24 Eylül 2009 Perşembe

Dünyayı baş aşağı getirecek kriz!



Dünya su kaynaklarından en çok ve en kaliteli suyu tüketen kesimin bireysel tüketiciler değil, endüstri olduğunu söyleyen Gaye Yılmaz, “suyu üretimde hem ücretsiz kullanıp, hem de doğayı tahrip ederek su kaynaklarını kirleten mekanizmanın, şimdi de suyu metalaştırarak yoksulların suya erişimini imkansızlaştırdığını söylüyor.


İktisatçı ve antikapitalist mücadelenin uluslar arası arenasında tanınan aktivistlerinden Gaye Yılmaz’ın doktora tezi olan çalışması “Suyun metalaşması: Kıtlığın nedeni kıtlığa çare olabilir mi?” geçtiğimiz günlerde SAV Yayınları’ndan çıktı.


Susuzluğun dünyayı etkileyeceği süreci ekonomik-politik olarak bize özetleyen Yılmaz, susuzlukla birlikte topraktan men edilen çiftçi kitlelerinin zorunlu işçileşmesini ve bunun da kentlere göçü ve yoksulluğun artacağı anlamına geldiğini söyleyerek, mevcut su kaynaklarının çok daha hızlı biçimde kirleneceğini dile getirdi.


Öncelikle dünyadaki su krizi neye bağlı? Niçin bu kadar gündemde son zamanlarda? Öngörülebilir miydi?


İki türlü kriz yaşanıyor. Biri küresel ısınmaya bağlı olarak su kaynaklarındaki kuruma, diğeri de buna dayandığı iddia edilen bir proje: suyun metalaşması. Kimi analistlere göre su krizi sadece bir söylemden ibaret. Suyu özelleştirmek için kullanılan bir şey bu. Ama araştırdığınız zaman görüyorsunuz ki ciddi bir sorun su kıtlığı. Üstelik bir üçüncü dünya sorunu değil. Yani sular sadece Güney yarıkürede, yoksul ülkelerde kurumuyor. Suların çok büyük bir hızla kirleniyor olmasından dolayı Kanada, Almanya gibi su zengini ülkelerde de su krizi var bugün. Aslında suyu bol, ama kullanılabilir değil. Çünkü kirli. Bunun giderilmesi ise çok yüksek enerji ve maliyet gerektiriyor. Üstelik kirlilik giderildiğinde de aynı alanlarda (eskiden kullanılan) tekrar kullanılamıyor. Su talebi üç ana yerde var: bir tanesi evsel kullanım, bütün dünyada evsel kullanım tüketilen su miktarının en minimal kısmı. Ama son zamanlarda bu “tasarruf propagandalarının” tekabül ettiği gerçeklik şu ki: su gerçekten son derece kıtlaşmış durumda. Artık minimal alandan bile yapılacak tasarrufun kapitalizm için ciddi bir önemi var. Diğer alan tarım. Tarım ve sanayi arasında su kullanımı açısından müthiş bir çekişme var. Endüstrinin savı; en fazla suyu tarımın tükettiği ve bunun azaltılmasının yegane yolunun da tarımda modernizasyona gidilmesi gerektiği yönünde. Dünya Su Konseyi, Dünya Su Forumu gibi yapılar bunu vurguluyor. Ama bir başka okumayla da şunu söyleyebiliriz; yıllardan beri uluslar arası ticaret müzakereleri tarım sorunu yüzünden tıkanıyor. Yoksul güneye “tarımınızı liberalize edin ve tam piyasaya açın” deniyor. Onlar da “Tamam, yaparız. Ama siz de tarıma verdiğiniz sübvansiyonları kaldırın” diyor. Yani yoksul ülkeler de kendi sermayedarlarının çıkarına odaklanmış. Ama şimdi su kriziyle birlikte bu sıkıntıyı aşmanın olanakları da belirdi. Çünkü su yok, çok az sonuçta. Bölüşülmesi lazım. Bu bölüşümün esastan iki sektör arasında bölüşüleceğini öngörmek çok zor değil.




