktır. Yakınlarını kaybedebilirler, televizyondan yaşamını yitirenlerin sayısını izleyebilirler. Tam olarak zihinsel yapıları çözüm üretemediği içim anne babalarını kaybetme korkusu yaşayabilirler.

Virüs bitecek, ya küresel ısınma?

Virüs salgını ile yüzleştikleri için harekete geçen milyonlarca insan henüz iklim değişikliği gerçeği ile yüzleşmiş değil. Hazır kulaklar açıkken, bu konuda bilimsel bulgulara bir göz atalım.
Geçen hafta haberlere konu olan bir çalışmada, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda asıl sorunun zenginlik olduğu ortaya konuldu. Böyle söylendiğinde kulağa garip geldiği için açmak gerekiyor. İngiltere’de yapılan çalışmada, zenginleşen ülkelerde ve hanelerde enerji tüketiminin de arttığını gösteriyor. Enerji tüketiminin artışı ile küresel ısınmaya yapılan katkı da yükseliyor.
Araştırmacılar 86 ülkeyi karşılaştırdıklarında, gelir düzeyinin en yüksek olduğu ülkeler ile gelir düzeyinin en düşük olduğu ülkeler arasında korkunç bir fark olduğunu ortaya koymuşlar. Ama ülke düzeyinde yaptıkları karşılaştırma meselenin ancak bir yüzünü aydınlattığı için bir diğer yüzüne, ülkeler içerisinde gerçekleşen enerji tüketimini incelemişler. Bu incelemede de, ortaya çok büyük bir fark çıkmış: Gelir dağılımda en üst yüzde onda yer alanlar, en dipteki yüzde ondan tam 20 kat daha fazla enerji tüketiyorlar. Yani, ülkeler düzeyinde görülen fark, incelenen ülkelerin hepsi içerisinde de geçerli.
Gelirin yüksek olduğu haneler ile diğer haneler arasındaki fark, yemek pişirmek için harcanan enerjiden kaynaklanmıyor. Fark, ısınmak için kullanılan enerji ile başlıyor. Evler büyüdükçe, ısınmaya harcanan enerji yükseliyor. Ama en büyük fark ve sorun, ulaşım. Gelir dağılımda en üst yüzde onda yer alanlar, en dipteki yüzde ondan 187 kez daha fazla yakıt tüketiyorlar.
Hemen düşünelim. Bu fark nasıl ortaya çıkabilir? Dar gelirliler araba sahibi değiller ve toplu taşım kullanıyorlar. Geliri çok yüksek olan kesim ise, hem daha fazla araba kullanıyor; hem de birden fazla araba sahibi oldukları için arabaların enerji tüketimini ikiye, üçe veya daha fazlaya katlıyorlar.
Bütün bunları anlamak ilk bakışta çok kolay. Gelir dağılımındaki eşitsizlik, enerji tüketimine bu şekilde yansıyor denilebilir. Hane geliri yükseldikçe, kullanılan elektrikli araçların sayısı ve enerji tüketimi de yükseliyor. Ama araştırmacıların özellikle üzerinde durduğu sorun, küresel ısınmaya yol açan fosil yakıt tüketimi. Gelir düzeyi çok yüksek olan kesim, aşırı yakıt tüketiyor çünkü tüketim alışkanlıkları buna yol açıyor.
En bariz ama en az tartışılan örneklerinden biri, havayolu ile ulaşım. Britanya örneğine bakıldığında, tüm havayolu yolculukların yüzde 70 kadarını, yolcuların yüzde 15 gibi küçük bir bölümünün yapıyor. Yani, bazıları hiç uçağa binmezken, bazıları yılda 1-2 kez binebiliyor. Sürekli yolculuk edebilenler ise geliri yüksek olanlar. En zengin, yani korkunç zengin kişiler havayolu ile en çok yolculuk edenler. Paris’e alışverişe, Roma’ya pizza yemeye, Milano’ya modayı yakalamaya, Madagaskar’a denize girmeye gidiyorlar. Nüfusun yüzde 60 kadarı ise yurt dışı uçuşlarına binmiyor. Sonuç çok çarpıcı: En üst gelir düzeyine sahip kesim, enerji tüketiminin yarısından çoğunu gerçekleştiriyor.
Araştırmacılar şu uyarıda bulunuyorlar: Eğer enerji tüketimi ile ilgili politikalar değişmezse, hane başına düşen enerji tüketimi önümüzdeki 30 yıl içerisinde ikiye katlanacak. Bu, iklim değişikliği ve dünyanın sonu olarak da anlaşılabilir.

21. YÜZYILDA ENERJİ KULLANIMI VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

1. Giriş
Değişik biçimler altında enerji kullanımı insanlığın gelişiminde ve uygarlığın yerleşmesinde temel öge olmuştur. Günümüzde kalkınmanın ve refahın eriştiği derecenin ölçütlerinin en önemlilerinin biri de toplumların kişi başına ürettiği ve tükettiği enerji miktarıdır. Enerjinin üretilen ve kullanılan biçimleri ısıl enerji, mekanik enerji ve elektrik enerjisidir. Bu enerji türlerinin üretilmesinde birincil enerji kaynakları olan fosil yakıtlar (kömür, petrol, doğal gaz), nükleer bölünme (fisyon), odun, biyo-kütle, güneş, su, rüzgâr, yeraltı sıcak ve kaynar su (hidrotermal) kaynakları kullanılmaktadır. Bu kaynakların değişik teknolojiler kullanılmasıyla ikincil enerji kaynakları olan elektrik (termik santrallar, nükleer santrallar, barajlar) ve ısı enerjisi (kazanlar, özel nükleer santralar) ile mekanik enerji (fosil yakıtlı motorlar) elde edilmektedir.
Ülkelerin kalkınmada, refaha erişmede ve refahı sürdürmede kullanmak zorunluluğunda oldukları birincil enerji kaynaklarının seçimi ulusal düzeyde ekonomik imkânlara, bölgesel ve/veya uluslararası düzeyde de ekonomik olduğu kadar siyasî ve stratejik konjonktürlere bağımlı olmaktadır. Dünyada birbirinden enerji kaynağı alışverişinde bulunan ülkelerin dışında, belirli bir enerji kaynağının kullanılması, ilk bakışta diğer ülkeleri etkilememekte ve ilgilendirmemektedir. Ancak son yıllarda enerji kaynaklarının kullanımının çevreye ve dünya iklimine olumsuz etkilerinin ortaya çıkması, coğrafî olarak birbirlerinden çok uzakta bulunan ve herhangi bir enerji kaynağı alışverişinde bulunmayan ülkeler arasında da enerji kullanımıyla ilgili sorunların başgöstermesine yol açmıştır.
Özellikle dünya ikliminin, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazları salımından önemli ölçüde etkilendiğinin, ciddi kanıtlarla ortaya konmasından sonra uluslararası toplulukta duyarlık artmış, bunun sonucunda siyasi örgütlenmeler ortaya çıkmış ve bir dizi siyasi kararlar alınmaya başlanmıştır.
Öte yandan, enerji kaynakları rezervlerinin çok fazla olmadığı ve ülkelere kaynak seçiminde fazla seçenek kalmadığı gerçeğinden hareketle, 21. yüzyılda pek çok ülkenin enerji kullanımı ve iklim değişikliği kısıtlamaları karşısında siyasi ve ekonomik problemlerle karşılaşacağı anlaşılmaktadır.
Bu makalede, özellikle iklim değişikliğinin gerçekten ciddi boyutlarda var olup olmadığı, bu değişikliğe, başta enerji kullanımı olmak üzere, insan faaliyetlerinin katkısı, siyasi boyutları ve 21. yüzyılda enerji kaynaklarının yeterliliği incelenmektedir.
2. İklim Değişikliğinin Kanıtları
Ölçme tekniklerinin ve uydu teknolojisinin gelişmesine paralel olarak, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimsel çevrelerde dünya ikliminin yavaş yavaş değiştiği, bu değişmenin kara ve deniz yüzeylerindeki ortalama sıcaklığın artması ve bazı bölgelerdeki ortalama yağış miktarı azalırken, bazılarında artması, deniz seviyesinin yükselmesi şeklinde kendini gösterdiği öne sürülmeye başlandı. Ancak yapılan ölçümler iklim değişikliğinin temel ögesinin dünya yüzeyindeki ortalama sıcaklığın artışı olduğunu ortaya koydu. Yağışlardaki değişiklik, kuzey kutbundaki buz dağlarının erimesi, buzulların çekilmesi, deniz seviyesinin yükselmesi gibi etkiler hep ortalama sıcaklık artışının sonuçları olarak gözüküyordu.
Bu aşamada, sıcaklık artışının bir kaç onyıl arka arkaya görülen geçici bir olgu mu olduğu, yoksa yüzlerce yıldır devam eden sürekli ve düzenli bir artış eğiliminin mi söz konusu olduğu tartışmaları 1980’li ve 1990’lı yıllarda, çok daha hassas ölçümler, paleoklimatolojinin3 gelişmesi, bilgisayar modelleme teknikleri sayesinde açıklığa kavuştu. Bilimsel çalışmaların ortaya çıkardığı sonuçlar4 şöyle özetlenebilir:
i. Dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20 yüzyıl boyunca 0,6 °C kadar artmıştır.
• Karalarda yüzeye yakın hava sıcaklığı ve deniz yüzeyi sıcaklığı ortalaması 1861 yılından beri sürekli olarak artmıştır Ölçümlerde şehirlerin temsil ettiği yüksek sıcaklık değerleri düzeltmesi yapılmıştır. 20. yüzyılda 1910-1945 ve 1976-2000 yılları arasında ciddi sıcaklık artışı gözlemlenmektedir.
• Kuzey yarıküre için temsili verilerin son analizlerine göre 20. yüzyıldaki sıcaklık artışına son binyılda yer alan başka hiçbir yüzyılda rastlanmamaktadır.
ii. Son kırk yıldır atmosferin 8 km’lik alt bölümünde sıcaklıklar artmıştır.
• 1950’lerden sonra meteoroloji balonları, 1979’dan sonra hem uydu, hem de meteoroloji balonları ile yapılan ölçümler, her onyılda bir atmosferin 8 km’lik alt bölgesindeki sıcaklığın 0,15 °C kadar arttığını ortaya koymuştur.
iii. Kar örtüsü ve buzlanma azalmıştır.
• Uydularla yapılan ölçümler 1960’ların ikinci yarısından beri kar örtüsünün % 10 dolayından azaldığını; karada yapılan gözlemler ise, 20. yüzyılda kuzey yarıkürede, nehir ve göllerdeki yıllık buzlanma süresinin 2 hafta kadar kısaldığını kanıtlamaktadır.
• Denizlerdeki buzlanma, 1950’lerden itibaren % 10 ila 15 dolayında azalmıştır; son onyıllarda ise, Kuzey Kutup denizindeki buzların kalınlığında, yaz ve sonbahar dönemlerinde % 40’a varan eksilme vardır.
iv. Dünyadaki ortalama deniz seviyesi yükselmiş ve okyanusların tuttuğu ısı miktarı artmıştır.
• Gelgit ölçüm verileri, 20.yüzyıl boyunca dünya deniz seviyesinin 0,1 ila 0,2 metre yükseldiğini ortaya koymaktadır.
v. İklimin diğer önemli ögelerinde de değişiklikler meydana gelmiştir.
• 20. yüzyılda Kuzey yarıkürenin orta ve yüksek enlemlerinde yağış miktarı her onyılda bir % 0,5 ila 1 arasında artmıştır. Buna karşılık, Kuzey yarıkürenin dönencealtı bölgelerinde (10° N ile 30° N) yağış miktarı her onyılda bir % 0,3 oranında azalmış gibi gözükmektedir.
• 20. yüzyılın son yarısında, Kuzey yarıkürenin orta ve yüksek enlemlerinde şiddetli yağış olayı sıklığında % 2 ila 4’lük artış görülmüştür.
• 1950’den beri aşırı düşük sıcaklık sıklığında azalma görülürken, aşırı sıcaklık sıklığında daha küçük bir artış söz konusu olmuştur.
• El-Nino-Güney Salımı olayının sıcak dönemleri, geçen 100 yıla oranla, 1970’lerin ortasında beri daha sık, daha kalıcı ve daha şiddetli olmaya başlamıştır.
• Son onyıllarda, Asya ve Afrika’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi, kuraklığın sıklık ve şiddetinde artış gözlemlenmiştir.
3. İklim Değişikliğinin Etkileri
Dünya iklimi oldukça karmaşık bir yapı gösterdiğinden, iklim değişikliklerinin insanlığı nasıl etkileyeceği konusunda kesin bir tahminde bulunmak oldukça zordur. Ancak, iklim değişikliğinin en belirgin hususlarından biri olan toplu ısınma bile tek başına ele alındığında, ortaya çıkan toplumsal boyutlar ürkütücü bir görünüm sergilemektedir. Söz gelimi, binlerce yıldır dünya iklimine egemen olan ve on milyonlarca insanın yaşamını etkileyen rüzgâr ve yağış düzeni önemli ölçüde değişecektir. Yükselen deniz seviyesi, adaları ve deniz seviyesine yakın kıyı bölgelerini tehdit edecektir. Zaten artan nüfus ve ekonomik dengesizliklerle yeterince meseleyle uğraşan insanlığın başına, kuraklığın yol açtığı açlık, şiddetli yağışların getirdiği diğer felâketler eklenebilecektir.
65 milyon yıl önce dev bir göktaşının dünyaya çarpmasının yol açtığı toz bulutunun 3 yıl boyunca dünyaya güneş ışınlarının gelmesini etkilediği ve bunun sonucunda, birçok bitki türünün gelişemiyerek ortadan kalktığı, dolayısıyla beslenme zincirinin kopukluğa uğraması yüzünden, dinozorlar dahil birçok hayvan türünün yok olduğu gerçeği ele alındığında, dünya ikliminde ani ve önemli boyutta bir değişikliğin canlı varlıkları nasıl derinden etkileyeceği artık sadece bilim adamlarını değil, geniş halk kitlelerini ve dolayısıyla politikacıları da konu üzerinde düşünmeye sevk etmiştir.
4. İklim Değişikliğinin Sebepleri
Yukarda açıklanan bilgiler dünya iklimini derinden etkileyecek ve dolayısıyla insan yaşamını tehdit edecek nitelikte toplu ısınmanın varlığını ve ısınma eğiliminin giderek arttığını bilimsel olarak ortaya koymuştur. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında bu gerçek ortaya çıktığında, ısınma artışında insan faaliyetlerinin katkısı ve etkisi olup olmadığı da uzun süre tartışılmıştır. Isınma ve buna bağlı olan iklim değişikliği doğal bir sürecin sonucu iseler, sonuçların etkilerini hafifletecek tedbirler üzerinde düşünmek gerekecekti. Oysa, önceleri dar bir bilimsel çevrede başlayan, daha sonra giderek bilimsel kanıtlarla beslenen olguya göre, özellikle 20. yüzyılda görülen ısınma artışının en önemli sebebi, insan faaliyetleri sonucu üretilen çeşitli gazların, atmosferdeki oranlarının beklenmedik ölçüde artmasıdır. Dolayısıyla, ısınmaya yol açan gazların salım kontrolunun insanın elinde olduğu anlaşılmış ve iklim değişikliğini önleme çabaları, söz konusu gazların çıkış kaynaklarını bulmaya ve denetim altına almaya yönelmiştir.
Bu gazların önemli bir kısmı, yer yüzünden atmosfere doğru yansıyan güneş ışınlarından, özellikle ısıtıcı nitelikteki kızılaltı ışınlarının dışarıya kaçmasını engellemekte, dolayısıyla yüzeye yakın bölgelerin ısınmasına yol açmaktadır. Bu fiziksel olay, seralarda kullanılan plastik veya cam örtülerin seranın içinin ısınması olayına yol açmasına benzediğinden, söz konusu gazlara "sera gazları" adı verilmektedir.
Sera gazlarının türleri, atmosferdeki artış oranları ve kaynakları aşağıda verilmektedir:
Karbon dioksit (CO2) gazı: CO2 gazının atmosferdeki derişimi5 1750 yılından günümüze kadar % 31 oranında artmıştır. Günümüzde atmosferdeki CO2 miktarı son 420.000 yılda ve hatta son 20 milyon yılda hiç bu kadar yüksek bir düzeye erişmemişti. Son 20 yıldır, atmosfere salınan insan kaynaklı CO2 gazının yaklaşık dörtte üçü fosil yakıtların yanmasından, geri kalanı da arazi kullanımı değişikliği ve özellikle ormanların yok edilmesinden kaynaklanmıştır. Son yirmi yılda, atmosferdeki CO2 gazının yıllık artışı % 0,4 olmuş, 1990’dan sonra ise yıllık artış % 0,2 ila 0,8 arasında değişmiştir.
Metan (CH4) ve karbon monoksit (CO) gazları: Metanın atmosferdeki miktarı 1750 yılından beri % 151 oranında artmıştır ve hâlâ artmaya devam etmektedir. Son 420 000 yıldır, atmosferdeki bugünkü metan derişimine erişilmemiştir. 1990’lı yıllarda metan gazı derişiminin yıllık artışında belirli bir yavaşlama gözlenmektedir. Metan gazı salımının yaklaşık yarısı, fosil yakıtların kullanımı, büyük baş hayvan yetiştiriciliği, pirinç tarımı, atıkların gömülmesi gibi insan faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır. Son zamanlarda, metan gazı artışına bağlı olarak karbon monoksit gazı salımı da tesbit edilmiştir.
Azot oksit (N2O) gazı: Azot oksitin atmosferdeki derişimi 1750 yılından beri % 17 oranında artmıştır ve artmaya devam etmektedir. Şu anki azot oksit derişimine son bin yıldır hiç rastlanmamıştır. Azot oksit salımının yaklaşık üçte biri, tarıma açık topraklar, büyük baş hayvan yemleri ve kimya sanayii gibi insan faaliyetlerinden ileri gelmektedir.
Halokarbon gazları: Hem ozon tabakasını zayıflatan, hem de sera gazı etkisi gösteren halojenli karbon (halokarbon) gazları salımında, Montreal Protokolünün uygulanmaya başlamasıyla, 1995 yılından beri çok az artış veya azalma görülmüştür. Buna karşılık, sanayide söz konusu gazların yerine kullanılan ve sera gazı etkisine sahip diğer halokarbon gazlarında ise artış gözlenmektedir.
5. İklim Değişikliği ve Enerji Kaynakları
Sera gazları içinde en önemlisi ve en yaygını karbon dioksit (CO2) gazıdır. Bu gazın % 75’i de kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil enerji kaynaklarının yanmasından kaynaklandığı da açıkça ortaya çıktığından, iklim değişlikliğini önleme çabası, fosil yakıt kullanımını azaltma, iklim değişikliğine etkisi çok daha az olan veya hiç olmayan başka enerji kaynaklarının kullanılmasını gündeme getirmektedir. Bu aşamada, insanlığın önüne bir başka kısıtlama çıkmaktadır. Dünyada mevcut bütün enerji kaynakları, sürdürülebilir bir gelişme açısından, hem miktarca (rezerv) yeterli değildir, hem de coğrafi bölgeler ve ülkeler arasında düzenli bir şekilde dağılmamıştır. Bu durum Tablo-1’de özetlenmiştir. Tablodan da görüleceği gibi, mevcut tüketim eğilimi aynen devam ettiği takdirde, kömür dışında mevcut enerji kaynakları 21. yüzyılın sonlarına doğru tükenme noktasına yaklaşacaktır.
Bu durumda, insanlık enerjisiz kalamayacağına göre, küresel ısınma ve iklim değişikliği dikkate alınmasa bile, önce fosil enerji kaynaklarından çıkarılması daha pahalı olan rezervler yavaş yavaş işletmeye alınacak, sanayiden tarıma her alanda enerji tasarrufu sağlayacak teknolojiler gelişme gösterecek, güneş (fotovoltaik), jeotermal, biyokütle, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım katkısı arttırılmaya çalışılacaktır. Yakıt olarak uranyumu kullanan nükleer enerjinin, diğer enerji kaynaklarına göre daha değişik bir konumu vardır. Her şeyden önce uranyum derişik6 bir enerji kaynağıdır. Örnek vermek gerekirse, 1 kg odundan 1 kWh7 , 1 kg kömürden 3 kWh, 1 kg petrolden 4 kWh elektrik üretmek mümkün iken, 1 kg uranyumdan 400 000 kWh elektrik üretilebilir. Ancak uranyumun içinde üreyen ve gene bir enerji kaynağı olan plutonyumun yeniden devreye sokulması ile bu değer 7 000 000 kWh’ı aşabilmektedir. Dolayısıyla, kullanılmış uranyumun yeniden işlenmesi, hızlı üretken reaktörlerin ve toryumun8 kullanılmaya başlanmasıyla, uranyum rezervlerinin ömrü 50-60 misli arttırılabilir.
Enerji kaynaklarının kısıtlılığı ve eşit bir şekilde dağılmamış olması, ulusal temelde ülkelere enerji kullanımında zaten kısıtlama ve zorlamalar getirirken, iklim değişikliğine yol açmayacak şekilde enerji kaynaklarının kullanılmasını ortaya koyan uluslararası sözleşme ve anlaşmalar (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Kyoto Protokolü) ülkeleri enerji kaynaklarının seçimi ve kullanımında yeni arayışlara sevketmiştir. Söz konusu Sözleşme ve Protokolün, onlara taraf ülkelerin iklim değişikliği olgusu ve buna karşı alınacak önlemler karşısındaki siyasi yaklaşımlarını da yansıttığından ayrıca irdelenmesinde yarar görülmektedir.
6. İklim Değişikliğinin Siyasi Yansımaları ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin Gelişimi
Yukarıda da açıklandığı üzere, küresel düzeyde iklim değişikliğinin bilimsel bir gerçek olduğunun 1980’li yıllarda kanıtlanması üzerine, bu değişikliğin temelinde tabii olgulardan çok insan eliyle yaratılan sera gazları paylarının bulunduğu yönündeki inancın da giderek genişlemeye başlamasıyla, sera gazlarının yol açacağı küresel ısınma riskine çare aramak amacıyla Dünya Meteoroloji Örgütü ve BM Çevre Programı’nın çabalarıyla 1988 yılında, "Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli" kurulmuştur.
Panel, iklim değişikliğinin değişik veçhelerini irdeleyip tesbitlerde bulunmak, bu olgunun çevresel ve sosyo-ekonomik etkilerini değerlendirmek ve bu etkiler karşısında yapılabilecekler hakkında yanıtlar geliştirmekle görevlendirilmiştir.
Panel raporunun yayınlanması akabinde, 45. BMGK (1990) kararıyla, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi taslağının hazırlanması amacıyla bir Hükümetlerarası Müzakere Komitesi oluşturulmuştur.
Hükümetlerarası Müzakere Komitesi’nin, iklim değişikliğine çare oluşturabilecek önlemler, bu önlemlerin bağlayıcı taahhütlere nasıl dönüştürülebileceği, karbon-dioksit gazlarının azaltılması için belirlenecek hedef ve takvim, uygulamada gerekli parasal mekanizmalar ve gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin değişik türdeki sorumluluklarının tartışması sonucu ortaya çıkan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşme taslağı, 9 Mayıs 1992’de kabul edilmiş ve Rio de Janeiro’da aynı yıl yapılan BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda imzaya açılmıştır. Sözleşme, 50. onay belgesinin tevdii sonrasında 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 2 eki bulunmaktadır.
Ek.1, sera gazı salımlarını 2000 yılına kadar 1990 yılı düzeyine getirecekleri yönünde taahhütte bulunan OECD ülkelerinin çoğunu ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içermektedir.
Ek.2 ise, taahhütlerin yerine getirilmesine yardımcı olacak ek maddi ve teknolojik katkıda bulunmayı öngören devletleri kapsamaktadır.
Sözleşme’nin yürürlük ve uygulama sürecini gözden geçirmek ve gerekli uyarlamaları yapmakla görevli Taraflar Konferansı’nın ilki 1995 yılında Berlin’de toplanmıştır.
Birinci Taraflar Konferansı’nda Sözleşme Sekretaryası’nın Bonn’da kurulması karara bağlanmış, Sözleşme’ye ek oluşturacak Protokolun ilk taslak çalışmalarına başlanmıştır. Üçüncü Taraflar Konferans’ında görüşülüp onaylanan bu protokol, Kyoto Protokolu olarak anılmaya başlanmıştır.
Birinci Taraflar Konferansı’nda, ayrıca, sera gazları oranının indirimi alanında 2000 yılı sonrasında gerçekleştirilecek faaliyetlere başlanması amacıyla bir yönerge belirlenmiştir. Yönergenin açık katılımlı "Berlin Yönergesi Ad Hoc Grubu" tarafından uygulanması kararlaştırılmıştır.
Birinci Taraflar Konferansı, görüldüğü gibi, Sözleşme’nin uygulanması açısından gerekli mekanizmaların oluşturulması bakımından önemli bir toplantı olmuştur. Bu çerçevede, görevleri, Ek-1 ve dışındaki devletlerden gelen bildirimleri gözden geçirmek, sera gazı oranlarının indirimi için yararlı teknoloji transferi ve uluslararası işbirliği gibi hususlarda yardımcı olmak gibi unsurları içeren "Bilimsel ve Teknik Öneriler Ek Organı" ve "Uygulama Ek Organı" da kurulmuştur. Bu "Ek Organların" 1996 yılında yapılan toplantıları ilginç gelişmelere sahne olmuştur. Bu toplantılarda Sözleşme’ye taraf devletlerin iklim değişikliğini önleyici bilimsel önerileri ne şekilde uygulayacakları hakkında hiçbir şekilde görüş birliği içinde olmadıkları anlaşılmıştır. Başka bir ifadeyle, Sözleşme’ye taraf ve dolayısıyla Sözleşme’nin öngördüğü süreçte yeralmaya gönüllü sayılan 170’i aşan ülkenin, dünyanın geleceğini yakından ilgilendiren "sürdürülebilir iklim stratejisi" için gereken siyasi, sınaî ve sosyal değişikliklerle ilgili oydaşmaya varıp varamayacakları hâlâ geçerliliğini koruyan bir sanıdır. Burada çatışan taraflar, esas itibariyle sera gazlarının sınırlanabileceği konusunda iyimser taahhütlerde bulunan gaz salımı yapan ülkelerle, küresel ısınma konusunda esas sorumluluğu bu ülkelere yükleyip, daha fazla taahhüt altına girmekten kaçınan gelişme yolundaki ülkelerdir.
Sözleşme’ye ek Kyoto Protokolü’nün ve anılan Protokol’ün onaylandığı Üçüncü Taraflar Konferansı’nın üzerinde de biraz daha ayrıntılı durmakta fayda vardır.
Protokol’ün onaylandığı Üçüncü Taraflar Konferansı, Kyoto’da, 1-11 Aralık 1997 tarihleri arasında toplanmıştır. Konferans’ın ayrıca, 125 ilgili bakanı da biraraya getiren üst düzeyli bölümü de yapılmış, yoğun temas ve müzakerelerden sonra "Kyoto Protokolu" 11 Aralık 1997’de kabul edilmiştir.
Yukarıda çok kısa bir şekilde özetlendiği gibi, Kyoto Protokolü’yle, Sözleşme’nin I. Eki’nde yeralan devletler 5 çeşit sera gazı salımını, 2008 - 2012 yılları arasında 1990 ölçümlerinin % 5’i oranında azaltmayı taahhüt etmişlerdir. Protokol, ayrıca, taraf ülkeler arasında sera gazları salımının dengelenmesine yönelik bazı mekanizmaları da (Temiz Gelişme Mekanizması ve Salım Ticareti) öngörmektedir.
Temiz Gelişme Mekanizması, özellikle sanayileşmiş ükelerin gelişmekte olan ülkelerle işbirliğine girerek, bu ülkelerde sera gazları salımının azaltılmasını veya dengelenmesini sağlayacak şekilde yatırımlar yapmasını öngörmektedir. Bir başka deyişle, Ek.I listesinde yer almayan ülkelere, Sözleşmenin amaçlarına erişmek maksadıyla, sürdürülebilir kalkınmalarında sanayileşmiş ülkelerden mali destek sağlanmasıdır.
Salım Ticareti ise, yüksek salım düzeylerine sahip ülkelerin (Ek.I’de yer alan sanayileşmiş ülkeler), salım düzeyi hedefinin altında kalmış olan ülkelerle "salım kotalarını" satın alması esasına dayanmaktadır. Dolayısıyla bir ülke salım düzeyi taahüdüne erişmek için ya kendi ülkesinde salım azaltıcı önlemler alacak, ya da salım düzeyi düşük ülkelerle pazarlık yaparak salım kotası satın alacaktır.
Protokol’ün, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olan ve 1990 yılı temel alındığında, o yıla ait karbondioksit gazı salımının % 55’inden sorumlu, anılan Sözleşme’nin I. Eki’nde adıgeçen 55 ülkenin onayı sonrasında yürürlüğe girmesi öngörülmektedir.
2-13 Kasım 1998 tarihleri arasında Buenos Aires’te yapılan Dördüncü Taraflar Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nün biran önce yürürlüğe girmesine yönelik tedbirler görüşülmüş ve Konferansın, kapalı olarak cereyan eden yüksek düzeyli bölümünden sonra yapılan Genel Kurulu toplantısında, katılımcılar, Sözleşme’nin en etkin şekilde uygulanması ve Protokolün acilen yürürlüğe girmesi için "Buenos Aires Hareket Planı" üzerinde mutabakata varmışlardır. Bir sonraki yıl yapılan Beşinci Taraf Devletler Konferansı, Hareket Planı’nı gözden geçirerek, hem Sözleşme’nin uygulanması, hem de Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi için iki yıllık süre tanımıştır.
13-25 Kasım 2000 tarihleri arasında Lahey’de yapılan Altıncı Taraflar Konferansı, Kyoto Protokolü’nün öngördüğü şekilde sera gazları salımının 1990 oranlarının % 5 altına indirilmesi yükümlülüğü karşısında ABD ile AB arasında mevcut görüş ayrılıklarının daha da çarpıcı bir şekle bürünmesiyle, son bulmadan kapanmak zorunda kalmıştır.
ABD, Konferans’ta, yukarıda açıklanan salım ticareti mekanizmasının özellikle gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak daha yoğun bir şekilde işletilmesinden yana bir tutum izlemiştir. Diğer bir deyişle, sera gazı salımlarının % 25’inden sorumlu durumdaki ABD, Kyoto Protokolü’nün ilk yükümlülük dönemi (2008-2012) sonunda tahminen % 35’lik gibi bir indirim yapma yükümlülüğü bulunması karşısında ormanlar, bataklık gibi sulak alanlar ve tarım alanlarından oluşan "karbon yutaklarının", yani karbon emme kapasitesinin büyüklüğünü koz olarak kullanarak başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere, diğer ülkelerle "karbon ticareti" yapmak istemektedir. ABD yetkilileri, Kyoto Protokolü’nün bu tür "esneklik mekanizmaları"nın sınırsız kullanım olanaklarına güvenerek Protokol şartlarını kabul ettiklerini açıklamaktadırlar. Oysa AB, ABD’nin, Kyoto Protokolü hedeflerine ulaşmak için gerekli indirimlerin en az yarısını ülkesinde gerçekleştirmesi gerektiğini, Protokol’de mevcut esneklik mekanizmalarının sınırsız kullanılamayacağını iddia etmektedir.
Altıncı Taraflar Konferansı’nda küresel ısınmaya yol açan sera gazlarını azaltmaya yönelik bir anlaşma üzerinde mutabakata varılamayınca Konferans kapanamamış, önümüzdeki ilkbahar-yaz aylarına ertelenmiştir.
7. 21. Yüzyılda Enerji Kullanım Senaryoları
Ülkelerin kalkınmasında ve belirli bir refah düzeyine erişmede veya mevcut refahı sürdürmede elektrik enerjisi üretim ve tüketiminin çok büyük bir payı vardır. Bu bakımdan enerji kaynakları daha çok elektrik üretiminde kullanılmaktadır. İklim değişikliğine bağlı olarak enerji kullanım senaryolarını etkileyen en önemli faktör, bilinen enerji kaynaklarının ürettiği birim elektrik enerjisi başına atmosfere saldıkları karbon dioksit gazına eşdeğer karbon miktarıdır (Bkz.Tablo-2).
Not: dolaylı karbon salımları yatık karakterlerle gösterilmiştir
Bütün bu veriler ile ekonomik, siyasi ve çevresel veriler ve gelişmeler esas alınarak, 21. yüzyılda enerji kullanımına ilişkin senaryolar hazırlanmıştır.
Dünya Enerji Konseyi ve Uluslararası Uygulamalı Sistemler Analizi Enstitüsü’nün ortaklaşa geliştirdiği 21. yüzyılda enerji kullanım senaryolarında esasta üç temel senaryo yer almaktadır; ayrıca her senaryo ailesi içinde de alt senaryolar bulunmaktadır:
A - Hızlı büyüme senaryosu
A1- Bilinen ve bilinmeyen bütün petrol ve doğal gaz kaynaklarının teknoloji tarafından çok daha büyük oranda kullanılmasını, dolayısıyla bu kaynakların terkedilmesinin daha uzun süre alacağı, kullanılmaları sırasında çevresel veya etkin kullanıma ilişkin herhangi bir cezalandırmanın söz konusu olmayacağı senaryosu.
A2- Daha fazla teknolojik gelişme, çevresel tehlikeleri az da olsa dikkate alma, kömür yoğunluklu senaryo (yerel, bölgesel ve küresel ciddi etkiler).
A3- Önemli ölçüde "karbon düşürmeyi" sağlayacak, yeni yenilenebilir enerji kaynaklarına ve "yeni" nükleer teknolojiye (daha küçük birimler, daha büyük kamuoyu desteği, yüksek güvenlik performansı) önem veren teknoloji yoğun senaryo.
B- Ilımlı büyüme senaryosu
Burada, teknolojik gelişmeye ve enerji teminine ihtiyatlı yaklaşımın, ılımlı bir ekonomik gelişmenin ve politika girişimlerinde ve kurumsal değişimlerde dinamizmin yavaşlamasını dikkate alan tek bir senaryo vardır.
C- Ekolojiye dayalı senaryo
C1- Yeni yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ile enerji temininde ve kullanımında verimin arttırılmasının, 21. yüzyılda fosil yakıt kullanımının büyük çoğunlukla terkedilmesini sağlayacak senaryo (hedef olarak, 1990 yılında % 76 olan fosil yakıtların toplam birincil enerji teminindeki payının, 2100 yılında % 20’ye düşürülmesi hedef alınmıştır). Ayrıca, bu senaryoda, kamuoyundaki endişeleri ve teknolojik atılımları gideremediği varsayımıyla nükleer enerjinin de terkedileceği düşünülmüştür.
C2- C1’deki kadar "karbon düşürmeyi" amaçlamakla birlikte, hem yeni yenilenebilir enerji kaynaklarında yüksek bir gelişme, hem de kendiliğinden güvenli, küçük boyutlu (150-250 MWe) nükleer reaktörlerin kamuoyunda ve siyasî destek bulmasıyla yaygınlaşmasını hedef alan senaryo.
Yapılan değerlendirmeler, bir yandan ekonomik büyüme ve çevresel endişeleri dikkate alırken, öte yandan birincil enerji kaynaklarının temin edilebilirliğini veya, başka bir deyişle, rezervlerin miktarını da dikkate almaktadır. Bütün çalışmalar ortaya bazı kaçınılmaz sonuçlar çıkarmaktadır:
• Günümüzde mevcut enerji sistemi gelişmesi devam ettiği takdirde sürdürülebilir (yani çevreyle barışık) kalkınma hedeflerine varmak mümkün olamaz;
• Sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilmesi, yüksek enerji verimleri, yenilenebilir kaynaklar ve ileri enerji teknolojilerinin bir arada uyumlu bir şekilde düzenlenmesine bağımlı olacaktır.
Senaryoların hazırlanmasında şu anda içinde bulunulan durumdan hareket edilmiştir. Söz gelimi 1990 yılında dünya nüfusu 5,8 milyar idi, 21. yüzyılın ortalarında bu rakamın 10 milyarı geçeceğine kesin gözüyle bakılabilir. Şu anda dünyada kullanılan birincil enerji kaynaklarının % 76’sı fosil yakıtlardan temin edilmekte, yalnızca % 2’si yeni yenilenebilir kaynaklardan (ilâveten % 5 kadar su kaynağı) oluşmaktadır. Bu orantıları köklü bir şekilde değiştirebilmek için acaba daha ne kadar yıl geçmesi gerekecektir? Ancak bir yandan kaynakların kısıtlı olması ve eşit dağılmaması, öte yandan kalkınma çabalarının bölgeler ve ülkeler arasında önemli değişiklikler göstermesi ve nihayet insanların geleceğini tehdit eden iklim değişikliği belirtileri, 21. yüzyılda siyasetçileri, teknoloji geliştirenleri ve iktisatçıları çok fazla meşgul edecektir.
1 Dr. Kim. Müh., Uzman Müşavir, BM Viyana Ofisi Nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği.
2 Müsteşar, BM Viyana Ofisi Nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği.
3 Eski çağlara ait iklimbilim.
4 IPCC: Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panel’inin taslak 3.
5 Değerlendirme Raporu.
6 Derişim: birim hacim içinde bulunan madde miktarı.
7 Konsantre, yoğun.
8 kWh: kilowatt-saat; 100 watt’lık 10 ampülün 1 saat ışık vermesine yetecek elektrik miktarı.
9 Toryum doğada bulunan radyoaktif bir maddedir Ancak uranyum gibi doğrudan enerji kaynağı değildir; ama, uygun bir nükleer reaktör içine yerleştirilen toryumdan, enerji üretebilen bir başka uranyum izotopu elde edilebilir.
10 Mevcut ekonomik ve teknolojik şartlar altında işlenebilir kaynakların miktarıPetrol, doğal gaz, kömür üretimleri 1998 yılına, uranyum üretimi de 1996 yılına aittir.
11 Dolaysız salınım, enerji kaynağının doğrudan yanmasından çıkan karbon dioksit, dolaylı salınım da ilgili enerji kaynağının teknolojik olarak kullanıma hazırlanması sırasında üretilen karbon dioksit miktarlarıdır.
12 Type: ton petrol eşdeğeri.
13 A ve C senaryolarındaki iki ayrı sütun endüşük ve en yüksek altsenaryolara ait değerleri göstermektedir.
14 ppm (part per million): milyonda kısım; derişimi tanımlar.
15 İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı ülkeleri; Türkiye de grup içinde mütalaa edilmektedir.
16 Eski Doğu bloku ve BDT ülkeleri.