28 Şubat 2024 Çarşamba

İyilikler kötülükleri yok eder

Bir Ayet: "Gündüzün iki tarafında, gecenin de gündüze yakın saatlerinde namaz kılın. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder. İşte bu, öğüt almak isteyenler için bir hatırlatmadır." (Hûd, 11/114)

İyilik, insanı, dolayısıyla toplumu ıslah ve inşa eder. Kötülük ise bozar, yok eder. Bu yüzden iyilik ile kötülük, tabiatları gereği aynı anda bir yerde bulunmazlar. Gece, günün ağarmasıyla yerini nasıl gündüze bırakıyorsa; iyilik de ortaya çıkınca kötülük kaybolur. Ancak kötülüğün kaybolması, onun tamamen yok olması, bir daha ortaya çıkmaması anlamına gelmez. İnsanın dünya sahnesine çıktığı andan beri var olan iyilik ve kötülük bundan sonra da var olacaktır. Bu, insanın dünyada imtihan için bulunmasının bir gereğidir. Bu, kimin iyi işler yaptığı bilinsin diye ölümü ve hayatı yaratan Rabbimizin bir kanunudur. İmtihanı kazanmanın yolu da bütün insani ilişkilere, hayatın her alanına iyiliği yaymaktan geçer. Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre iyi bir mümin kötü söze, güzel sözle mukabele etmeli, kötü davranışa güzel davranışla karşılık vermelidir. Kötülük karşısında öfkeye kapılmadan sükûnetle hareket etmeli, hatta iyilikle karşılık vererek karşısındakine örnek olmalıdır.

---

“Allah’ım! Senden dinimde, dünyamda, ailemde ve malımda af ve afiyet istiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 110)

Kaynak: Diyanet Takvimi

Deprem, Kentsel Dönüşüm ve Finansman İhtiyacı


6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli on ilimizde yaşanan deprem Türkiye’nin önemli kırılma noktalarından birini oluşturacak.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un 23 Şubatta yaptığı açıklamaya göre büyük yıkıma neden olan deprem sebebiyle 518 bin hane kullanılamaz hâle geldi.

TOKİ üzerinden yapılması planlanan konutların ortalama 120 metre kare olması bekleniyor. Bugünkü piyasa şartları doğrultusunda hesaplama yapılırsa arsa maliyeti olmaksızın metre kare fiyatı 7 bin TL’den 840 bin TL bir konutun maliyeti olarak hesaplanabilir. Yapılan konutlar için yapılacak alt yapı yatırımı yani elektrik, su, doğalgaz, internet, kanalizasyon gibi diğer maliyetler de eklendiği zaman ortalama bir konut için maliyet 1 milyon TL seviyesine çıkmaktadır. Tüm bu hesaplar doğrultusunda düşünüldüğünde sadece haneler için gereken finansman 518 milyar TL seviyesindedir. Depremde yıkılan iş yerleri düşünüldüğünde asgari bir bu kadar finansman ihtiyacı daha olduğu söylenebilir. Nitekim devlet ve özel hastanelerin yıkılması ve (bu binaların içindeki makine ve teçhizatların ne kadar pahalı olduğu bilinen bir gerçek), kamu binalarının, dükkânların, bu yapıların içindeki eşyalar düşünüldüğü zaman bu maliyet daha da artmaktadır.

Kabaca yapılan hesaplamalara göre deprem sonrasında yaşanan yıkımın asgari maliyeti 1 trilyon lira seviyesindedir. Bu finansman ihtiyacı da sadece 6 Şubat depremlerinin sebep olduğu yıkımın tekrar onarılması için gereken asgari seviyedir.

Diğer taraftan Türkiye’nin deprem ülkesi olduğu, son dönemde artan depremler de göz önüne alındığı zaman birçok ilimizde ciddi bir dönüşüme ihtiyaç olduğu görülmektedir. Nitekim 20 Şubatta Hatay’da önce 6,4 sonra 5,8 olarak yaşanan deprem ve 25 Şubatta Niğde’de 5,3 olarak açıklanan depremler Türkiye’nin deprem ülkesi olduğunu bizlere tekrar hatırlattı.

İstanbul merkezli büyük dönüşüm

İstanbul merkezli Marmara bölgesi Türkiye’nin ekonomisinde en önemli rolü üstlenmektedir. Nüfusun kalabalık olması, Avrupa’ya yakınlığı, iş merkezlerinin bu bölgede olması ve üretimin yine bu bölgede yoğunlaşması bu bölgeyi bir hayli önemli kılmaktadır.

Bu kadar önemli olmasının yanında 6 Şubat depremleri sonrasında bölgenin fay hattı üzerinde olması ve 17 Ağustos 1999 depremi de düşünülünce gözler yeniden bu bölgeye çevrildi.

Sadece İstanbul özelinde bazı mecburiyetler ve aciliyetler bulunuyor. Olası bir İstanbul depreminde can ve mal kaybını azaltmak için yıkım ve yapım mecburiyetleri görülüyor. İBB’nin yaptığı açıklamaya göre deprem olmadan çökme tehlikesi olan 318 bina bulunuyor. Olası bir 7,5 ve üzeri depremde hafif, orta, ağır ve çok ağır hasar alması beklenen bina sayısı ise 491 bin olarak ifade ediliyor.

Bu açıklama doğrultusunda kabaca düşünmek gerekirse olası bir depremde çok ağır ve ağır hasar alabilecek binalardan başlamak suretiyle bir dönüşüm yapılması gerektiği söylenebilir.

Tam bu noktada ilk aşamada maliyet kısmı bir kenara bırakılırsa ilk etapta şu soru ortaya çıkıyor. “Bu konut kıtlığında binası yıkılacak aileler nerede barındırılacak?” Yılda on bin bina yani ortalama yüz bin hane bu yıkımdan etkilenecek. Mevcut kentsel dönüşüm sürecinde bile yıkılan binalarda oturanların kiralık talebini artırması sebebiyle kira fiyatları hızla artarken böyle bir dönüşüm süreci kira fiyatlarının daha hızlı artmasına neden olur.

Çözüm önerisi

Dönüştürülmesi zorunlu binaların yıkımı yapılmadan TOKİ kiralık binalar yapması gerekiyor. Asgari yıllık on bin bina yani yüz bin hane için bu dönüşümün yapılabileceği düşünülürse TOKİ’nin kiralık konutları bir yıl içinde İstanbul’da yapması gerekiyor. En acil olarak dönüştürülmesi gereken binalardan başlanarak, her yıl dönüştürülecek binalarda oturan kişilerin TOKİ’nin yaptığı bu kiralık konutlarda ikamet etmelerinin sağlanması ve bu dönüşümün hızla yapılması gerekiyor.

Deprem bölgesinde yapılacak konutlar ve iş yerleri ile birlikte İstanbul’da ve diğer illerde yapılması gereken dönüşüm de hesaba katılırsa ihtiyaç olan finansman çok daha fazla… Kocaeli ve İzmir gibi deprem bölgesi olan diğer büyük şehirlerdeki acil dönüştürülmesi gereken binalar da hesaplandığında bu dönüşümün tek bir merkez tarafından gerçekleştirilmesinin bir hayli zor olduğu görülmektedir. Yani bu dönüşümün hep birlikte istenmesi gerekiyor. Sadece siyasi popülizm şeklinde konuşulup geçilmesi samimiyetsizlik göstergesi olur… Dönüşüm için gereken finansman ihtiyacı ortada. Herkes elini taşın altına koymalı…

26 Şubat 2024 Pazartesi

Enflasyonla mücadelede yeni uygulamalar

 

Son zamanlarda Türkiye ekonomisinde yaşanan gelişmeler, hepimizin gözünü kulağını finans haberlerine çevirmiş durumda. Merkez Bankası'nın politika faizini yüzde 45'te sabit tutma kararı, bir dizi ekonomik tedbirin ardından geldi. Hatırlarsınız, geçtiğimiz dönemde politika faizi adeta bir sıçrama yaparak yüzde 8,50'den yüzde 45'e yükseltilmişti. Bu hamle, enflasyonla mücadele adına atılan önemli bir adımdı. Ancak, bu mücadelenin sadece faiz artırımıyla sınırlı kalmayacağını, vergi oranlarında da artışa gidildiğini gördük. KDV oranlarındaki değişiklikler, bu yönde atılan adımlardan sadece birkaçı.

Bu politikalara rağmen, enflasyonun yıllık bazda yüzde 39,59'dan yüzde 64,86'ya çıkması, alınan önlemlerin beklenen etkiyi tam olarak yaratmadığını gösteriyor. Ekonomi yönetimi, enflasyonla mücadelenin yanı sıra talep tarafını da dengelemeye çalışıyor. Bu çerçevede, kredi kartlarına yönelik yeni düzenlemeler gündeme geldi. Taksit sınırlamaları, asgari ödeme oranlarının ve faiz oranlarının artırılması gibi önlemler, tüketimi kontrol altına almayı amaçlıyor.

Bu adımların yanı sıra, Türkiye'nin ödemeler dengesi üzerinde de önemli gelişmeler yaşanıyor. Cari işlemler açığı, yıl sonunda 45,2 milyar dolarla kapandı. Bu rakamlar, ekonominin dış dünya ile olan ilişkilerindeki dengelerin de sıkı takip edildiğini gösteriyor. Dış ticaret açığının küçülmesi, net hizmet gelirlerindeki artış, turizm gelirlerinin beklentileri karşılaması gibi olumlu gelişmeler, ekonomik manzaraya dair umut verici sinyaller arasında.

Ancak, tüm bu çabaların ışığında, enflasyonla mücadelede ve ekonomik dengelerin sağlanmasında hâlâ önemli zorluklar bulunuyor. Özellikle, yüksek enflasyon oranları ve artan yaşam maliyeti karşısında vatandaşların alım gücünün korunması, ekonomi yönetiminin en önemli öncelikleri arasında yer alıyor.

Merkezi yönetim bütçesinin rekor bir açıkla başlaması ve faiz ödemelerindeki artış gibi konular, kamu maliyesinin sürdürülebilirliği konusunda da önemli soru işaretleri yaratıyor. Vergi gelirlerinin büyük bir kısmının faiz ödemelerine gitmesi, devletin finansman alanında manevra kabiliyetini sınırlıyor.

Faiz Artırımının Teorik Temeli ve Pratikteki Etkileri

Ekonomi teorisi, yüksek enflasyonla mücadelede faiz oranlarının artırılmasının, parasal sıkılaştırma yoluyla fiyat istikrarını sağlamaya yardımcı olabileceğini öne sürer. Faiz oranlarının artırılması, kredilerin maliyetini artırarak tüketici harcamalarını ve yatırımları azaltabilir, bu da talep tarafındaki baskıyı hafifletip fiyat artışlarını yavaşlatabilir. Ancak, Türkiye'nin karşılaştığı %64,86'lık yüksek enflasyon oranı, faiz artırımının tek başına enflasyonla mücadelede yeterli olmadığını göstermektedir. Bu durum, enflasyonun çoklu faktörlerden kaynaklandığını ve sadece para politikasıyla kontrol altına alınamayacağını işaret eder.

Maliye Politikası ve Vergi Oranlarındaki Artış

TCMB'nin politikalarının yanı sıra, hükümetin daraltıcı maliye politikası uygulayarak vergi oranlarında artışa gitmesi, ekonomik teorilerin bir diğer önemli önermesidir. Genel KDV oranının %18'den %20'ye, bazı temel tüketim ürünlerinde ise %8'den %20'ye çıkarılması, devletin gelirlerini artırmayı ve bütçe disiplinini sağlamayı amaçlar. Ancak, bu vergi artışları tüketici üzerindeki yükü artırarak, yaşam maliyetini daha da yükseltmiş ve enflasyonist baskıları kısa vadede daha da artırmış olabilir. Uzun vadede, vergi artışlarının enflasyon üzerindeki etkisi, hükümet harcamalarının ve borç seviyelerinin yönetimi ile yakından ilişkilidir.

Talebin Canlılığı ve Kredi Kartı Önlemleri

TÜİK tarafından açıklanan perakende satış hacmi endeksinin artması, talebin canlılığını ve ekonominin belirli sektörlerindeki direnci göstermektedir. Ancak, bu talep artışı, özellikle ithalatı teşvik edebilir ve cari açığı artırabilir, bu da uzun vadede TL üzerinde baskı oluşturarak enflasyonu daha da kötüleştirebilir. Bu bağlamda, kredi kartlarına yönelik taksit uygulamasının kaldırılması, asgari ödeme oranlarının ve faiz oranlarının artırılması gibi önlemler, tüketici harcamalarını frenlemeye yöneliktir. Ancak, bu tür önlemler tüketici güvenini olumsuz etkileyebilir ve ekonomik büyümeyi yavaşlatabilir.

Sonuç olarak, Türkiye ekonomisi, yüksek enflasyonla mücadele ve ekonomik dengeleri sağlama yolunda, faiz artırımı ve vergi politikaları gibi zorlu tedbirlerle ilerliyor. Bu süreçte, tüketici talebini dengelemek ve sürdürülebilir bir büyüme yolunu bulmak en önemli öncelik haline gelmiştir.

​Projeler nerede?

 

    Yerel seçime çok kısa bir süre kala yerel yönetimlere dair kapsamlı projelerin değil de adayların haberlerinin daha gündemde tutulduğu ortam var. “Bu seçimi kazanalım ondan sonra sorunlara bakarız” diye sorunlar, projeler sahada hala tam anlamıyla aktarılmış değil. Ve fakat hal böyle olunca seçmen hala bir partide karar kılmış değil ve giderek kararsız seçmen artıyor. Haber kanalları, gazeteler, sosyal medya, siyaset programları hep aynı düzen üzerinde başa sarıp aynı konuları konuşuyor oysa seçmen umut ve beklenti içerisinde. Seçime bu kadar kısa süre kalmışken bu nasıl toparlanır bilemem ama seçmen psikolojisi öyle hemen 40 günde toparlanacak bir şey değil. Sahaya güven aşılamanız gerekiyor, ikna etmelisiniz hele ki ekonominin böyle olduğu bir ortamda.

    İKTİDAR VE MUHALEFET NEYİ BEKLİYOR

  Hatırlayın geçen seçimde altılı masanın adayımız yıpranmasın diye aday ismini açıklamaması süreyi uzatmış ve aday isminden çok masayı yıpratmıştı. Toplanıp toplanıp bir sonuca varamamaları, ekonominin bu kadar zor günlerinde ekonomik vaatlerinin olmaması halkta güvensizliğe ve kararsızlığa yol açmıştı. Önümüzdeki bu seçimde de muhalefet partisinde yaşanan Özgür Özel ve aday krizleri aslında iktidarın ekmeğine yağ sürdü derken iktidar cephesinde de aday krizleri yaşanmaya başlandı. Aday gösterilmeyen aday adayları başka partilerde şanslarını kullanıp aday oldular. İlk kez bu kadar kararsız ve politikadan kopmuş seçmen görüyoruz. Yorgun bir iktidar, dağılmış bir muhalefet var önümüzde. Bakalım bu seçim yedek kulübesinde kalmış hangi partiye yarayacak. Hoş onlardan da hali hazırda hala bir proje görmüş değiliz.

Zencefil beyni güçlendiriyor


    Zencefil sağlığımıza yaptığı müthiş katkılarla hakikaten mucizevi bir şifa deposu doğal bitkidir. Bağışıklığımızı güçlendirir, iltihabi oluşumları azaltır, kilo vermeyi sağlar, yaşlanmayla hücresel düzeyde mücadele eder, kanseri önler ve günümüzün yaygın hastalığı diyabete karşı birebirdir.

  Anti-enflamatuar (iltihap giderici) özelliklere sahip olan zencefil, nörodejeneratif hastalıklara karşı koruma sağlar. Yine oksidatif stresi azaltarak beyin hücrelerinin yaşlanmasını ve ölümünü de engellemesiyle harika bir ilaçtır.

    Ayrıca doğal bir antiemetik olarak bilinen zencefil, bulantı ve kusmayı azaltmada da yardımcı olabilir. Ancak unutmayın ki zencefil, doğal antikoagülan özelliklere sahip olduğundan kan sulandırıcı ilaçlar kullanıyorsanız dikkatli olmanız gerekebilir.

   Sağlıklı bir şekilde kullanımı: Taze zencefil kökünü rendeleyerek yapacağınız çayı deneyebilirsiniz. Bir bardak kaynar suya 3 çay kaşığı rendelenmiş zencefil kökü ekleyip 10-15 dakika demleyin, ardından süzerek tüketebilirsiniz.

25 Şubat 2024 Pazar

Akciğeri Temizleyen Besinler

 

Sarımsak: Antimikrobiyal etkisi sayesinde insan sağlığına en çok fayda sağlayan sarımsak, akciğerlere de fayda sağlar.

Zeytinyağı: Omega-3 yağ asitleri bakımından zengin olandır. Akciğer hücrelerinin yenilenmesini sağlar.

Domates: Likopen maddesi bakımından zengin ve güçlü bir antioksidan kaynağıdır. Genellikle astım ve KOAH hastalarına fayda sağlar, akciğeleri temizler ve enfeksiyonları yok eder.

Yoğurt: Kalsiyum ve B grubu bakımından zengindir. ve KOAH riskini azaltır. Kemiklerin yanı sıra akciğerlere de fayda sağlar.

Pazı: Demir bakımından zengindir. Bağışıklığı güçlendirerek virüs ve enfeksiyonların etkilerini azaltır ve akciğerleri de güçlendirir.

Elma: Lif bakımından zengin olan elma aynı zamanda C, A ve E vitaminlerini barındırır. Sigaranın akciğerlerde sebep olduğu tahribatı temizler. Akciğerler için, elmanın suyunun çıkartılıp tüketilmesi önerilir.

Mor Lahana: Uzmanlar kan yapımı için tavsiye ediyor. Akciğerlere olumlu katkı sağlar. Nikotin ve virüslerin verdiği hasarları sıfırlar. Hücreleri yeniler.

Muz: Akciğerlerin ve kalbin en çok ihtiyaç duyduğu maddelerden biri potasyumdur. Potasyum bakımından en zengin besin muzdur.

Bal kabağı: Kış aylarında özellikle akciğerlere faydalı besinlerin başında gelir.

Kaynak: Türkiye Gazetesi Takvimi

21 Şubat 2024 Çarşamba

    Bence "Bu Yüzyılda insanları devletler mi küreselci şirketler mi yönetecek?" sorusu yanlış. Asıl mevzu devletleri milletler/uluslar mı yoksa küreselci şirketler/küresel yönetişim mi yönetecek kavgasıdır. Bana göre devlet bir araçtır. Ya milletin iradesinin tecelli ettiği kutlu yerdir veya bir kısım elitlerin elinde oyuncak olmuş ve milletleri dizginleyen bir aygıt. Gerçek kavga milletler ile küreselci "elit" aygıtların kavgasıdır. Fakat bunu yanlış olarak devletler ile küreselciler arasında kavga olarak anlatmak isterler...


20 Şubat 2024 Salı

Bilindiği üzere madencilik, bilimi esas alan teknik bir iş koludur ve aramadan işletmeye faaliyetlerin her aşamasında mühendislik uygulamaları ve çözümleri yer almaktadır. Mühendislik biliminin bu kadar ilerlediği, teknolojinin bu denli geliştiği ve maden işletmelerinde de yoğun olarak kullanıldığı bir dönemde oluşan Erzincan-İliç-Çöpler Altın Maden İşletmesinde meydana gelen olayı ‘kaza’ olarak değerlendirmekte zorlanılmaktadır. Bu olayla ilgili tüm süreçlerin, yapılan hata ve eksikliklerin hassasiyetle incelenmesi ve kök sebeplerinin bulunmasını kazaların bir daha yaşanmaması açısından çok önemli bulmaktayım.

Ülkemizde yaşanan maden kazalarında toplum olarak hep birlikte acı çekiyor ve madencilik sektörü bu tür olayların olumsuz etkilerini derinden hissetmektedir.  Faaliyetlerinde mühendisliği, standartları ve en iyi uygulamaları esas almaya, bunları uygulamaya madencilik sektör olarak mecburdur. Bunları uygulamayan çürük elmaların da sektörden ayıklanması gerektiğine inanıyorum. Sektörün kazalar ile değil, yeni keşiflerle, dünyaya örnek olacak en iyi uygulamalara sahip işletmelerle ve ülkemizin ekonomik kalkınmasına sağladığı katkılarla kamuoyunun gündemine gelmesini istiyor ve bu hedef doğrultusunda çalışmalarına devam etmesini temenni ediyorum.

Aslında ülkemizde madencilik son derece güçlü bir mevzuata sahiptir ve başta Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olmak üzere ilgili otoritelerin düzenleme ve denetimlerine tabi olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Büyük maden işletmelerimizin önemli bir bölümü de uluslararası denetimlerden geçmektedir. Bütün bunlara rağmen bu tür kazaların oluşması iş sağlığı ve güvenliği kültür ve bilincinin yeterince oluşmadığını bizlere göstermektedir.

19 Şubat 2024 Pazartesi

Çalışma saatleri azalınca verimlilik artıyor


    Sanayi Devrimi'nin ilk yıllarında, fabrikalarda işçilerin haftanın altı günü 10-18 saat aralıksız çalışmasından yaklaşık 100 yıl sonra, 1817 yılında, İngiliz iş adamı Robert Owen günde sekiz saatlik çalışma düzenini önerdi. Çeşitli eylemlerin ardından 19. yüzyılın sonunda 1 Mayıs 1886’da sekiz saatlik çalışma resmi olarak kabul edildi. 10-18 saatlik çalışma süresinin sekiz saate düştüğü bu tarihin ardından 21. yüzyılda yeni bir “indirim” gündeme geldi.

    Çünkü verimlilik açısından hangi çalışma şeklinin daha iyi olduğuna dair araştırmalar gerçekleştiriliyor. Haftada beş gün gün saat çalışma esasını da sorgulayan, günlük verimli çalışma saatinin iki buçuk saat olduğunu ortaya koyan bir çalışmadan feyz alan Yeni Zelanda merkezli Perpetual Guardian adlı şirket, haftada beş olan çalışma günü sayısını dörde düşürdü. Haftada dört günlük çalışma süresiyle çalışanların verimliliğinin arttığını, iş stresinin azaldığını gören Perpetual Guardian bu uygulamayı kalıcı hale getirdi.

    “Uzun mesai verimlilik anlamına gelmiyor”

    Her gün ofise gitme zorunluluğu ortadan kalkıyor.

    Kurumsal yazılım geliştirme ve eğitim teknolojileri alanlarında hizmet sunan Artİstanbul ajansının genel müdürü Akın Ömeroğlu, günümüzde bedensel emekten ziyade fikri emeği ile çalışan kişiler açısından uzun çalışma saatlerinin daha fazla üretim getirmediğini belirtiyor: “Fikri emek bir üretim bandı gibi olmadığından masanın başında daha uzun oturmak her zaman daha fazla üretim anlamına gelmiyor. Çalışma saatlerinin, özellikle yüksek katma değerli işlerde, azaltılması ve çalışanın daha az mesaiyle daha verimli çalışması yükselen bir trend. Böyle bir trendin özellikle personelin daha kıymetli olduğu ve kalifiye elemanın daha zor bulunduğu sektörlerde ülkemizde de uygulandığını görmeye başlıyoruz.”

    Ömeroğlu, bu sistemin Türkiye'de uygulanmasının önünde ne yasal ne de kültürel bir engel olmadığı görüşünde. Ömeroğlu’na göre, geleneksel işletmeler çalışanını daha fazla kontrol etmeye, hatta kimi durumlarda baskı altına almaya yönelik süreçler geliştirse bile özellikle çalışma hayatına yeni başlayan kuşağın daha fazla serbestlik, daha kısa çalışma saatleri ve daha rahat çalışmayla daha da verimli olacak.

    Çalıştığı şirkette ofis dışında çalışma uygulamasına ön ayak olmuş bir yönetici olan Ömeroğlu, bunun sebeplerini şu sözlerle açıklıyor: “Bu uygulamanın birden fazla sebebi var. İlki çalışanların iş hayatında tatmin olması için artık tek geçer akçenin maaş olmadığına inanmam. Böyle yan haklar sağlayarak bir yandan çalışan aidiyetini bir yandan da çalışan mutluluğunu arttırmak son derece mümkün. Aynı zamanda İstanbul gibi mesafelerin uzak ve trafiğin yoğun olduğu bir kentte çalışanları ofise gelme zahmetinden kurtararak hayat kalitesini de arttırdığımızı düşünüyorum. Elbette bunun için kurum kültüründe bazı değişiklikler yapmak gerekiyor. Örneğin iletişimi yazılı bir düzene oturtmak ve aynı zamanda insanların farklı yerlerden aynı belge ve bilgiler üzerinde çalışmalarına imkan verecek teknolojik yatırımlar yapmak gerekecektir. Uzaktan çalışma uygulamasının şirkete hem verim artışı hem de ofis maliyetlerini azaltmak anlamında ciddi kazanımları olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Fakat unutulmaması gereken, özellikle üst ve orta seviye yöneticilerin çalışanlarına ve çalışma hayatlarına bakış açısını değiştirmeleri gerektiği… Eğer yönetim kadronuz çalışanı sürekli masasında görmek ya da internette girdiği siteleri denetlemek gibi daha geleneksel ama işe yarayıp yaramadığından emin olmadığımız yöntemler benimsemişse evden çalışmak çalışma barışını sabote etmekten başka bir işe yaramayacaktır.”

Daha Az Çalışma Saati, Daha Yüksek Verimlilik


     Daha az çalışmak sizi daha verimli yapıyor. Son zamanlarda yapılan araştırmalar verimliliği artırmak için daha fazla değil, daha az çalışmamız gerektiğini gösteriyor. İsveç gibi çalışma saatlerini düşüren bir kanun çıkarır mıyız bilinmez ama o güne kadar yazılımlar yardımıyla daha verimli çalışabilirsiniz.

       Maynard Keynes, 1930’larda torunlarının neslinin haftada sadece 15 saat çalışacağını söylüyordu. Ancak ünlü ekonomist bu tahmininde yanıldı ve torunları eskiye göre çok daha zorlu bir çalışma sistemiyle karşılaştı. Günümüzde ise iş ve özel hayat sınırlarının giderek bulanıklaştığı bir sistemdeyiz. Artık sabah 9’da başlayıp akşam 6’da biten bir mesai ile çalışan insan sayısının azaldığını görüyoruz. Birçoğumuzun hayatında e-postaları akşam ya da haftasonu da kontrol etmek, cevaplamak, hatta sunum ya da rapor hazırlamak gibi zorunluluklar bulunuyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) 2014 yılında hazırladığı ortalamasına göre  bir yılda bir insanın çalışma saati 1765 saat olması gerekirken, Türkiye’de bu rakam 1855. Rapora göre en uzun çalışma saatlerinin olduğu ülke de Türkiye. Türkiye’yi  Meksika, Güney Kore, İsrail ve Yunanistan izliyor. Bunun Keynes’in bahsettiği özgür yaşam tarzından oldukça uzakta olduğunu söylemek için hesap yapmaya gerek yok. Bunca otomasyon sisteminin hayatımıza dahil olmasına karşın, yapılacak çok fazla işimiz olmaya devam ediyor. Üstelik bunu yapmak için de gün içinde çok fazla zamanımız olmuyor.

     Daha çok çalışmanın ülkelerin ekonomisine iyi geleceğini duyuyoruz, ancak elimizde bunu kanıtlayan bir veri bulunuyor mu? Yunanistan en çok çalışan ülkelerden birisi olmasına karşın (Eurostat raporuna göre Avrupa ortalaması haftada 40,3 saat, Yunanistan ortalaması ise haftada 42 saat), ekonomisi batık durumda. İsveç de Avrupa’nın en çok çalışanlar listesinin sonlarına yakın bir noktada. Kısa süre önce günlük çalışma saatlerini sekizden altıya düşürdüler. Sizce umursamazlar mı? Hiç de değil: Araştırmalar onların yanında.

     Göteborg’da Toyota servis noktaları günde 6 saatlik çalışmaya 13 yıl önce geçti. Bunun hem daha mutlu çalışanlar hem de daha düşük personel cirosu ortaya çıkartırken, kârlılığı da yüzde 25 artırdığını da ekleyelim. The Economist dergisinin araştırması ise ortalama çalışma saatlerini, çalışılan saat başı GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) ile karşılaştırdığında, daha uzun saatlerin daha düşük üretkenlikle bağlantılı olduğu sonucunu kaydediyor.

    Ancak aslında daha uzun saatler çalışmanın daha çok iş yapılmasıyla sonuçlanması gerekmez mi? Bu mantıklı görünebilir, ancak çalışmak için daha çok saatimiz olması, bunları verimli bir şekilde doldurabildiğimiz anlamına gelmiyor.

Uzun çalışma süreleri şampiyonu Türkiye

 

    2015 verilerine göre OECD ülkeleri arasında haftalık ortalama 50 saat ve üzeri çalışan yüzdesinde Türkiye ilk sırada. Bu istatistiğe göre Türkiye’de çalışanların yarısına yakını haftada ortalama 50 saat veya üzerinde çalışıyor. Çalışmanın bir erdem kabul edildiği Japonya’da % 22,6, dünyanın en büyük ekonomisi ABD’de % 11,5, Avrupa’nın en büyük ekonomisi Almanya’da ise bu oran % 5,6. Ekonomik kriz geçiren Brezilya’da % 10,7, yine kriz mağduru İspanya’da bile bu oran % 5,9. Yani bizim oranımızın bu kadar yüksek olması pek de normal değil. Türkiye’deki ekonomik göstergeler ve çalışan mutluluğu araştırmaları da bu kadar uzun süreler çalışılmasına rağmen hem firmalar hem de çalışanlar için verimli bir çıktı oluşturmadığını gösteriyor.

 

    Dünyada dört gün çalışma üç gün tatil uygulaması deneniyor. Hatta bununla ilgili mesai saatlerinin kısaltılması ile alakalı uzmanlar tarafından araştırmalarda şu sonuçlar çıkmıştır.

    İŞÇİ VE İŞVEREN YÖNÜ FAYDALARI

    -Çalışan personellerin zihnen ve fiziken daha sağlıklı hale getirilip, bu sayede bireyin hastalık izinlerinin azalacağı,

    -İnsan kaynaklarında yedek insan gücünün daha az sayıda bulundurulacağı,

    -4 günlük çalışma ve 3 günlük tatil vasıtası ile bireyin kendisine ve ailesine daha fazla zaman ayıracağı,

    -Bu çalışma modeli vasıtası ile iş arayanlar bu uygulamayı yapan şirketleri cazip görecek ve işveren için daha fazla yetenekli insan bulunarak şirkete katma değer artacak.

-İş yeri ile ilgili personel maliyetlerinin azalması, örnek yemek maliyeti, enerji maliyeti yol ve servis maliyetlerinin daha hesaplı hale gelmesi,

    Bu yöntemle çalışanın bireysel gelişimine daha fazla zaman ayırması vasıtası ile hem kendisine hem de çevresine fayda sağlamasını söyleyebiliriz.

    İŞÇİ VE İŞVERENE DEZAVANTAJLARI

    -Bu uygulama maaş ve üretkenlik için şüphe uyandırdığına inanan bazı işverenler vasıtası ile uygulamaya tam anlamı ile geçiş sağlandığında ücretlerde küçük bir miktarda olsa düşüş yapılmasını savunan bir grup mevcut,

    -Sistemin bütün sektörler için farklı değerlendirilebileceğini, hizmet, imalat sanayi, lojistik gibi işkollarında bazı fiziksel sınırlar getirebileceği,

    Kurumsal bir şirkette departmanlar içerisindeki görev sorumlulukları vasıtası ile çalışma modelinin tüm şirketi değil de sadece bir kısmını kapsaması şeklinde şirket içi çalışma barışını bozabileceği,

 -Ekip çalışmasında bulunan bireylerin ve yöneticilerin sorumlu olduğu gruptan uzaklaşılabileceği, tam anlamıyla bağ ve aidiyet kuramayan personellerin iş çıkışlarını hızlandırabileceği düşünülmektedir.

Hükümet çalışma süreleri için düğmeye bastı! Mesai saatleri kısalıyor

 

    İş mevzuatının sadeleştirilmesi için hükümet yeni bir çalışma yürütüyor. Gündemdeki başlıklar arasında ise mesai saatlerinin düşürülmesi de var. Peki Türkiye’de çalışma hayatına ilişkin nasıl bir düzenleme yapılacak, mesai saatleri ne kadar düşürülecek? Çalışma saatleri kısalırsa maaşlar düşer mi? 

       İşte detaylar...

    https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/hukumet-calisma-sureleri-icin-dugmeye-basti-mesai-saatleri-kisaliyor-7081552



Ekonomik verilerin kodları

 

Türkiye ekonomisinin son dönemdeki performansı, bir dizi karmaşık dinamik ve çeşitli ekonomik göstergeler aracılığıyla incelendiğinde, ülkenin ekonomik yapılanmasındaki zorluklar ve başarılar daha net bir şekilde ortaya çıkıyor. Özellikle işsizlik oranları, istihdam oranları, faiz oranları, TÜFE ve ödemeler dengesi gibi göstergeler, ekonomik politikaların ve küresel ekonomik koşulların ülke ekonomisine etkisini gözler önüne seriyor.

İşsizlik ve İstihdam

Aralık 2023 verilerine göre, Türkiye'de işsizlik oranının %8,8 seviyesine gerilemesi, ekonomik istikrarın korunmasında önemli bir gösterge olarak değerlendirilebilir. İstihdam oranının %48,8'e yükselmesi, ekonomik aktivitelerin canlılığını ve iş gücü piyasasının genişlemesini işaret ediyor. Ancak, ekonominin çeşitli sektörlerinde yaşanan büyüme ve genişleme, iş gücü piyasasına yansıyarak daha fazla bireyin istihdam edilmesine olanak tanıyor.

Faiz Oranları ve Enflasyonla Mücadele

Merkez Bankası'nın faiz oranlarını %8,5'ten %45'e yükseltme kararı, enflasyonla mücadelede atılan adımlardan biri olarak görülüyor. Bu politika kararı, özellikle %64,86 seviyesinde gerçekleşen yıllık TÜFE’nin kontrol altına alınmasını amaçlıyor. Faiz oranlarındaki artış, enflasyonist baskıları azaltma ve para biriminin değerini koruma yönünde önemli bir araç olarak karşımıza çıkıyor.

Ekonomik Büyüme ve Tüketici Davranışları

Perakende satış hacmindeki yıllık %11,4'lük artış, tüketicilerin harcama gücünün ve ekonominin genel olarak canlılığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu artış, hem gıda hem de gıda dışı ürünlerde gözlemleniyor ve ekonomik büyüme ile tüketici güveninin önemli bir yansıması olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda, perakende cirodaki %80'lik artış, fiyat seviyelerindeki yükselişin yanı sıra tüketici talebinin güçlü kaldığını gösteriyor.

Ödemeler Dengesi

Dış ticaret açığının %3,4 oranında küçülmesi ve ihracatın nispeten istikrarlı kalması, Türkiye'nin dış ticaret politikalarının ve küresel piyasalardaki konumunun bir sonucu olarak görülebilir. Ödemeler dengesi kapsamında cari işlemler açığının 2023 yılında 45,2 milyar dolar olması, dış ticaret dengesindeki bu gelişmelerin yanı sıra, net hizmet gelirlerindeki artış ve doğrudan yatırımlardan elde edilen gelirlerin etkisiyle daha geniş bir bağlamda değerlendirilmelidir.

Sonuçları değerlendirmek gerekirse; Net hizmet gelirlerindeki artış, özellikle taşımacılık ve turizm sektörlerindeki performansın güçlü olduğunu gösteriyor. 2023 yılında elde edilen 52 milyar dolarlık net hizmet geliri, Türkiye'nin bu alanlardaki rekabetçiliğini ve dış dünya ile olan ekonomik etkileşimlerinin olumlu sonuçlarını ortaya koyuyor. Turizm gelirlerinin beklenen seviyelerde gerçekleşmesi, ülkenin kültürel ve doğal zenginliklerinin ekonomik değere dönüştürülmesindeki başarısını kanıtlıyor.

Cari işlemler açığının 2023 yılında 45,2 milyar dolar olması ve bu rakamın Orta Vadeli Program'da öngörülen 42,5 milyar dolarlık tahminin biraz üzerinde gerçekleşmesi, dış ticaret ve finansal akımların dikkatle yönetilmesinin önemini vurguluyor. Ancak, net hata ve noksan kalemindeki güncellemeler ve revizyonlar, ekonomik verilerin daha şeffaf ve güvenilir hale getirilmesi yönünde atılan adımları gösteriyor.

Ekonomik göstergeler ve politika kararları arasındaki ilişkiyi incelediğimizde, Merkez Bankası'nın faiz oranlarında yaptığı önemli artışın, enflasyonist baskılarla mücadelede etkili bir araç olduğu görülüyor. Ancak, bu tür politika kararlarının ekonomik büyüme ve istihdam üzerindeki olası etkilerinin de dikkatle izlenmesi gerekiyor.

Son olarak, ekonomik büyüme, istihdam ve enflasyon gibi makroekonomik göstergelerin yanı sıra, ödemeler dengesi, dış ticaret dengesi ve finansal akımların da Türkiye ekonomisinin genel sağlığını ve istikrarını değerlendirmede kritik rol oynadığı açıktır. Bu göstergeler arasındaki etkileşim, ekonomik politikaların tasarımı ve uygulanması açısından önemli dersler sunuyor. Ekonomi yönetimi, bu dengeleri koruyarak ve geliştirerek, sürdürülebilir büyüme ve istikrarı hedeflemeye devam etmelidir.

Türkiye ekonomisi, içinde bulunduğu dönemde bir dizi zorlukla karşı karşıya kalsa da, son veriler ekonomik yapılanmanın dinamiklerini ve potansiyelini gösteriyor. İleride, ekonomik politikaların ve stratejilerin, hem küresel ekonomik koşullarla uyumlu hem de iç dinamikleri destekleyici bir şekilde tasarlanması ve uygulanması, ekonomik istikrar ve büyüme için elzem olacaktır.

15 Şubat 2024 Perşembe

Yıllık enflasyon yüzde 64,86 oldu


    Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre; tüketici fiyat endeksi (TÜFE) 2024 yılı Ocak ayında bir önceki aya göre yüzde 6,70, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 6,70, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 64,86 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 54,72 oranında arttı.

    Aylık ortalama yüzde 6,5 olan piyasa beklentisinin biraz üzerinde kalan TÜFE’deki değişim bir önceki ay yıllık yüzde 64,77, aylık yüzde 2,93 olarak gerçekleşmişti.

    Üretici maliyetlerindeki değişimi gösteren yurt içi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) ise yıllık yüzde 44,20, aylık yüzde 4,14 arttı.

    Ana harcama gruplarının aylık değişim oranları incelendiğinde;

    Giyim ve ayakkabı yüzde-1,61, haberleşme yüzde 2,98, eğitim yüzde 3,17, alkollü içecekler ve tütün yüzde 4,92, gıda ve alkolsüz içecekler yüzde 5,19, ulaştırma yüzde 6,53, ev eşyası yüzde 7,33, konut yüzde 7,43, eğlence ve kültür yüzde 9,07, çeşitli mal ve hizmetler yüzde 10,25, lokanta ve oteller yüzde 12,17 ve sağlık ana harcama grubunda ise yüzde 17,68 oranında artış gerçekleşti.

    Ana harcama gruplarının yıllık değişim oranlarına bakıldığında ise;

    Giyim ve ayakkabı yüzde 40,62, konut yüzde 45,99, haberleşme yüzde 46,40, çeşitli mal ve hizmetler yüzde 58,95, ev eşyası yüzde 61,10, alkollü içecekler ve tütün yüzde 61,60, eğlence ve kültür yüzde 61,82, gıda ve alkolsüz içecekler yüzde 69,71, ulaştırma yüzde 77,54, sağlık yüzde 78,57, eğitim yüzde 79,81, lokanta ve oteller ana harcama grubunda ise yüzde 92,27 oranında artış gerçekleşti.

    İşlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE'deki değişim, 2024 yılı Ocak ayında bir önceki aya göre yüzde 6,85, bir önceki yılın Aralık ayına göre yüzde 6,85, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 67,68 ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 59,60 olarak gerçekleşti.

    Ocak ayı enflasyon verisini aylık olarak değerlendirdiğimizde, son 5 ayın en yüksek seviyesini gördüğünü ve geçen yılın aynı ayında (Ocak 2023) gerçekleşen yüzde 6,65’lik artışın da üzerine çıktığını görüyoruz. Bu artışta etkili olan temel unsurların yine asgari ücrete yapılan yüksek oranda (yüzde 49) zam, akaryakıt ve doğalgaz olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar döviz kurları sakin bir seyir izlese de ana eğilimin artış yönünde olduğunu görüyoruz.

    Mal enflasyonu aylık yüzde 4,60, yıllık yüzde 55,65 ile manşet enflasyonun altında kalırken, hizmet enflasyonunun ise aylık yüzde 12,14, yıllık yüzde 89,72 ile ortalama verinin oldukça üzerinde kalması dikkat çekiyor. Hizmet kalemleri içerisinde de kiradaki yüzde 25’lik sınıra rağmen yıllık yüzde 111,84 oranındaki artış da enflasyonu yukarı çeken bir diğer unsur olarak karşımıza çıkıyor. Uygulanan faiz politikalarına rağmen hizmet enflasyonundaki katılık devam etse de baz etkisinin de katkısıyla Mayıs ayından sonra enflasyonun düşüş eğilimine gireceği bekleniyor.

6 Şubat Unutulmaz

 

    6 Şubat 2023- 6 Şubat 2024… Bir sene insan hayatında nedir ki? Şu ahir zamanda göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Bu yüzden depremzedelerin yaraları hala ilk günkü gibi kanıyor. Zaman geçtikçe yaralar kabuk bağlayacak. 17 Ağustos 1999’da en az Maraş depremi gibi nasıl unutamadıysak fakat hayat bir şekilde nasıl devam ettiyse kalanlar için de eskisi gibi olmamakla birlikte hayat devam edecek. Etmesi de gerekiyor… Depremzede çocukların, gençlerin yeniden yaşama tutunması şart. Devletimiz gereken ne varsa hayata geçirmiş durumda ama biz de onları unutmamalıyız. Bilhassa psikolojik destek verebilecek uzmanların bölgeden elini çekmemesi gerektiğini düşünüyorum.


    Öncelikle İliç maden sahasında göçük altında kalan vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum. 

    Mühendislerden beklendiği için ben de bir jeoloji mühendisi olarak konu hakkında bu kısa notu yazmak istedim. 

    Altın madenciliği dünyanın her yerinde siyanür çözeltisi kullanılarak yapılır. Maalesef başka ekonomik bir yöntem yok. Gerekli önlemler alındıktan sonra bunun bir mahsuru da bulunmuyor. Nasıl ki madencilikte ve hafriyatta tehlikeli bir malzeme olan dinamit kullanılıyor, mutfaklarda tehlikeli bıçak kullanılıyorsa altın madenciliğinde kullanılan sodyum siyanür de öyle. Esas mesele tedbirlerin layıkıyla uygulanması.

    Siyanür, öğütülen kaya parçalarından veya topraktan altını ayrıştırmak için kullanılır. Siyanür, kayaların içinde gözle görülemeyecek kadar küçük altın zerreciklerini çözündürerek sıvı hale getirir. Sonra da bu sıvının içinden altın ayrıştırılır, eritilip kalıplara dökülür. 

    Altının ayrıştırılması için cevher (taş ve toprak ile karışık maden), geniş tanklar içerisinde veya yığınlar halinde iken siyanür solüsyonuyla karıştırılır. Altının ayrıştırılmasından sonra cevher artığı olarak ortaya çıkan atık, büyük bentlerin veya atık barajlarının arkasında depolanır. Her ne kadar su ile yıkansa da bu atığın içinde az miktarda siyanür bulunur. Atık öğütülmüş ve ıslak olduğu için akışkan haldedir.

    Altın kazanımından sonra çıkan siyanürlü su ise ayrıca ve kontrollü olarak başka havuzlarda depolanır. Tekrar kullanılır ve doğaya bırakılmaz.

    İliçteki kaza, cevher atığının (ayrıştırma sonunda kalan öğütülmüş taş ve toprak) depolandığı havuzun kayması/yıkılması sonucu içinde az miktarda siyanür bulunan ıslak toprağın (çamur) heyelan gibi akmasıdır. 

    Benim bu olayda, dışarıdan bakışla görebildiğim en büyük teknik hata, konu depolama barajının vadiye değil de tepe üzerine yapılmış olması. Muhtemelen suyun pompalama ve vadiye iniş çıkış yapacak araçların işletme maliyetini düşürmek için havuzu vadiye kurmak yerine böylesi bir tepeye kurmuşlardır. 

   

11 Şubat 2024 Pazar

Ekonomik Veriler


Merkez Bankasının Enflasyon Raporu'nun perdesini araladığımızda, Türkiye ekonomisinin nabzını tutan bir manzara ile karşılaşıyoruz. 2023 yılının sonunda %64,8 gibi göz kamaştıran bir tüketici enflasyonu oranıyla yüzleşirken, bu oranın önceden yapılan tahminlerle kusursuz bir uyum içinde olduğunu görmekteyiz. Ancak gözlerimizi geleceğe çevirdiğimizde, sahnenin değiştiğini ve 2024'ün sonunda enflasyonun %36'ya, 2025'in sonunda ise %14 seviyesine inmiş olacağını öngören bir tablo karşımıza çıkıyor. Bu iyimser senaryonun arkasında, Merkez Bankası'nın demir yumruk politikaları ve miktarsal sıkılaştırma adımları yatıyor.

Küresel ekonomik rüzgârların yönü, iç talebin nabzı, finansal koşulların sıcaklığı ve iktisadi faaliyetin ritmi gibi çeşitli faktörler bu büyük tabloda yerini alıyor. Merkez Bankası'nın enflasyon karşısında aldığı sıkı duruş ve parasal sıkılaştırma hamleleri, enflasyon beklentilerindeki iyileşme ve fiyatlama davranışlarındaki sınırlı düzelme gibi önemli gelişmeleri beraberinde getiriyor. 2023'ün üçüncü çeyreğinde iktisadi faaliyetin sınırlı bir büyüme sergilemesi, GSYİH'nin yıllık bazda %5,9 artışı ve çeyreklik bazda %0,3'lük bir büyüme ile bu tabloyu daha da renklendiriyor.

Enflasyonist baskıların dizginlenmesi ve dezenflasyon sürecinin hız kazanması için Merkez Bankası'nın kasım-ocak döneminde politika faizini %35'ten %45'e çekmesi, finansal koşullar üzerinde olumlu bir etki yaratıyor ve iç talebin beklenen bir şekilde dengelenmesini sağlıyor. Kredi piyasasında istikrarı sağlama ve finansal koşulları sıkılaştırma yönündeki kararlarının altını çizen Banka, toplam kredilerin yıllık büyüme oranının dördüncü çeyrekte %34,4'e gerilediğini aktarıyor.

Merkez Bankası'nın, parasal sıkılaştırmayı daha da pekiştirmek için aldığı miktarsal sıkılaştırma kararları, seçici kredi politikaları ve makro finansal istikrarı destekleyecek adımlar, ekonominin dengesini sağlama yolundaki kararlı adımlar olarak öne çıkıyor. Banka'nın fonlaması, gecelik faizler, zorunlu karşılık düzenlemeleri ve TL likidite yönetimi gibi önemli konular, bu geniş çaplı stratejinin temel taşlarını oluşturuyor.

Diğer taraftan 2024'ün henüz ilk ayında, Türkiye ekonomisinin vitrini, bir dizi renkli ve çarpıcı veriyle süslenmiş durumda. TÜFE Ocak ayında aylık %6,70, yıllık ise %64,86 artış göstererek, ekonominin enflasyonist baskılarla nasıl boğuştuğunu gözler önüne seriyor. Bu veriler, TÜFE'deki on iki aylık ortalamanın %54,72 olduğunu ve enflasyonun hâlâ yüksek seyrettiğini işaret ediyor. Giyim ve ayakkabı gibi bazı sektörlerde fiyat artışları sezon değişimine bağlı olarak nispeten düşük kalırken, lokanta ve otellerdeki %92,27'lik artış, vatandaşların günlük yaşam maliyetlerinde ciddi yükselişlerle karşı karşıya olduğunu anlatıyor.

Aralık ayında, sanayi üretimi endeksi, yıllık %1,6 artışla, ekonominin üretim cephesinde ılımlı bir iyimserlik sunuyor. İmalat sanayi ve enerji sektörlerindeki artışlar, ekonomik faaliyetin devam ettiğinin ve belirli alanlarda canlılık kazandığının göstergesi. Ancak madencilik ve taş ocakçılığı sektöründeki küçülme, bazı zorlukların hala mevcut olduğunu hatırlatıyor.

Tüketici güven endeksi ise Ocak ayında %3,9 artarak 80,4'e yükselmiş. Bu artış, tüketicilerin ekonomiye dair umutlarının tamamen söndüğünü söylemek için henüz erken olduğunu gösteriyor. Ancak bu endeks, hala 100'ün altında olduğu için, genel tüketici morali ve geleceğe dair beklentilerin ihtiyatlı bir iyimserlik içerdiğini ifade ediyor.

Bu veriler, Türkiye ekonomisinin, yüksek enflasyon, değişken sanayi üretimi ve tüketici güvenindeki dalgalanmalarla karmaşık bir dönemden geçtiğini ortaya koyuyor. 2024'ün ilerleyen aylarında, özellikle Şubat ayından itibaren, bu üç önemli gösterge arasındaki ilişkiyi daha da yakından incelemek gerekiyor. TÜFE'deki yüksek artış oranları, tüketici harcamaları üzerinde baskı yaratmaya devam edecektir. Bu durum, özellikle lokanta ve oteller gibi hizmet sektörlerinde fiyat hassasiyetini artırabilir ve tüketici harcamalarını daha temkinli hale getirebilir.

Sanayi üretimindeki artış, ekonominin üretim kapasitesinin ve rekabet gücünün korunmasında kritik bir rol oynayacaktır. İmalat sanayi ve enerji sektörlerindeki büyüme, iç ve dış talebi karşılayacak üretimi destekleyerek ekonomik büyümeye katkıda bulunabilir. Ancak, bu artışın sürdürülebilir olması için hammadde maliyetleri, enerji fiyatları ve küresel ekonomik koşullardaki dalgalanmalara karşı dayanıklılık göstermesi gerekecek.


8 Şubat 2024 Perşembe

    TBMM’ye getirilen 15 maddelik kanun teklifi ile Maden Kanunu, Kıyı Kanunu, Doğal gaz Piyasası Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun, Enerji Verimliliği Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu ve Nükleer Düzenleme Kanunu ele alındı.

    Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bölgede değerli maden üreterek Çin ile rekabet etmeyi hedeflenmektedir.

    Geniş bir coğrafya maden kaynakları için ‘süper bölge’ ilan edilecek.

    Britanya sermayeli enerji, kimya, yenilenebilir enerji, metal ve madencilik endüstrilerine veri sağlayan küresel araştırma ve danışmanlık kuruluşu Wood Mackenzie (WoodMac), metal ve madencilik için ‘süper bölge’ önerdi. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ‘süper bölge’ projesi ‘Afrika, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’yı kapsıyor.

    Wood Mackenzie, sermayenin artan enerji ihtiyaçlarına yanıt olabilecek yeni maden kaynaklarını gözüne kestirdi. Britanya sermayesi tarafından hazırlanan rapora göre maden ve değerli metal üretimi için ‘süper bölge’ oluşturulması planlanıyor. Afrika, Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’dan oluşan süper bölgede Türkiye de yer alıyor.

    Rapora göre 2.5 santigrat derecelik küresel ısınma senaryosunda elektrikli binek araçları, fotovoltaik (PV) sistemler ve rüzgar türbinlerinin satışlarının 2030 yılına kadar yüzde 164, yüzde 171 ve yüzde 132 oranında artması bekleniyor. Bu teknolojilerin mevcut ve tahmini satışları, bazı ham maddeler için benzeri görülmemiş bir talep yaratıyor.

    Örneğin ortalama bir elektrikli araç, içten yanmalı motorlu (ICE) bir araca göre altı kat daha fazla mineral gerektirirken, rüzgar enerjisi, gazla çalışan bir tesise göre otuz kat daha fazla bakır yoğun olabilir. Genel olarak kobalt, lityum ve nikel gibi minerallere olan talebin 2040 yılına kadar sırasıyla yüzde 60, 300 ve yüzde 90 oranında artacağı öngörülüyor.

    “Dünyanın dört bir yanındaki hükümetler ve piyasalar, artan maden talebini karşılamak için yavaş yavaş harekete geçmeye başlıyor” denilen raporda, “Şirketler ayrıca enerji dönüşümüyle bağlantılı maden arama ve operasyonlarını da hızlandırıyor” ifadeleri kullanılırken şu örneğe yer verildi: “Temel durum 2.5°C senaryomuzda, 2030 yılına kadar teorik talep ile lityum ve neodimyum gibi minerallerin taahhüt edilen arzı arasında yüzde 10’dan fazla bir fark olacağını tahmin ediyoruz. 1.5°C’lik bir patikayı tutturmak, çoğu geçiş mineralinde daha da ciddi eksikliklere yol açacaktır. 1.5°C hedefi kapsamında, 2030 yılına kadar taahhüt edilen kobalt, lityum ve grafit arzının talebin yüzde 70’inden azını karşılayacağı öngörülüyor. Wood Mackenzie, arz talep açığını kapatmak ve küresel sıcaklık artışlarını sanayi öncesi seviyelerin 1.5°C üzerinde sınırlamak için 2030 yılına kadar kritik minerallerin madenciliği, rafine edilmesi ve eritilmesi için yaklaşık 400 milyar ABD doları tutarında CAPEX’e ihtiyaç duyulacağını tahmin ediyor.”

    YENİ TEKNOLOJİLER, YENİ MADENLER İSTİYOR

    Raporda gelişen teknolojiye bağlı olarak, üretimin ihtiyaçlarının da zaman içinde değiştiği vurgusu yapıldı. Raporda şu gerekçelere yer verildi:

    Metal ve madencilik sektörünün daha sorunsuz ve daha hızlı bir enerji geçişini kısıtlamak yerine mümkün kılabilmesini sağlamak için daha fazla üretime yönelik arz ve yatırım gerekiyor. Madencilik projeleri için uzun teslim süreleri, yatırımın derhal artması gerektiği anlamına geliyor.

    Pek çok temiz enerji teknolojisinin uygulamaya konması yıllar alacağından ve sonunda geri dönüşüm akışına gireceğinden, kullanım ömrü sonundaki ham maddelerin maden tedariki üzerinde yalnızca 2030’ların ortalarında büyük bir etkisi olacak.

    Raporda, ham madde üretiminde Çin egemenliğine dikkat çekilirken, Çin ile rekabetin asıl unsur olduğu kaydedildi: “Çin’in maden rafinajı ve teknoloji üretimindeki hakimiyeti belirgindir. Örneğin, lityum iyon pil tedarik zincirinde Çin, küresel kobalt, lityum, nikel ve sentetik grafit rafine etme kapasitesinin sırasıyla yüzde 74, 67, 84 ve 52’sini ve küresel kapasitenin yüzde 80, 74 ve 79’unu kontrol ediyor. Devasa ekonomik fırsatların yanı sıra bu dinamikler, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Avustralya ve Kanada dahil olmak üzere Batılı ulusları yatırım çekmek, üretimi teşvik etmek ve tedarik zincirlerinin stratejik aşamalarını yakalamak için çok çeşitli politikalar uygulamaya yöneltti. Doğu Asya’da, doğal kaynak sıkıntısı çeken iki ülke olan Japonya ve Güney Kore, onlarca yıl önce minerallerin stratejik önemini fark etti ve alt üretim için yem sağlamak amacıyla yabancı madencilik varlıklarına yatırım yaptı. Güney Amerika ülkeleri de, son dönemdeki milliyetçi politika dalgasıyla madenlerden daha fazla değer elde etmeye çalışıyor. Bu arada, birçok maden tedarik zincirinin ana üreticisi olan Çin, maden tedarik zincirlerinin tüm aşamalarına yoğun yatırımlar yaparak rakiplerinden bir adım önde olmayı hedefliyor. Bu girişimlere rağmen, orta aşama işlemeye yönelik politika odağı büyük ilerlemeler sağlamakta başarısız olurken, tedarik zincirlerinin üst aşamadaki temel zorluklar büyük ölçüde ele alınmadan kalıyor. Örneğin bakır piyasasında, temel arz ile on yıllık süre için öngörülen talep arasında beş milyon tonluk zımni bir boşluk var. Bu arada projelerin taahhüt edilme hızı yavaşlıyor ve ima edilen arz açığını doldurmak için gereken yıllık 700 kt’un altına düşüyor. Maden fizibilite, inşaat ve üretime başlama sürelerinin 15 yıldan fazla sürmesi nedeniyle arz, talebi karşılayacak yolda değil.”

    AB ve ABD sermayesi, Çin’e karşı ‘süper bölge’nin doğal kaynaklarını, mali ve insan sermayesini kullanmak istiyor. Süper bölge, kobalt, doğal grafit ve manganez gibi stratejik minerallerin sırasıyla yüzde 79, yüzde 53 ve yüzde 44’ünü barındırıyor.

    Wood Mackenzie, süper bölgenin 2050 yılına kadar küresel elektrikli araç satışlarının yüzde 24’ünü oluşturacağını, dünya devlet varlık fonlarındaki sermayenin yaklaşık yüzde 42’sini elinde tutacağını ve 2050’lerin ortalarında küresel nüfusun yüzde 56’sını oluşturacağını tahmin ediyor.


6 Şubat 2024 Salı

Zaruret olmadıkça iç siyasete girmek istemiyorum. Beni daha ziyade Türkiye'nin "Grand Politics" denilen uzun vadeli dış politika hedefleri ilgilendiriyor. Fakat iç siyasî konulara değinmekten ve konumlanmaktan da çekinmiyorum, çünkü birçok meselenin özü dış politikadan bağımsız değil.

Arada bir değinirim, hadiselere "partizanlık" açısından bakanlar her yazdığımızdan memnun olmayacaklar...

Türk Devleti 2016-2018 sürecinden sonra bazı kritik ana hatlarda düzenleme yapmak zorunda kaldı. Bunları sadece bir partinin kendi iktidarını ayakta tutma girişimi olarak asla görmemek lazım. Fakat yeni sistemin elbette bazı eksiklikleri de mevcuttur, bunlar zaman ve tecrübeyle düzeltilecektir. Meclisin bir denge unsuru olarak yürütme karşısında yeniden güçlenmesi, hesap verilebilirlik, şeffaflık ve siyasî partiler kanunu gibi meseleler ileride mutlaka ele alınması gereken meselelerdir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bana göre özünde çok doğru bir sistemdir. 50%+1 ile adeta bir kişinin bile reyi değer kazanmıştır, bu benim için çok önemlidir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri yürütmeyi belirlemede işin doğası gereği iki kampın oluşması yani bir nevi düalizmdir ki bu da aslında Türk Siyasî Hayatının çok partili geleneği ile engelleniyor(İttifaklar oluşsa da partiler kendi kimliklerini muhafaza ediyorlar). İyi çalışabilen bir meclis ve seçmenin vekillerini kendisinin belirleyebildiği zaman yürütme seçimlerinde oluşan düalizm mecliste engellenebilir, fakat bunun için yukarıda anlatmak istediğim kanuni tanzimler/düzeltmeler meydana gelmeli. Yönetim krizlerini önlemek için nasıl yürütmenin direk millet tarafından seçilmesi elzem ise aynı şekilde Türk Siyasî Hayatının vazgeçilmesi olan çoğulculuğun ve güçlü bir meclisin denge unsuru olarak tahkim edilmesi bir zarurettir. Son dönemde bir "3. Yol" arayışına şahit oluyoruz ki buna ben tamamen olumlu bakıyorum. Aslında bu "3. Yol" 2023 Mayıs Genel Seçimlerinde kendini gösterecekti, fakat bu bana göre bazı iç ve dış "dinamikler" tarafından engellendi ve herkes yeniden bilindik "düalizme" geçici olarak razı olmak zorunda bırakıldı! Şimdi yerel seçimde adeta bütün partilerin kendi başına aday göstermeleri(dem partiyi ben saymıyorum, zaten parti olarak görmüyorum...) ve bazı partilerin "hür ve müstakilliğe" vurgu yapmaları bana göre siyasetimiz ve geleceğimiz için bir artıdır. Ben bu "3. Yol" arayışlarının hem yeni bir muhalefet hattını hem de icabında yeni bir iktidar alternatifi oluşturacağı kanaatindeyim. Ayrıca bu "3. Yol" arayışlarının abd ve küresel yönetişimin Türkiye ile plan ve projelerini sekteye uğratacağını ve "düalizmden" beslenmesi gibi avantajlarını bertaraf edeceğini düşünüyorum.
Şimdilik bu kadar...

Onlar acıların en büyüğünü yaşayarak yazdılar sabır destanını. Deprem hepimizin başına gelebilir, ama acıları, kayıpları, yok oluşları azaltmak elimizde. Allah bir daha yaşatmasın acıların böylesini. Depremde hayatını kaybedenlere rahmet, hayatta kalanlara sabırlar ve kolaylıklar dilerim.

5 Şubat 2024 Pazartesi

2024 YILI OCAK AYI ENFLASYONU

 

 

Sektör ve Grup İsimleri

Bir Önceki Aya Göre Değişim (%)

Bir önceki Yılın Aralık Ayına Göre Değişim (%)

Bir Önceki Yılın Aynı Ayına Göre Değişim (%)

On iki Aylık Ortalamalara Göre Değişim Oranı (%)

TÜFE

6,70

6,70

64,86

54,72

TÜFE (Gıda ve Alkolsüz İçecekler)

5,19

5,19

69,71

65,90

Yİ-ÜFE

4,14

4,14

44,20

47,35

Yİ-ÜFE (İmalat Sanayii)

5,21

5,21

53,80

52,32

Yİ-ÜFE (Gıda Ürünleri)

4,87

4,87

59,09

67,01

Çekirdek Enf. (B) İşlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE

6,85

6,85

67,08

59,60

Çekirdek Enf. (C) Enerji, gıda ve alkolsüz içecekler, alkollü içkiler ile tütün ürünleri ve altın hariç TÜFE

7,58

7,58

70,48

60,04

 

TÜFE (Gıda ve Alkolsüz İçecekler Ana Harcama Grubunun) Aylık ve Yıllık Etkisi

1,30

17,60

 

TÜFE'deki (2003=100) değişim 2024 yılı Ocak ayında bir önceki aya göre % 6,70, bir önceki yılın Aralık ayına göre % 6,70, bir önceki yılın aynı ayına göre % 64,86 ve on iki aylık ortalamalara göre % 54,72 olarak gerçekleşti.

Gıda ve Alkolsüz İçeceklerde ise değişim, 2024 yılı Ocak ayında bir önceki aya re %5,19, bir önceki yılın Aralık ayına re % 5,19, bir önceki yılın aynı ayına göre % 69,71 ve on iki aylık ortalamalara göre % 65,90 olarak gerçekleşti.

2024 yılı Ocak ayında %6,70 olarak gerçekleşen aylık enflasyonun % 1,30’luk kısmı, % 64,86 olarak gerçekleşen yıllık enflasyonun ise % 17,60’lık kısmı Gıda ve Alkolsüz İçecekler Ana Harcama Grubundan kaynaklanmıştır.


Kaynak: TÜİK