ÇİFTÇİLER İÇİN DEHŞET SENARYOSU 2006’DA YAZILDI


Çiftçi örgütlenmeleri direniyor buna. Ama benzer çıkarlar orada da söz konusu. Sulama birlikleri var Türkiye’de, Dünya Bankası modelidir. Daha önce Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından organize edilen kamusal yapılarken, kurulduğu günden başlayarak en yakın zamanda çiftçilere devredilmek üzere yapılmış. Ve Türkiye’de yüzde 90 oranında özelleştirilmiş. Büyük toprak sahiplerinin ellerinde. Ama geçimlik tarım yapan çiftçilerin suya erişimi giderek zorlaşıyor. Dünya Su Forumu’nun 3 yılda bir yaptığı toplantılardan Meksika Forumu sonrası çıkan tarımla ilgili bir rapor var. Baktığınızda dehşet projeyi görüyorsunuz. Yani tarlalara verilecek suya bile kontörlü sayaçların takılması gündemde. Bu eve takılan sayaca benzemez. Çünkü bir tarlayı sulamak için ihtiyaç duyulan su, evde sizin ihtiyaç duyacağınızdan kat be kat fazladır. Bunun paralılaşması küçük çiftçiliğin (geçimlik çiftçiliğin) tümden tasfiyesi anlamına gelir. Türkiye’de tarımla iştigal eden nüfusun ezici çoğunluğu bu grupta. Bu insanlar neyle yaşayacak? İşçileşmek zorunda. Ya kendi köylerine yakın sanayi merkezlerinde, yani tarıma dayalı endüstride. Ya da yakın büyük kentlere göç ederek orada yedek işgücü havuzuna eklemlenmek zorundalar. İkisinin bir arada olacağını varsayarsak, milyonlarca insan çıkıyor karşımıza. Bunun yarısının bile kentlere göç edeceğini düşündüğümüzde –tabii ki yoksulluklarıyla birlikte göç edecekler- işsizler ordusuna katılacaklar. Kentlerin dışında, altyapının en kötü olduğu alanlarda, suların en fazla kirlenmeye müsait olduğu alanlara yerleşecekler. Çünkü altyapı olmadığı için suya yakın olmak zorundalar. Bu mevcut kaynakların ve havzaların çok daha hızlı şekilde kirlenmesi demek. Başka şey de işsiz nüfusa eklendikleri için işsizlik oranlarında (çünkü daha önce tarımda çalıştıkları için işsiz görünmezken) birden bire artışlar olacak. İşsizliğin artması, çalışan işgücünün kazanımlarını geriletecek.




Tarımın bitmesi ne tüketeceğiz, ne yiyeceğiz sorununu da beraberinde getiriyor?


Ona çözüm bulmuşlar. Suyu bol olan su zengini ülkeler üretsin, siz ithal edin diyorlar. Adı da var: Virtual Water Use - Sanal Su Kullanımı. Hesap şöyle: Bir dilim biftek soframıza gelene kadar gerekli su miktarı şu kadar ton. Bir büyükbaş hayvanın doğumundan öldürülmesine kadar geçen süreçte beslenmesi ve içmesi için gereken su hesaba katılıyor. Bunların hepsi oranlanıyor ve tonlarla ifade ediliyor. En sonunda bir dilim bifteğe düşen su oranı tonlarca olarak karşımıza çıkıyor.


Bu nasıl bir veri?


Her şeyi böyle düşünmemizi istiyorlar. Ne kadar çok su tüketildiğini göstermek için yapıyorlar. Su kullanımının etkinleştirilmesi yani suyun daha az kullanılması. Çıplak gözle baktığında kapitalizmin yapısal işleyişine aykırı bir taleptir bu. Bir yandan daha fazla üretelim diyorlar, ama daha fazla satmayalım. Bu bir çelişki. Daha fazla satmayalım demek zorunda çünkü su gerçekten kıt. Bölüşüm sorunu kapitalistler arasında da var. Daha fazla üretelim demek zorunda çünkü bütün metalarda aşırı üretimin söz konusu olması gerek. Şuan ikisi aynı anda söyleniyor.


Aslında çuvallamış durumdalar demek ki…


İnanılmaz! Kendi içlerinde tutarsız ve çelişkili oldukları başka hiçbir bir alan yok. Su kıtlığını metalaştırarak önleyeceklerini söylüyorlar. İmkansız. Su kıtlığını çok kronikleştirecek bu. Bir kere herhangi bir ürünün değerinin piyasada belirlenmesi için o ürünün bir talebi ve arzının oluşması lazım. Ancak bu arz ve talep piyasada kesiştiği noktada bir değer (fiyat) oluşur. Şimdi suyun talebi belli: endüstri, evsel kullanım, tarım. Ama su için bir arzın oluşturulması gerekiyor. İşte bu arz en kritik nokta. “Suyun arzı” dediğimiz zaman kendi halinde akan bir nehir, kendi başına duran bir göl, yer altı suları şu andaki durumlarında ekonomik anlamda bir arzı temsil edemez. Ne zaman ki bu su kaynaklarına “canlı emek” ve “sermaye” ilavesi yapılır, ancak öyle “su arzı” anlamına gelir. Zaten sektöre tekil kapitalistler girecek. Her biri “ben bu alanda varım” diyerek girecek. Bu benim su arzım diyebilmesi için bir nehrin belli bir bölümüne bir baraj yapacak, bir miktar suyu orada hapsedecek. Ve işte benim su arzım şu kadar metreküp diyecek. Akan bir nehirde bunu söylemek mümkün değil. Nehirlere bir sürü kapitalist sahip olacak. Her biri başka bir yerine…


BİR NEHRE SEKİZ BARAJ


Bu en başta tarımı bitirecek gibi görünüyor…


Bitirir. Suyun doğal çevrimi var. Sosyal Bilimler ve Fen Bilimlerinin kesiştiği yer burası.


İstanbul’daki geçtiğimiz Dünya Su Forumunda şöyle bir örnek geçti. Su kıtlığı sebebiyle çıkarılan yasalara ilginç bir örnekti. Colorado’da yağmur suyu biriktirmek yasal suç dedi konuşmacı. Yağmur yağarken, örneğin bir kova koyup, orada suyu biriktirip mesela bahçemi sulayayım diyemiyorsunuz. Bunu da çok hararetle şöyle savunuyorlar: Çünkü o su yer altı sularına karışması gereken su ve o kişi diğer insanların su hakkını çalıyor… Bu örnek herhalde gelinen noktayı özetliyor…


Aynen öyle. Hindistan’da çok büyük bir nehrin üzerine sekiz baraj yapıldı. Sekizinci barajın inşaatı bittiğinde nehir diye bir şey yok, kuru bir nehir yatağı ve barajlar kaldı. Su çevrimi bitiyor çünkü. Artık kendi kendini yenileyemez hale geliyor nehir ve kuruyor. Sadece baraj göletleri kalıyor. Bu yeni metalaşma sürecinde Hindistan’daki bir örnek bunu bize söyleyen. Çok cazip bir sektör, çünkü talebi garanti. Kimse pahalı ya da zor bulunuyor diye sudan vazgeçemez; ne çiftçi ne de kapitalist. Ve hiç gündeme gelmeyen konu da endüstrinin su ihtiyacı. Sanayide suyun dahil olmadığı tek bir sektör yok. Hizmetler dahil. Üstelik hepsinin kaliteli suya ihtiyacı var. Kendi kullandığı suyu kirletiyor, arıtıyor ama aynı suyu kullanamıyor tekrar. Gene temiz su çekmesi lazım ve en değerli suyu, yer altı suyunu çıkarıyor. Ve bu hiç kayda da girmiyor. Türkiye endüstrisinin su kullanımı o yüzden çok düşük görünüyor. Atığını da şebekeye vermiyor, doğaya boşaltıyor. Dolayısıyla yakalamak imkansız. Yani kardeşim sen 10 ton su kullandım diyorsun ama şebekeye elli ton vermişsin? Bu nasıl oluyor demenin olanakları çok yok. Yakınındaki dereden ya da yeraltından kaçak su kullanıyor. Bir ikinci örnek, çektiğini de doğadan çekiyor, atığını da doğaya atıyor. Hiç su kullanmıyor gibi görünüyor ama müthiş su kullanıyor aslında. Kalan su kaynağını da yok ediyor.


40 YIL İÇİNDE BÜYÜK ARTIŞ!


Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, OECD ülkelerinde 1960 yılında tüketilen toplam temiz suyun sadece yüzde 12’si endüstri tarafından çekilmiş. 2000 yılına gelindiğinde bu rakam yüzde 59’a çıkmış. Yani kapitalist ülkelerde toplam su tüketiminin yüzde 59’u tek başına endüstriye gidiyor. Ve bu örtbas ediliyor. Şu anda gündemde olan bireysel tüketimler ve tarım. Şuanda çiftlikler ve fabrikalar arasında anlaşmalar yapılıyor. Şimdilik bu gerilimi sanayi ve tarım ittifakla hafifletmiş durumda. Ama çok kısa bir süre sonra bunun çatışmalara döneceğini görmek mümkün.


Bu uzlaşı hali ne kadar gider gibi görünüyor?


İklimsel olarak kuraklık kendini çok daha yakıcı hissettirdiğinde bu ittifakların çatışmaya döndüğünü hep birlikte görebiliriz. Mesela geçen yıl çok kuraktı tüm dünyada. Bu yıl nispeten daha iyi. Global bakmak gerekiyor su kıtlığı gibi bir meseleye. Türkiye bu sene böyle bir iklimde demek bütün dünyada öyle demek değil.


Evet şu anda Dünya Su Forumu toplantılarındaki oturumlara da baktığımızda bir “Entegre Su Yönetimi” politikası hakim diyebiliriz…


Public Private Partnership (PPP) - Kamu-özel işbirliği ortaklık projeleri, en büyük stratejileri şu anda. Halkın katılımı önemli onlar için en çok. Nedeni de yaptıklarına bir meşruiyet kılıfı bulmak. Bizim gibi ülkelerde bu daha kolay. Çünkü bizde suya erişimi olmayan kesimler de var. Bu insanlara suyu metalaştırıyorlar ama kapınıza kadar su gelecek dediğinizde, tamam, diyor. Çünkü 25 yıldır su kıtlığı yaşamış. Musluğumu açıp kullanabilecek miyim su metalaştığında diyemiyor. Yeter ki su o musluğa kadar gelsin. Burada üçüncü “P”, “Partnership” çok önemli. Suya erişimi olmayan yani yoksulların onları destekleyeceklerinden çok eminler. Bir de kimse bilmiyor ki, “suyun değerinin piyasada belirlenmesi” ne demek!


Suyun ticarileşmesini biraz açalım, bunun değerini nasıl belirleyecekler peki?


Şimdiye kadar da suya ödeme yapıyorduk, ne değişiyor ki diyorlar. Dışarıdan, marketten aldığımız pet şişe içme suları değil konu. O zaten bir meta. Ama evde musluğu açtığımızda gelen su henüz bir meta değil. Metalaşma demek, suyun aşırı miktarlarda yeraltından yerüstüne çıkarılması demek. Yani çevrime müdahale demek. Metalaşmadığı koşullarda parayla bile veriliyor olsa devlet bize sadece ihtiyaç duyduğumuz kadarını veriyor. Bir arz oluşturmak zorunda değil devlet. Kimin ihtiyacı ne kadarsa o kadar veriyor. Bu değişecek. Farklı kapitalistlerin su arzları oluşacak, bu eskisinden farklı. “O dere benim”, “Bu göl senin” anlayışı. Dünya Su Konseyi metinlerinde bu aynen yazıyor. İhtiyaç duyulandan fazla suyun depolanmasının doğa üzerinde gelecek dönemde açacağı tahribatı da düşünmek gerek diye cümleler var metinlerinde.


Suyun diğer metalardan farkı ne?


Kapitalizmde bütün metalar aşırı üretime konudur. İhtiyaçtan bağımsız, sürekli olarak aşırı miktarlarda üretilir. Bu yüzden de metaların fiyatları zaman içinde geriler. İlk bilgisayarı düşün; çok pahalıydı. Zamanla bir sürü üretici aynı sektöre girdi, emek ehilleşti, niteliği arttı. Ve artık bir bilgisayarı üretmek için gerekli emek zamanı azaldı. 20 yıl sonra muazzam bir düşüş oldu fiyatta. Suda bunu yapmak mümkün değildir. Çünkü su doğanın tüm canlılara armağanıdır ve oranı bellidir; istediğin kadar aşırı üretime tabi kıl, yeraltındakini yerüstüne çıkar. Dünyadaki temiz suyun miktarını artıramazsın. Toplamı aynıdır, ister yerüstüne çıkar, ister yerlatında tut. Ama sen yeraltındakini yerüstüne çıkardıkça, nehirleri bentlerle bölüp kapitalistlere dağıttıkça su kendini üretemez hale geleceği için kıtlaşma, kuraklık çok daha hissedilir olacak. Suyun piyasa fiyatı da kaçınılmaz olarak aşırı yükselecek. Kapitalist üretimin kendisi suyu kıtlaştıran bir nedenken şimdi bir de suyun kendisinin metalaşması suyu çok daha fazla kıtlaştıracak.


Şu anda özel mülkiyete geçmiş olan su kaynakları var mı dünyada?


Hindistan, Meksika, Gana ve birkaç Afrika ülkesinde var. Merkez kapitalist ülkelerde su kıtlaşan bir kaynak olduğu ve bütün kapitalistlerin çıkarı olan bir alan olduğu için, devlette kalmasına dikkat ediliyor. Tek bir kapitaliste vermek işlerine gelmiyor. Çünkü diğerlerinin aleyhine olabilir. Bizim gibi ya da Gana gibi daha geri ülkelerde ilk anda bir çare gibi görülerek su kaynağı doğrudan mülkiyet olarak satılıyor. Aynı hatayı -2007 temmuzuydu galiba- Tayyip Erdoğan bir açıklamasında yaptı. “Nehirleri, gölleri, bütün akarsuları satacağız. Biz o kadar aptal değiliz, nehirlerimizin boşu boşuna denize akmasına göz yumamayız.” demişti. Ama hemen geri adım atıp gelişmiş ülkeleri örnek aldılar. Kullanım hakkını veriyorlar, mülkiyetini değil. Çünkü bu tüm kapitalistlerin çıkarına değil. Ama ne kadar sürer tüm mülkiyetin devredilmesi süreci bilinmez. OECD suyun metalaşması için firmalara geçmesi şart değil, devlette kalabilir, diyor.


Zaten öyle de kar sağlayacak gibiler…


Bir kere sermaye birikimine kesinlikle pozitif etkisi olan bir süreç. Nedeni, suya ödenen bedel, üretilen metaın değerine dahil olmuyor. Çünkü metaın değeri piyasada belirleniyor. O değere dahil olan tek şey o metaın üretimine girmiş, kendisi de meta olan girdiler. Bütün metalarda değerler üretim sürecinde yaratılır, fakat bu değerin ne kadar olduğu dolaşım sürecinde belirlenir. Ne zaman ki suyu devletten değil, piyasadan satın alır bir meta olarak sermaye. O zaman sermaye yatırımı miktarı da değişmiş olur. Su da bir sermaye haline gelmiş olacağı için.


“KAPİTALİZM KRİZİ ATLATMANIN YOLLARINDAN BİRİ OLARAK SUYUN METALAŞMASINI GÖRÜYOR ”


Aynı zamanda başka bir çıkış yolu da şu; şu anda muazzam bir para-sermaye birikimi var dünyada. Ve bu yüzden 2008 Kasım krizi yaşandı. Finans piyasaları bu aşırı para-sermayeden dolayı çöktü. Kökeni sermayenin aşırı üretimine dayanıyor. Aşırı üretilen metalar dolaşımda bir sorunla karşılaşmadığı sürece para-sermayeye dönüşüyor. Fakat para-sermayenin tekrar hızla üretken sermaye oluşması lazım. Bunu yapamıyorlar. Çünkü bütün sektörlerde çok yüksek rekabet var, kar oranları çok düşmüş. Yeni metalar lazım: Su gibi, sağlık, eğitim gibi! Bunların metalaşması yeni yatırımlar, paranın değersizleşmesinin önlenmesi demek. Su muazzam altyapı gerektiren bir alan. Çünkü şebekeler kurmak, barajlar inşa etmek zorundasınız. Bu başıboş, hızla değersizleşen parayı çekeceksiniz.


Bunun yasal altyapısını oluşturmak için ne gibi çalışmalar var? Mesela bir nehir Türkiye’de doğuyor, Irak’tan da geçiyor ve İran’da bir göle akıyor diyelim. Bu suyu kim yönetecek? Bu sudan kim kar sağlayacak?


Türkiye’de su yasası taslağı çıkmış durumda. Bir Su Bakanlığı kurulması gündemde. Yanı sıra bir Su Yönetişim Kurulunun oluşması gündemde. Bu TÜSİAD’ın önerisi. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu sık sık Bakanlığın ve Su Yasasının çıkmak üzere olduğunu, bunun neden gerektiğini anlatıyor. Ama ciddi çelişkiler var. Bir yandan kültürel ve tabiat varlıklarını korunması misyonu olan bir Çevre Bakanlığı gibi bir kurumun altında bu konu. Bir yandan su gibi temel bir tabiat varlığının metalaşmasının bu kurumun altında yürütülmesi büyük çatışmalara yol açıyor. Dolaysıyla Çevre Bakanlığından çıkartmak gerekiyor konuyu. Ki kendiyle çelişmesin! Onun yerine bağımsız çalışacak, doğrudan başbakanlığa bağlı bir yapı olsun deniyor. Mesela Karadeniz’de 500 baraj projesi var. Selden yıkılan bir bölgede 500 baraj niye diyorsunuz? (Elektrik enerjisi için) diyorlar. (Sanayi de yok) diyorsunuz. (İhraç edeceğiz) diyorlar. Metalaşma için hep bir bahaneleri var.


ULUSLAR ARASI SULAR KİMİN SUYUDUR?


Uluslar arası sular konusunda çeşitli doktrinler var. Türkiye bu konuda “mutlak egemenci” yaklaşımı benimsiyor. Yani yukarı havza ülkelerinin çıkarlarını koruyan yaklaşım. İlk ABD’den çıkmış. Su kimin ülkesinden çıkıyorsa sahibi odur diye bakılan yaklaşım. Mesela, Fırat-Dicle Türkiye’den doğuyor, ama Suriye, Irak’a geçiyor. Suriye ve Irak aşağı havza ülkesi oluyor. Ama dünyada terkedilmiş olmasına rağmen bunu savunuyor Türkiye. Avrupa Birliği’nin (AB) desteklediği ise yalnızca “aşağı havza ülkelerinin çıkarını savunan” yaklaşım.




TÜSİAD İLK DEFA AB’DEN AYRI DÜŞTÜ


Niçin?


Çünkü aşağıdaki ülkelerin birikimini de korumanın yolu bu. Kaldı ki AB’nin genişleme süreçlerinin ve emperyalist yapısının durumunu düşündüğünüzde, suyu kıt olan yerlerin çıkarlarını savunması gerekiyor ki oralarda da sermaye birikim süreçleri yürütebilsin. BM de bu yaklaşımı savunuyor gitgide. BM’de 70’lerin sonlarından itibaren yaklaşım değişikliği var deniyor ulusal çevrelerce. Şimdiye kadar “sınır aşan sular”a BM, 77’den beri “uluslar arası sular” demekte. Bu ciddi bir politika değişikliğine işaret eder deniyor. Türkiye hala “sınır aşan sular” diyor, suyu kendine ait gördüğü için. Ama iki söylemde de kapitalist çıkarlar var. “Uluslar arası sular” diyenler kendi kapitalist çıkarlarına odaklı olarak zengin ülkelerden kendilerine su akışının kesileceği kaygısıyla böyle diyor. “Sınır aşan sular” diyenler, su benimdir diyen mutlak egemenci yaklaşım. Burada bana en ilginç gelen duruş TÜSİAD’ın duruşu. Son 20 yıldır pek çok liberalleşme alanında TÜSİAD, AB ile birebir örtüşüyor, istisnasız. Bu konuya dair hiçbir tarafta yer almıyor, ama AB’yi desteklemiyor. “Bu konuda gerekenleri Dışişleri Bakanlığımız yapmaktadır” diyor sadece. Devasa bir raporu var su konusunda, ama uluslar arası sular konusu hiç yok. Bakanlık tarafından yapılıyor dediği mutlak egemenci yaklaşım. Su bizimdir, kimseye veremeyiz yaklaşımı. Suyun metalaşmasını söylüyor, binlerce baraj yapılmalı, tamamen özel sektöre kontrolü verilmeli diyor. Bunların hepsi tamam. Bu bana bir tek şey söylüyor: Su kıtlığı bir retorik değildir. Bu bir gerçektir. Ve gerçek anlamda da sermaye sahiplerince bir bölüşüm çatışması gündemdedir. AB entegre su yönetimini savunuyor, çünkü bunda çıkarı var. Ama TÜSİAD’ın çıkarı çok net görülüyor ki bunda değil.


Yani Türkiye su kaynakları açısında yeterli durumda?


Türkiye mevcut su potansiyelinin sadece yüzde 33-34’ünü kullanan bir ülke. “Türkiye’de su sorunu var”, “Türkiye kıtlığa aday ülkelerden” söylemlerinin sebebi bu. Türkiye’ye gözlerin dikilmesinin nedeni de bu. Çünkü geriye kalan yüzde 65 sermaye yatırımı bekliyor. Bu sermaye Batı’da var, hem de başıboş, yatırım yapacak alan arayan bir sermaye. Türkiye’nin sunduğu cazibeyi bir düşünsene! Yüzde 65 su kaynağı yerin altında veya akar durumda ve yatırım bekliyor. Yanı sıra tarımda su kullanımının etkinleştirilmesini bekliyor. Sistemin krizini aşmaya yardım edecek şeyler bunlar.


Peki eşikteki su kıtlığı en çok hangi bölgelerde olacak?


En kötü durumda olanlar metalaşmış suyu ithal etmek zorunda olan kuraklaşmış ülkeler olacak. Endüstride son 20 yıldaki patlamayla, su kaynaklarını muazzam tüketen ve nüfusu da çok olan Asya ülkeleri kötü durumda. Ve tabii Afrika. Ülkeler dışında sınıflar (ekonomik) açısından bakmak lazım. Her ülkede en büyük zararı emekçi sınıflar görecek. En ileri aşamada suyun değeri dünya piyasasında belirlenecek ve tabii o zaman yoksul katmanlarda gelirlerinin satın alma gücü önemli olacak. Suyun dünya piyasasında belirlenmesi tek bir fiyatı getirecek ve Kanada’daki işçinin aylık kazancının satın alma gücüyle, Gana’daki işçininki bir değil. Ve aynı düzeyde etkilenmeyecekler. Reel ücretlerinde hepsinin bir azalma olacak. İşveren su metalaştı ve bu da su ücreti diye bir ücret vermeyeceği için!


5. Dünya Su Forumu İstanbul’da oldu ve burada sizin de içinde bulunduğunuz alternatif bir birlik oluştu. Şu anda bu birlik ne durumda politik olarak?


“Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu” duruyor. Ama aynı momentumda değiliz. Antikapitalist bir yapıyız. Burada “nasıl bir mücadele” sorusu bence önemli. Bana göre suyun metalaşmasına karşı yürütülecek mücadele kaçınılmaz olarak sistem karşıtı olmak zorunda.


Su kıt bir kaynak nihayetinde. Sermayenin suyu bu kadar pervasız kullanımı, eninde sonunda bu zaten kıt olan kaynağı çok kıtlaştıracağı için baş gösterecek olan kuraklık en sonunda suya erişimi herkes için imkansız kılacak bir dünyaya doğru götürmüyor mu herkesi?


Çok doğru! Sadece o da değil. Su bütün üretimlerde vazgeçilmez bir girdiyse, metalaşma yoluyla temiz su giderek azalıp yok olacaksa, gün gelecek kapitalistler üretimini sürdürmek için ihtiyacı olan suyu bulamayacaklar. Bu Marks’ın bir öngörüsüyle o kadar güzel örtüşüyor ki; “Kapitalist üretim belli bir aşamaya geldiğinde” diyor Marks, “Artık o üretimin kendisi, üretim süreçlerinin önünde bir engel haline gelmeye başlar.” Gerçekten de meta üretimine dayalı bu sistem, meta üretimine dayalı olmaktan dolayı su kaynaklarının sonuna kadar tüketilmesine ve su bulamadığı için üretim yapamamasına sebep olacak. İşte suyun diğer metalardan farkı bu!


Acaba kapitalizmi su meselesi mi çökertir!


Neden olmasın? Eğer Bolivya’da –çok örgütlü olmayan bir biçimde başlamış- bir su mücadelesi bir iktidarı yerinden edip, bir sosyalist iktidarı başa getirdiyse... Toplumsal süreçlerin hangi olaylarla, ne zaman patlak vereceğini hiç kimse öngöremez. Bir sigara yasağı bile buna yol açabilir. Önemli olan bunun örgütlü bir tepkiye dönüşmesi.


İklim değişikliğine karşı mücadeleyle örtüşecek gibi de duruyor su mücadelesi?


Örtüşmesi lazım, fakat iklim değişikliğine karşı hareketlerin sistem karşıtı olduğunu söylemek çok kolay değil. Bu istem içinde çözüm arıyor gibiler. Rıza mekanizmaları üzerinden olacak şeyler değil bunlar.




Doktora tezi olarak su meselesini ele almanızın sebebi neydi?


Benim kafama takılan konu şuydu; su kapitalist üretimde bir girdiyse, nasıl oluyor da tek tek kapitalistler suyun metalaşmasına karşı çıkmıyor? Buradan yola çıktım ben. Böyle öngörüyordum. Ama ancak analiz ettiğimde bundan kar sağlayabileceklerini gördüm. Devletten bedava almanın onların çok avantajına olduğunu düşünüyordum. Bunun onlar için dezavantaj olduğunu bu tez çalışması bana gösterdi. Bir de ben sosyal bilimler alanında bir tez yazdım. Ama fen bilimleri alanında da, özellikle iklim, ekosistem, tarım konusunda ciddi okumalar yapmamı zorladı. Tezi o anlamda ilginç kılan bu iki disiplini; sosyal bilimler ve fen bilimlerini kesiştiren ve ortaklaştıran bir konu olması. Fen bilimciler saf bir ekosistem meselesi gibi ele alıyor konuyu. En fazla sistem karşıtlığı gözleniyor metinlerinde. –özellikle coğrafyacılar- kapitalist sistem yüzünden su kıtlaşmıştır, çözümü de sistemin aşılmasıdır diyerek doğru tespit ediyorlar. Ama bunu değer teorisi üzerinden birebir somutlayarak gösteren bir çalışma dünyada yoktu. Bu anlamda bu çalışma bir ilk. Ve tek yol göstericim Marks’ın teorisiydi. SAV Yayınları’ndan kitap olarak da basıldı. “Suyun metalaşması: Kıtlığın nedeni kıtlığa çare olabilir mi?”

Hiç yorum yok: