Enerji, günümüzde insan hayatının vazgeçilmez bir parçası ve dünyadaki sürdürülebilir kalkınma çabalarının en önemli araçlarından biridir.
19. yüzyılda kömür, sanayileşen dünyada temel enerji kaynağı olmuş, yüzyıl sonunda yerini yavaş yavaş petrole bırakmıştır. Petrolün kullanılmaya başlanması dünyada yeni gelişmeleri beraberinde getirmiş ve petrol yirminci yüzyılda uluslararası politikanın temel unsurlarından biri haline gelmiştir. Yirminci yüzyılın başından itibaren petrol dünya siyasetine damgasını vurmuş ve enerji diplomasinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı içinde Irak petrollerinin önemi, İkinci Dünya Savaşında Transkafkasya enerji kaynaklarının belirleyiciliği, günümüzde Orta Doğu, Orta Asya ve Kafkasya bölgelerindeki enerji kaynaklarının arz ettiği önem, enerji diplomasinin mevcudiyetini ve gerekliliğini sürekli kılmıştır. Değişen sahneler, aktörler ve mekanlara karşın enerji diplomasisi oyununun sergilendiği tiyatronun kapıları yaklaşık yüzyıldır açıktır ve oyun devam etmektedir.
Enerji Diplomasisinin Ortaya Çıkışı
1859’da ABD’de de açılan ilk ticari petrol kuyusundan çıkarılan petrolün kaderi, yirminci yüzyıl başında gerçekleşen bir keşifle değişti. Ateşleme ile çalışan motorun icadı, otomobil endüstrisinin hızla gelişmesine neden oldu. Kısa sürede ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’da taşıt sayısı milyonlara ulaştı. Petrol, o dönemde kömürden daha pahalı olmasına karşın daha önemli avantajlara sahipti. Temizliği, kolay depo edilişi, fazla enerji vermesi petrolü daha ön plana çıkarıyordu. Hızlı ekonomik gelişmeler Batı'nın petrole olan bağımlılığını daha artırıyor, petrol Batı için stratejik bir hammadde olarak ortaya çıkıyordu. Yirminci yüzyılın başından itibaren petrolü kesintisiz olarak alabilme, diğer bir ifade ile enerji sağlama güvenliklerini sürdürebilme, dünya sahnesindeki ülkelerin dış politikalarının temel amaçlarından biri haline geliyordu. Bu doğrultuda başat ülkelerin enerji diplomasilerini hayata geçirerek güçlerini ve etkinliklerini sürdürme çabası içine girdiklerini görüyoruz.
Yirminci yüzyılın başına kadar enerji diplomasisinin mevcudiyetinden bahsetmek güçtür. O döneme kadar enerji diplomasisinin ayrı bir diplomasi konusu olmasını gerektirecek koşullar henüz ortaya çıkmamıştır. Geçen yüzyılın başından itibaren ortaya çıkan gelişmeler, enerji diplomasisinin ayrı bir diplomasi alanı olarak gündeme gelmesine ve uluslararası ilişkilerde belirleyici bir nitelik kazanmasına neden olmuştur. Yirminci yüzyıl başında ülkelerin kalkınma ve sanayileşmeleri enerji kaynaklarına bağımlı bir hale getirmiştir.
Artık yüzyıl boyunca enerji diplomasisi ve uluslararası ilişkilerin içiçe geçtiğini gözlemliyoruz. Enerji kaynaklarına ulaşmak ve kaynakları kontrol etmek için farklı politikalar ve araçlar gündeme gelmesine karşın, enerji diplomasisinin temel amaçlarından belki de en önemlisi, mevcut gücü sürdürebilme ve yeni güç kazanabilme arayışı olmuştur.
Enerji konuları, uluslararası ilişkileri farklı şekillerde etkilemektedir.Yüzyılın başında petrol alanlarının imtiyaz sahibi olma mücadelesi uluslararası ilişkilerin temel belirleyicisi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında enerji kaynaklarına yakın ve sahip olma mücadelesi, bloklar arasında enerji deposu Orta Doğu üzerindeki çekişmeler, dünya politikası açısından dikkat çekicidir. 1950’lerden sonra görülen ulusçuluk akımları, petrol şirketlerinin millileştirilmesi ve Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün kurulması, yine o dönemde uluslararası politikaya damgasını vuran gelişmeler olmuştur. Günümüzde Sovyetler Birliği’nden ayrılan Orta Asya ve Kafkas ülkelerinin enerji kaynakları üzerindeki mücadelenin dünyada bloklaşmaların sona erdiği bir dönemde de sürmesi, enerji ile ilgili gelişmelerin uluslararası ilişkiler açısından ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Ülkelerin
dışında petrol şirketleri de yirminci yüzyıl boyunca enerji diplomasisinin
içinde yer almışlardır. Bağlı oldukları ülkeler tarafından yönlendirilen
çokuluslu petrol şirketleri, her dönemde enerji diplomasisinin önemli
aktörlerinden biri olarak işlevlerini sürdürmüşlerdir.
Yirminci yüzyılın başından itibaren savaş gemilerinin ve savaş araçlarının petrol ile çalışması yönünde önemli adımlar atılmıştır. Petrolün dünya sahnesinde gittikçe daha fazla önem kazanıyor olması, o dönemin başat güçlerinden Almanya, İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirmiş, ülkelerinde petrole sahip olmama eksikliğini telafi yollarına yönelmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Orta Doğu bölgesinde oynanan oyunlar bir anlamda bu ülkelerin petrol kaynaklarına daha yakın ve kaynaklar üzerinde daha etkili olma mücadelesi idi.
Bilindiği üzere, 1950’lerde dünya petrolünün üretim merkezi artık Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya kaymıştı. Petrol, bu dönemin sonunda artık kömürden daha ucuz bir girdi olmaya başlamış ve ucuzlayan petrol ekonomik hayatın ve gelişimin temel itici gücünü oluşturmuştu. O dönemde piyasaya sürekli yeni petrol ürünleri çıkıyor; plastik, boya, gübre, kimya sanayileri hızla gelişiyordu.
1950’lerden
sonra petrol üreticisi ülkelerde görülmeye başlayan millileştirme rüzgarları,
enerji diplomasisinin yeni mücadele alanlarına yönelmesine neden olmuştu.
Millileştirme ile başlayan bu yeni yönelim, daha sonra OPEC’in kurulması ve
1973-1974’de petrolün siyasi bir silah olarak da kullanılması sürecini de
beraberinde getirmiştir.
İkinci
Dünya Savaşı sonrasında dünya siyasetindeki en önemli gelişmeler; Sovyetler
Birliği’nin Orta Doğu’da ön plana çıkma girişimleri ve buna karşı ABD’nin
bölgede etkinliği artırma arzusu olarak göze çarpmaktadır. Sovyetler Birliği
yeni kurulan İsrail devleti aleyhine bir tutumla Arap ülkelerinin desteğini
kazanmak yönünde bir strateji izlemiştir. ABD’de de Eisenhower Doktrini ile
bölgeye doğrudan müdahale imkanlarını açık tutmuş ve bölgede savaş sonrası
İngiltere ve Fransa’nın boşalttığı alanı doldurma çabası içine girmiştir. ABD
ve Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu enerji kaynakları üzerindeki mücadelesi
belki de Soğuk Savaş döneminin en çarpıcı mücadelelerinden birini
oluşturmuştur.
Soğuk
Savaşın bitimini müteakip ABD’nin dünyadaki başatlığı Orta Doğu bölgesinde
kendini hissettirmiştir. Ancak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Orta Asya
ve Kafkasya’daki petrol-doğal gaz kaynakları üzerinde Rusya Federasyonu ile ABD
arasında yeni bir rekabetin ortaya çıktığını görüyoruz.
1970’lerden sonra enerji diplomasisinin ana teması, petrol üreticisi ve petrol tüketicisi ülkeler arasında yaşanan mücadele olmuştur. Bu dönemde, üretici ülkeler tarafından kurulan Petrol Üreten Ülkeler Teşkilatı (OPEC) ve tüketici ülkeler tarafından kurulan Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) dikkat çekicidir. Enerji diplomasisi sahnesinde bu defa örgütlerle mücadele döneminin gündeme geldiğini gözlemliyoruz. Özellikle üretici ülkelerin birbirleri ile giriştikleri mücadelelerin ve aralarındaki güven bunalımının bu doğrultuda önemli olduğunu görüyoruz.
*http://www.mfa.gov.tr/enerji-diplomasisi.tr.mfa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder